25 Mayıs 2015 Pazartesi

TEVHİT VE ŞİRK MÜCADELESİNİN GÜNÜMÜZDEKİ BOYUTU: UZLAŞMAK

İman ve küfür, diğer bir ifade ile tevhit ve şirk mücadelesinin tarihi insanlık tarihi kadar eskidir. Hz. Peygamber (S.A.V.) aslında temel itibarı ile yeni bir hareket başlatmamıştır. O sadece atası İbrahim, kardeşleri Musa ve İsa (A.S.)’dan aldığı tevhit mücadelesini devam ettirmiştir. Hz. Peygamber ile başlamayan bu mücadele onunla da bitmemiştir, bitmeyecektir. İnsanlık hayatının başlaması ile başlayan tevhit ve şirk mücadelesi insanlık hayatının son bulması ile birlikte son bulacaktır. Bu ise İslâmın bütün zaman ve mekânlar içindeki evrenselliğinin ifadesidir. Aslında tevhit ve şirk mücadelesinde esas itibarı ile hiçbir değişiklik yoktur. Bu mücadele sadece değişik zaman ve mekânda değişik şahıslar arasında değişik üslüp ve vesileler ile devam etmektedir. Bu itibarla dün Allah (c.c.)’ın hakimiyetini gökyüzünde tanıyıp yeryüzünde tanımayan Ebu Cehilleri, Ebu Lehebleri müşrik yapan ne ise günümüzdeki dini devletten ayırmak sureti ile camiye
hapsetme, yine dini sadece ruhu güzelleştirme ve bir takım faziletleri öğreten ahlakî olgu olarak kabul eden demokrat laik kapitalist zihniyeti de müşrik yapan odur. Yani hakimiyet meselesidir. Allah (c.c.)’ın gökyüzünde hakimiyetini kabul edip yeryüzünde etmeme meselesidir. Rabbımız şöyle der:

“O gökte de ilah yerde de ilah olan bir Allah’tır.” (Zuhruf: 84)

Bundan dolayı Hz. Peygamber (S.A.V.)’den önceki elçiler insanları neye davet etti ve neyden nehyettiyse Resul’de insanları aynı şeye davet etmiştir. Diğer bir ifade ile onların son takipçisi olmuştur. Allah (c.c.) şöyle der:

“Biz senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki ona şöyle vahyetmiş olmayalım; gerçek şu ki benden başka ilah yoktur. O halde sadece bana İbadet edin.” (Enbiya: 25)

Ne var ki, bu mücadelenin başlangıcından günümüze kadar şirkin temsilcisi müstekbir güçler tarafından devamlı suretle işkence, ölüm, iftira ve saptırmayla engellenmeye çalışılmıştır. Bu müstekbir zalimlerinin değişmez karakteridir. Çünkü şirk bizatihi kendisi zulümdür.

İnsanları tevhide çağıran bütün peygamberler ve onlara tabii olan müslümanlar, yaşamış oldukları toplumda, karşıt zalim güçler tarafından devamlı fiili ve fikrî baskılar ile engellenmeye çalışılmıştır. Kendilerini peygamberin hakiki varisleri gören İslâma savaş açmış şirk sistemi ve baştaki yöneticiler tarafından hiçbir engelleme görmeyen, hatta onların gölgesinde destek gören uzlaşmacı, tavizkâr, kişiliksiz zihniyetlerin ne kadar peygamberin yolundan saptıkları tartışma götürmeyecek kadar açık gerçeklerdir. İman ile küfür arasında bazen korku, bazen dünyevî makam ve menfaat bazen de cehalet nedeni ile posta memurluğu yapanlar, hakkı batıla karıştıranlar aslında Amerikancı İslâm’ın bilerek ya da bilmeyerek temsilciliğini yapmaktadırlar. Çünkü uzlaşmanın, tavizin olduğu her yerde ve özellikle de günümüzde Amerika ve onun yerli işbirlikçi uşakları vardır. Uzlaşmak teslimiyet, teslimiyet ise zillettir. İslâm’ın dışındaki başta demokrasi, laiklik, kapitalizm olmak üzere bütün şirk sistemlerine ve bu sistemin temsilcisi zalim yöneticileri karşı fikri ve fiili olarak kesin açık ve net tavır alamayan hiçbir harekette hayır yoktur. Tağutları kızdırmayan, onların otoritelerini rahatsız etmeyen, uzlaşmacı, sivil toplumcu zihniyetler bilerek ya da bilmeyerek müstekbirlerin müslümanların üzerindeki zulmüne katkıda bulunmaktadırlar.

İzzeti ve şerefi tağutların kucağında ararcasına onların ayağına gidip karşılıklı çıkar alışverişinde bulunan zavallı kişiliksiz cemaat liderleri ise Allah’ın kitabında
yasakladığı fiili işlemektedirler. Oysa ki izzet ve şeref ancak Allah, Resulü ve mü’minlere aittir. Rabbımız şöyle buyurmaktadır:

 “ Haksızlık yapanlara yönelmeyin, yoksa ateş size de dokunur. Sizin Allah'tan başka dostunuz yoktur; sonra, yardım da göremezsiniz” (Hud: 113)


“Ey iman edenler, benim düşmanım sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin.” (Mümtehine: 1) Gerek Kur’anda ve gerekse Resul’ün hayatında cahiliye sistemlerine ait bütün inanç ve yaşam biçimi bütün kurum ve kuruluşları ile açık olarak red edildiğine dair yüzlerce delil olduğu halde, gerek ferd planında ismi müslüman zihniyeti müsteşrik, gerekse haraketlerinin temellerini Kur’an ve Sünnetten çok, şartlara ve yöne ayarlayan, devletçiliği ve vatancılığı müslümanları birbirine bağlayan tek unsur gibi gösteren cemaat liderleri, bütün zaman ve mekanlarda zalimlere koltuk deyneği olup onların müslümanlar üzerindeki zulmünü kurumsallaştırmışlardır. Dün İslâm düşmanlarının yerli işbirlikçileri vasıtası ile İslâm’ı, ilim ile Kur’anı yıkma vasıtası ile ve diğer uslüpler ile kökten yoketme politikası başarıya ulaşamayınca bu siyaset günümüzde bir elinde Kur’an diğer elinde
sünnet Allah’tan ve onun dininden başka herşeye baş kaldıran müslümanlar ve İslâmî hareketleri engellemenin tek yolu olan uzlaşmacı, tağutların sömürge ve zulümlerini sarsmayacak demokratik İslâm anlayışını topluma kabul ettirmeye dönüşmüştür. Amerika ise yerli işbirlikçileri vasıtası ile bu zihniyete sahip fert ve cemaatları destekleyip onları kendi sistemlerini red eden müslümanlara karşı kullanmaktadırlar. Allah (c.c.) binlerce şükürler olsun ki gerek ferdî planda, TC Cumhurbaşkanı S. Demirel’in direktifi ile İslâm gerçeği kitabını yazan laik Y. Nuri Öztürk gibi kafasında karanlıktan başka bir şey olmayanı, gerekse cemaat planında aslında demokrasinin de İslâm’da olduğu hele Cumhuriyetin hiç İslâma ters düşmeyeceğini ve yine demokrasinin olduğu toplumda İslâm’ı % 95 yaşarım diyen cemaat liderlerini fikri mücadele ringinde ilk raundda yere serip devre dışı bırakacak İslâmî hareket ve müslümanların sayısı günümüzde oldukça fazladır. Bu itibarla dini devletten ayıran böylelikle Allah (c.c.) hakimiyetini yeryüzünde kabul etmeyen hakimiyeti insanlara veren demokrasi ve laikliği ve kapitalizmi red etmek her müslümana imanın gereğidir. Allah’ın dini ile cahiliye sistemleri arasında yol arayanlar imanlarında zaaf olanlardır. Allah (c.c.) şöyle demektedir:

 “Cahiliyye hükmünü mü istiyorlar? Kesin şekilde inanmış bir topluluk için Allah’ın hükmünden daha güzel hüküm mü vardır?” (Maîde: 50)

Mevcut sistemin gözü, kulağı, dili konumunda olan, onların duyurmak istediğini duyuran, başta televizyon olmak üzere diğer medya kuruluşlarında yapılan açık oturumlara, tartışmalara ağırlıklı olarak devamlı İslâm’ın ve müslümanların geleceğini Batının kendi karanlık şartlarında ürettiği demokrasi, insan hakları, sivil toplum, fikir hürriyeti v.s. gibi ödünç kavramlar üzerine oturtmaya çalışan zihniyetlerin çağrılmasını ve bunların hakiki manada İslâm’ın temsilcileri imiş gibi gösterilmesi sistemin bu zihniyete sahip fert ve cemaatları desteklediğinin ifadesi değilmidir?

Bir dini tahrif etmenin ve geçerli yolu o dine ait kavramları saptırmakla gerçekleşeceği gibi yine bir sistemi toplumda kabul ettirmenin en değerli yolu herşeyden önce o sisteme ait kavramların kabul edilmesi ile gerçekleşecektir. İşte bunu içinde gerek uzlaşmak sureti ile zalimlere özür dilemeyi kendisine ahlâkî bir yapı olarak kabul eden müslümanlar tarafından olsun, gerekse bizatihi tağutların ve onların sesini duyuran medyanın olsun sıkça demokrasi, sivil toplum, insan hakları gibi kavramlardan bahsetmesinin amacı budur. Tek kelimeyle mevcut sistemi meşru kılmak başlarındaki hocalarına, liderlerine, şeyhlerine kayıtsız
şartsız teslim olmuş, siyasî uyanıklıktan mahrum, düşüncelerine pranga vurmuş bazı müslüman cemaat üyeleri ise mevcut sistem tarafından kendi siyasî çıkarları doğrultusunda kullanılmaya müsait potansiyel olmaktadırlar. Kur’an ve sünnetteki masumiyeti başlarındaki insanlara veren aklını vicdanında kaybetmiş zihniyetlerin, liderlerinin bunca sapmalarına karşı tavır koymamaları ve hatta hikmet aramaları ise meselenin en üzücü tarafıdır. Oysaki Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır:

 “De ki: eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.” (Ali İmran: 3)

Allah (c.c.)’ı sevmek sadece resulüne bağlanmakla olur. Ona muhalefet edenlerin hareketlerinde hikmet aramak yolu ile meşrulaştırmakla değil. Resul (S.A.V.)’ın hayatı baştan sona kadar kafirler ve müstekbirler ile mücadele ile doludur. O risalet ile görevlendirildiğinde başta Mekke şirk toplumu olmak üzere bütün dünyaya meydan okuyordu. O bu uğurda hiçbir zaman kafirlerle uzlaşmadı. Onlardan gelen bütün uzlaşma tekliflerini red ediyordu. Resul (S.A.V.)’e göre ya iman vardı ya da küfür vardı. İnsanları ya sadece Allah’a ve onun emirlerine boyun bükecekler ya da putlara boyun eğip zillet içerisinde yaşayacaklardı Ya Allah’ı hem gökyüzünde hem de yerde kabul edecekler ya da gökte
kabul edip yerde kabul etmeyeceklerdi. Mekke toplumunda sadece iki sınıf insan vardı. Biri Resulün getirdiği vahye dayalı tevhid inancını kabul eden müslümanlar diğer tarafta onların inançlarına karşı fikri ve fiziki mücadelesini sürdüren müşrikler. İki inanç arasında mekik dokuyan bir üçüncü gurup yoktur. Bir tarafta tağutu bütün kurum ve kuruluşları ile red eden müslümanlar diğer tarafta fikri planda karşı çıkmama acziyeti. Resule (S.A.V.) iman eden müslümanlar cahiliyeye ait bütün inanç ve yaşam biçimlerini kirli çamaşır gibi bir daha giymemek üzere atıyorlardı. Resul (S.A.V.) kararlı tavrı karşısında acze düşenler ona görüşme teklifinde bulunuyorlardı. Davasından vazgeçirmek için para teklif ettiler, kızlarının en güzelini vermekle birlikte başlarına lider yapma teklifinde bulunuyorlardı. Onun davası ne kadın ne makam ne de para olduğundan “bir elime güneşi diğer elime ayı koysanız ben bu davadan vazgeçmem” mevcut Islâm ülkelerinde Allah’ın hükmüne dayalı bir Devleti isteyen müslümanlar işkence ve zulüm görürken diğer tarafta uzlaşmacı tavizkârların destek görmesi aslında herşeyi izah etmektedir. Ne dersiniz? Allah şöyle buyurmaktadır:

“De ki: Ey kâfirler siz benim inandığıma inanmazsınız, ben de sizin taptığınıza tapmam. Sizin dininiz (demokrasiniz. Laikliğiniz) size benim dinim banadır. (Kafirun: 3-4)




1 yorum:

  1. “De ki: eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.” (Ali İmran: 3)
    Allah (c.c.)’ı sevmek sadece resulüne bağlanmakla olur. Ona muhalefet edenlerin hareketlerinde hikmet aramak yolu ile meşrulaştırmakla değil. Resul (S.A.V.)’ın hayatı baştan sona kadar kafirler ve müstekbirler ile mücadele ile doludur. O risalet ile görevlendirildiğinde başta Mekke şirk toplumu olmak üzere bütün dünyaya meydan okuyordu. O bu uğurda hiçbir zaman kafirlerle uzlaşmadı. Onlardan gelen bütün uzlaşma tekliflerini red ediyordu. Resul (S.A.V.)’e göre ya iman vardı ya da küfür vardı. İnsanları ya sadece Allah’a ve onun emirlerine boyun bükecekler ya da putlara boyun eğip zillet içerisinde yaşayacaklardı Ya Allah’ı hem gökyüzünde hem de yerde kabul edecekler ya da gökte
    kabul edip yerde kabul etmeyeceklerdi. Mekke toplumunda sadece iki sınıf insan vardı. Biri Resulün getirdiği vahye dayalı tevhid inancını kabul eden müslümanlar diğer tarafta onların inançlarına karşı fikri ve fiziki mücadelesini sürdüren müşrikler. İki inanç arasında mekik dokuyan bir üçüncü gurup yoktur. Bir tarafta tağutu bütün kurum ve kuruluşları ile red eden müslümanlar diğer tarafta fikri planda karşı çıkmama acziyeti. Resule (S.A.V.) iman eden müslümanlar cahiliyeye ait bütün inanç ve yaşam biçimlerini kirli çamaşır gibi bir daha giymemek üzere atıyorlardı. Resul (S.A.V.) kararlı tavrı karşısında acze düşenler ona görüşme teklifinde bulunuyorlardı. Davasından vazgeçirmek için para teklif ettiler, kızlarının en güzelini vermekle birlikte başlarına lider yapma teklifinde bulunuyorlardı. Onun davası ne kadın ne makam ne de para olduğundan “bir elime güneşi diğer elime ayı koysanız ben bu davadan vazgeçmem” mevcut Islâm ülkelerinde Allah’ın hükmüne dayalı bir Devleti isteyen müslümanlar işkence ve zulüm görürken diğer tarafta uzlaşmacı tavizkârların destek görmesi aslında herşeyi izah etmektedir. Ne dersiniz? Allah şöyle buyurmaktadır:
    “De ki: Ey kâfirler siz benim inandığıma inanmazsınız, ben de sizin taptığınıza tapmam. Sizin dininiz (demokrasiniz. Laikliğiniz) size benim dinim banadır. (Kafirun: 3-4)

    YanıtlaSil