28 Mayıs 2015 Perşembe

MÜSLUMANLAR VARLIKLARINI KORUMA UĞRUNA DA OLSA İSLÂMÎ KİŞİLİK VE TAVIRDAN VAZGEÇMEMELİDİRLER -1-

Tüm dünya genelinde çağdaş tağutlar ve avaneleri kâfirler İslâm’a ve müslümanlara karşı topyekün savaş açmış durumdadırlar, bu savaşlarını, “Islâm tehlikesi”, “İslâm radikalizmi”, “İslâm fundamentalizmi”, “siyasal İslâm”, “İslâm terörü”, “aşırı dincilik”, “irtica” gibi sloganik naralar atarak sürdürmektedirler. Böylesi naralar atarak dünyanın çeşitli yerlerinde çeşitli üsluplar kullanarak İslâm’a ve müslümanlara saldırılarda bulunmaktadırlar. Çağdaş tağutların ve kâfirlerin bu saldırılarının bir kaç nedeni vardır.

KAFİRLERİN SALDIRI SEBEPLERİ

1-Allah’u Teâla’nın da belirttiği gibi onların İslâm’a ve müslümanlara karşı kalplerinde besledikleri kin ve düşmanlıktır.

Allah'u Teâla bunu şöyle belirtmektedir:


“Şüphesiz kâfirler size apaçık düşmandırlar.” (Nisa: 101)

“Ey iman edenler! Kendi dışınızdakileri (kâfirleri) yakın çevre edinmeyin. Çünkü onlar size fenalık etmekten geri durmazlar, size sıkıntı verecek şeyi isteyip dururlar. Gerçekten kin ve düşmanlıkları ağızlarından (dökülen sözlerinden) belli olmuştur. İçlerinde sakladıkları (düşmanlıkları) ise daha büyüktür.” (Ali İmran: 118)

“Onlar eğer güçleri yeterse, sizi dininizden geri döndürünceye kadar size karşı savaşa devam ederler.” (Bakara: 217)

“Şayet onlar sizi ele geçirirlerse size düşman kesilirler, size ellerini ve dillerini kötülükle uzatırlar. Zaten inkâr edivermenizi istemektedirler.” (Mümtehine: 2)

Evet kâfirler ellerindeki çeşitli maddi güçleri bu tıynıyetleri (tabiatları) doğrultusunda İslâm’a ve müslümanlara karşı açtıkları topyekün savaşta kullanmaktadırlar.

2-İdeolojik geleceklerinin ve sistemlerinin geleceğini güvencede göremiyorlar.

Çünkü sistemlerinin köhneliği, kokuşmuşluğu, iflası artık gizlenemez hale gelmiştir. İslâm’ı da bu açıdan kendileri için tehlike görmektedirler. Onun için İslâm’ın hayat veren aydınlığını karartmaya ve müslümanları da dinlerinden döndürmeye, insanların Allah’ın yoluna gitmelerine engel olmaya çalışmaktadırlar. Son dönemdeki hırçınlıkları da kötü akibetlerinin yakın olduğunu hissetmelerindendir. Allahu Teâla kâfirlerin bu zaaflarını ve tıynıyetlerini de şöyle izah etmektedir:

“Ehli kitaptan çoğu, hak ve doğru olan kendilerine apaçık belli olduktan sonra sırf içlerindeki kıskançlıktan ötürü sizi imanınızdan vazgeçirip küfre döndürmek isterler.” (Bakara: 109)

“Onlar, Allah’ın nurunu (İslâm’ı) ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Halbuki kâfirler hoşlanmasalar da Allah nurunu tamamlamaktan asla vazgeçmez.” (Tevbe:32)

“De ki: Ey kitap ehli! (Gerçeği) görüp bildiğiniz halde niçin Allah’ın yolunu eğri göstermeye yeltenerek mü’minleri Allah yolundan saptırmaya kalkışıyorsunuz? Allah yaptıklarınıza tamamıyla şahiddir. Ey iman edenler! Kendilerine kitap verilenlerden bir gruba uyarsanız, imanınızdan sonra sizi çevirip kâfirler haline getirirler.”^Ali imran 99-100)

“Şüphesiz ki inkâr edenler (kâfirler) mallarını insanları Allah yolundan saptırmak için harcıyorlar. Daha da harcayacaklar. Ama sonunda bu onlara yürek acısı olacak ve en sonunda mağlup olacaklardır. Kâfirlikte ısrar edenler ise cehenneme sürükleneceklerdir.” (Enfal: 36)
Not.2015 bu ayetin meali bu gün orta doğudaki savaşta bariz olarak görülmektedir.
İslâm’ın aleyhinde, karalama, saptırma, hakla batılı karıştırma, müslümanların kafalarını karıştırmaya yönelik faaliyetlerin yoğunluğunun arka planında işte bu tiyniyetler vardır.

3-Kâfirler dünya hayatına, malına ve zevkine düşkündürler.

Bu mal ve şehvet düşkünlükleri onların gözünü bürümekte ve bütün dünyanın kendilerine ait olmasını istemektedirler. Bu egoist (bencil) hırs, onları başka insanların özellikle de müslümanların mal ve servetlerini sömürmeye, haksızca ele geçirmeye sevk ettirmektedir. Bunun önünde tek engel olarak da İslâm’ı ve İslâmi bakış açısını görmektedirler. Onun için de hırçınlaşmaktadırlar.

“Ey iman edenler! Bilin ki; hahamlardan ve rahiplerden bir çoğu, insanları Allah yolundan saptırarak mallarını haksız yollardan yerler!” (Tevbe: 34)


“Küfredenler ise, zevklenirler ve hayvanların yediği gibi yerler. Onların yeri ateştir.” (Muhammed 12)


“(Kâfir kimse) yönetime geldiğinde, yeryüzünde bozgunculuk etmeye, ekinleri tahrip edip nesilleri helâk etmeye koşar. Allah bozgunculuğu sevmez.” (Bakara: 205)

4-Kâfirler, Allah’ın indirdiklerinden hoşlanmazlar, onu kerih görürler.

“İnkar edenlere ise, yıkım ve yokluk olsun! Allah onların işlerini boşa çıkarır (Allah) onların amellerini şaşırtmıştır. Bunun sebebi, Allah’ın indirdiğinden hoşlanmamalarıdır (onu kerih görmeleridir). Allah da onların amellerini boşa çıkarmıştır.” (Muhammed 8-9)

“Andolsun ki, Biz, bu Kuran’da öğüt alıp düşünsünler diye çeşitli açıklamalar yaptık. Oysa bu, ancak onların daha da nefretle uzaklaşmalarını artırdı.” (isra: 41)

“Sen Kur’an’da Rabbini tek (bir ilah) olarak andığın zaman, nefretle uzaklaşarak gerisin geriye giderler.” (İsra: 46)

Onun içindir ki Allah’ın indirdikleriyle yönetime, şeriata, Hilâfet’e karşıdırlar. Onun içindir ki “Allahu Ekber”, “La ilahe illallah” kelime-i tayyibelerinden dahi hoşlanmazlar. Allah’ın her emrini çirkin, her yasağını güzel bulurlar... Meselâ; Hilâfet’i çirkin, demokrasiyi ya da cumhuriyeti güzel görürler. Tesettürü çirkin, güzellik yarışması dedikleri açılıp saçılma, fuhşiyat yarışmalarını vb. güzel görürler.

Dünü, bugünü ve yarını ile tüm kâfirlerin tıyniyetleri budur. Bu tıyniyetleri değişecek de değildir. Onun için onların bugün çeşitli üsluplarla çeşitli yerlerde müslümanlara ve İslâm’a karşı topyekün savaş ilân etmeleri de o tıyniyetlerinin gereğidir.

Tüm dünyada, özellikle de halkı müslüman ülkelerde ve onlardan birisi olan Türkiye’de çağdaş tağutlar, kâfirler ve avaneleri zalimler, İslâm’a ve müslümanlara karşı şu üsluplarla savaş etmektedirler:

KAFFİRLERİN SALDIRI ÜSLUPLARI

1- Katliam-sürgün:

Müslümanları katletmek, yerlerinden yurtlarından göçe zorlamak, hapse atmak yöntemleri. Filistin, Bosna, Kosava, Karabağ, Keşmir, Filipinler, Cezayir gibi yerlerde açık katliamlar. Mısır, Tunus, Suudi Arabistan, Irak, Suriye, Türkiye gibi yerlerde inançlarından dolayı müslümanların nasıl zulümlere maruz kaldıkları ortadadır. Bu ülkelerdeki çağdaş zorbalar, tağuti rejimler müslüman halkların başlarının belası olmuş, ülkeyi bir açıkhava hapishanesine çevirmişlerdir. Birçok müslümanı da yerlerinden yurtlarından sürgün etmişlerdir. Yani kâfirliklerini yapmışlardır.

“Onlar (kâfirler) eğer güçleri yeterse, sizi dininizden geri döndürünceye kadar size karşı savaşa devam ederler.” (Bakara: 217)


“Onlar; başka değil, sırf ‘Rabbımız Allah’tır’ dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir.” (Hac: 40)

Bugün de yeryüzünde bir çok müslüman sırf Rabbımız Allah deyip inançları doğrultusunda yaşamak istedikleri için bu tür zulümlere maruz kalmaktadırlar.

2- Hakkı batılla karıştırmak ve hakikatları tahrif etmek:

Müslümanları dinlerinde fitneye düşürmek için hak batıl birbirine karıştırılmakta, İslâm’ın kavram ve hakikatları kasıtlı olarak tahrif
edilmeye çakşılmaktadır. Zaten hak ve batık birbirine karıştırmak, hakkı ketmetmek (örtmek ve kavramları, hakikatları saptırmak) tahrif etmek kâfirlerin tek sermayeleridir, sürekli başvurdukları yöntemlerindendir. Buna da Allahu Teâla şöyle dikkat çekmektedir:

“Kitap ehlinden bir kısmı istediler ki ne yapıp edip sizi saptırabilsinler. Oysa onlar sadece kendilerini saptırırlar da farkına bile varmazlar. Ey kitap ehli! (Gerçeği) görüp bildiğiniz halde niçin Allah’ın ayetlerini inkâr edersiniz? Ey kitap ehli! Neden hakkı batıla karıştırıyor ve bile bile hakkı gizliyorsunuz?”
(Ali İmran: 69-71)

“Hakkı batıl ile karıştırmayın, bilerek hakkı gizlemeyin.” (Bakara: 42)

“Ahidlerini bozmaları sebebiyle onları lânetledik ve kalplerini katılaştırdık. Onlar kendilerine zikredilen ahkâmın önemli bir bölümünü unutarak kelimelerin yerlerini tahrif ederler. İçlerinden
pek azı hariç, onlardan daima bir hainlik görürsün.” (Maide: 13)

“Şimdi (ey mü’minler) onların size inanacaklarını mı sanıyorsunuz? Gerçek şu ki; onlardan bir zümre vardır ki Allah’ın kelamı nı işitirler sonra onu aklettikleri halde bile bile tahrif ederler.”
(Bakara: 75)

“Vay haline o kimselerin ki kitabı elleriyle yazarlar sonra o yazdıklarını az bir paha karşılığında satmak için ‘bu Allah’tandır’ derler. Elleriyle yazdıklarından ötürü vay haline onların! Yine kazandıklarından ötürü vah haline onların!” (Bakara: 79)

İşte bu tıyniyetli çağdaş kâfirler de Hak Dini tahrif çalışmalarını sürdürmektedirler. Bu çerçevede mesela şunları yapmaktadırlar:

a-İslâm’da cihat vardır. Cihat yeryüzünde fitnenin yani Allah’a kulluğa ve Allah yoluna mani olan her türlü maddi engelin (devlet, ordu, nizam gibi engellerin) ortadan kaldırılması ve Allah’ın indirdikleriyle yönetimin hakim kılınması için savaşmaktır. İşte bu gerçeği gizleyip İslâm barış ve diyalog dinidir, diye tahrif etmek istiyorlar... Böylelikle kâfirler kendi siyasi varlıkları için en büyük tehdit olarak gördükleri cihat kavramım müslümanların zihinlerinden silmek istiyorlar.

b-İslâm hoşgörü dinidir, diyerek küfrü, zulmü, münkeri, fışkı hoşgörmeye; tağutu, kâfiri, zalimi, mücrimi, fasıkı hoş görmeye davet ediyorlar. Böylelikle bütün bunlara karşı red tavrı ile keskin kılıç olan İslâm hakikati tahrif ediliyor.

c-İslâm’da yönetim sistemi yoktur da şura vardır. Öyleyse demokrasi ve cumhuriyet İslâm’dandır, diyerek İslâm’daki yönetim sistemi olan Hilâfet gerçeği inkâr edilmekte ya da gizlenmek ve İslâm’daki şura hakikatına demokrasi ve cumhuriyet batılı karıştırılmak istenmektedir.

d-Siyaset insanın sosyal ve siyasal yaşantısının belirli bir fikir ve sistemle düzenlenmesidir. İslâm da insan hayatının tamamını düzenlemek için ve yaşantının tamamında insanın Allah’a kul olmasını sağlamak için Allah’ın Rasulü ile vahiy yoluyla gönderdiği, kemâle erdirdiği ve razı olduğu son tek hak dindir. O halde bu din, ruhi ve siyasi yönü bariz ve birbirinden ayrılmayan bir dindir. Bu hakikata rağmen İslâm siyasi bir din değildir. Siyaset pisliktir. Siyasal İslâm da pisliktir. Fundamentalistlik, radikallik aşırılıktır, diyerek İslâm’ın siyasi gerçeği inkâr edilmekte ya da tahrif edilmek istenmektedir.

e-İslâm, gönderilişinden sonraki tüm zamanlar ve mekanlardaki tüm insanlara hitap eden evrensel bir din olduğu halde onu milli ve yöresel bir din haline getirmeye çalışmaktalar. Türkiye İslâm’ı, Arap İslâm’ı, İran İslâm’ı gibi tabirlerle İslâm hakikatına bölgecilik ve milliyetçilik batılları karıştırılmak istenmektedir. Hatta Türkçe ibadet, Türkçe ezan, Türkçe Kur’an gibi tabirlerle zihinler kirletilmek istenmektedir.

f-“Hadislerin bazıları uydurma ve zayıftır, onun için hadislere gerek yoktur, Kur’an bize yeter, Kur’an Islâm’ı” diyerek insanları Kur’an pratiğinden uzaklaştırmak ve Dinden saptırmak istemektedirler. Nitekim şimdi “Kur’an Islâm’ı” diyenler Kur’an’ın açık muhkem hükümlerini dahi kabul etmiyorlar ve şeytani bir üslupla diyorlar ki; “Kur’an, hükümler kitabı değil ilkeler kitabıdır, ilkeler de her çağa ve şartlara göre yorumlanır.” Böylece de tamamen dinden sapıyorlar. Meselâ; Kur’an’da hırsızlık yapmanın cezası, hırsızın elinin kesilmesi olarak gösterilmişken, “Asıl olan hırsızlığın yasak kılınmasıdır, el kesme hükmü değildir” diyerek dinden sapıyorlar. Heva ve heveslerini ilah ediniyorlar. Bütün bunlar gösteriyor ki, Rasulullah’m sünnetinin teşri değerini inkâr edip de hidayette kalmak mümkün değildir.

3- Müslümanları tamamen sindirmeye yönelik faaliyetler: Bu tür faaliyetler, zamanın tağutu firavunların tıyniyeti işlerdendir. Firavunlar Allah’ın indirdiği risalete, hidayete, dine, yaşam tarzına tabi olanları hep yasalarla tehdit ediyorlar, kadınlarını fuhşa teşvik ediyorlar, çocuklarını öldürüyorlardı. İşte bunu gösteren bir kaç ayeti kerime:

“Bilinmelidir ki kâfirlerin ne malları ne de evlatları Allah huzurunda kendilerine bir fayda sağlamayacaktır. İşte onlar cehennemin yakıtlarıdırlar, (onların yolu) Firavun hanedanının ve onlardan öncekilerin tuttuğu yola benzer. Zira onlar bizim ayetlerimizi yalanladılar. Allah da kendilerini günahları yüzünden yakalayıverdi. Allah’ın cezası çok şiddetlidir.” (Ali İmran: 10-11)

“Firavun dedi ki; Ben size izin vermeden ona iman mı ettiniz? Bu hiç şüphesiz şehirde (Mısır’da) (kipti olan) halkını oradan çıkarmak için kurduğunuz bir tuzaktır. Ama yakında (başınıza gelecekleri) bileceksiniz. Mutlaka ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim, sonra da hepinizi asacağım.” (A’raf: 123-124)

“Firavun kavminden ileri gelenler dediler ki; Musa’yı ve kavmini, seni ve tanrılarını bırakıp yeryüzünde bozgunculuk çıkarsınlar (halkı senin aleyhine) kışkırtsınlar diye bırakacak mısın? (Firavun ise); Biz onların oğullarını öldürüp kadınlarını hayat kadını yapacağız. Elbette ki biz onları ezecek üstünlükteyiz, dedi.” (A’raf: 127)

“Kavminden ileri gelen kibirliler dediler ki; Ey Şuayb! Kesinlikle seni ve seninle beraber inananları memleketimizden çıkaracağız, yahut dinimize döneceksiniz.” (A’raf: 88)
“Kavminin ileri gelen kafirleri dediler ki; Eğer Şuayb’e tabi olursanız, o takdirde siz mutlaka ziyana uğrarsınız.” (A’raf: 90)

Çağdaş Firavunlar ve müstekbirler de aynı çizgide icraatlar yapıyorlar. Meselâ, şunları yapıyorlar:

a-)Allah’ın dinine samimiyetle bağlı kalıp onu hayatta hakim kılmak için samimiyetle çalışmayı Firavun gibi irtica, bozgunculuk olarak kötüleyerek en ağır cezalar gerektiren en büyük suç, kendi
varlıklarını tehdit eden en birinci düşman ilân ediyorlar. “İrticaya karşı topyekün savaş”, “irtica, en öncelikli düşman”, “Irticayı ortadan kaldırmaya yemin ettik”, “irtica ile mücadele yasaları” v.b. tamtamlar ile müslümanları tehdit ediyorlar. Korkutmak, sindirmek istiyorlar. Hapse atıyor, işlerinden kovuyorlar. Hatta faili meçhul yöntemlerle öldürüyorlar.

b-)Allah’ın emri olan tesettürü ve başörtüsünü yasaklayarak. Firavun ve ileri gelenlerinin tiniyeti ile müslüman kadınlarını fuhşiyata zorluyorlar. .. Kadınları tesettürlerinden soyarak şehvetlerine malzeme yapmak istiyorlar... Bu maksatla müslüman kadınları okulda, devlet dairelerinde hatta iş takibi esnasında dahi başlarını açmaya zorluyorlar. Türkiye’de olduğu gibi. Tunus’de ise sokaklarda dahi başörtüsünü yasaklıyorlar...

c-)Müslümanlara, çocuklarına Kur’an ve dinlerini öğretmeleri yasaklanıyor. .. Bu hususta ısrarcı olanlar ise mürteci diyerek en ağır şekilde cezalandırılmakla tehdit ediliyorlar.

d-)Müslümanların inançları hep alay konusu edilerek, onlar tahkir ediliyorlar. “Çağdışılık”, “gericilik”, “karanlıkçılık” gibi karalamalara maruz bırakılıyorlar. Böylelikle müslümanlar sindirilmek, pıstırılmak ve Islâmi kişilikten hatta duygulardan tamamen soyutlanmak istenmektedir...

MÜSLÜMANLARIN SERGİLEMEKTE OLDUKLARI TEPKİLER

Bütün bu yapılanlar karşısında müslümanların şu tür tavırlar ve tepkiler sergiledikleri müşahade edilmektedir:

1 -Hep savunmaya geçmek, Kompleksle tepki göstermek.

Bu durumda, kâfirlerin kendilerine ve inançlarına yönelik karalama saldırılarına karşı hep öyle olmadığını gösterip kâfirleri hoşnut etmeye yönelik gayretler içine girdikleri görülmekte... Bu da hakkı batılla karıştırmaya sevketmekte... Ayrıca kâfirlere daha da saldırgan olmaları hususunda cesaret kazandırmaktadır. Allahu Teâla bu tavrı şöyle nehyetmektedir:


“Gevşeklik göstermeyin, üzüntüye kapılmayın. Eğer inanıyorsanız üstün olan sizsiniz.” (Ali Imran: 139)

2- Hoşgörü diyalog anlayışı içinde tepki göstermek.

Hep buna çağırmak ‘Sana bir tokat atana öbür yüzünü çevir anlayışı ile hareket etmek. Bu da kâfirlere ve tüm küfürlerine, zulümlerine karşı müslümanları tepkisiz, duyarsız hale getirmekte ve hatta zelil (itibarsız, ağırlıksız) kılmaktadır.

3- Sevgiyle yaklaşmak (kucaklayıcı) olmak.
Kim sevilecek, seveceksin, kim kucaklanacak!? Küfrü, zulmü, fışkı, münkeri sevmek-benimsemek mümkün olamaz. Bunların ehlini yani kâfirleri, zalimleri, fasıkları, mücrimleri sevmek, kucaklamak da mümkün olamaz. Sen sevsen de o seni sevmez!... Nitekim Allahu Teâla şöyle buyuruyor:

“İşte siz öyle kimselersiniz ki, onlar sizi sevmedikleri halde ve siz (Allah’ın) Kitabı’nın tamamına inandığınız halde onları seveceksiniz.” (Ali İmran: 119)

4-Ya da bütün olanlara karşı hiç bir şey olmamış gibi tepkisiz kalmak, hep geri adım atmak.

Bu da bir müslümanda hiç olmaması gereken duyarsızlıktır.

Bu tavırları şair şu mısraları ile veciz bir şekilde ifade etmektedir:

Yamadık dünyamızı yırtarak dinimizden

Din de gitti dünya da gitti elimizden

Bütün bu tür tavırlar kesinlikle İslâm’ın red ettiği tavırlar olduğu gibi müslümanlara ne izzet, nusret, kuvvet, üstünlük kazandırır ya da başlarına kâfirlerin getirdiği çeşitli zulüm ve zulümatı defedebilir. Hatta diyebiliriz ki, müslümanların karşısında kâfirlerin böylesine küstah ve cesur olmalarını sağlayan müslümanların sergiledikleri bu tür tavırlardır. Çünkü böylesine silik ve zelil tavırlar imanın heybetini müslümanların üzerinden kaldırıp, onun kâfirlerin kalbinde oluşturduğu korkuyu gidermekte ve müslümanları korkak, ürkek, pısırık konuma düşürmektedir. Dünya sevgisi ve ölümü kerih görme haline düşünce de sel önünde sürüklenen çer çöp gibi ağırlıksız, mevkisiz bir konumuna düşmekteler, sayıları ne kadar çok olsa da. Nitekim bu durumu 

Rasul (s.a.v.) şöyle belirtmiştir:

“Yemek yiyen obur kimselerin yemek sofrasına üşüştükleri gibi çeşitli din mensuplarının (kâfirlerin) size karşı birleşip üşüşmeleri yakındır. Birisi sordu: Acaba o zaman biz sayıca az mı olacağız? Hayır bilakis siz o zaman sayıca çok olacaksınız. Fakat siz, selin önünde sürüklenen çerçöp gibi olacaksınız. Allah düşmanlarınızın kalbinden sizin korkunuzu çıkartacaktır. Sizin kalbinize de ‘vehen’ atacaktır, buyurdu. Vehen nedir, ey Allah’ın Rasulü? Diye sorduklarında şöyle buyurdu: Dünya sevgisi ve ölümü kerih görmektir.” (Ebu Davud, Melâhim, 3745)

Bütün İslâm aleminde durum maalesef bu merkezde. Nitekim:

-Türkiye’de bir avuç yahudi bozuntusu dönme laik-kemalist olgu, müslüman olan halka karşı nasıl sindirme icraatları içine girdiler! İslâm’a ve müslümanlara
saldırmaktalar. İktidarlarını zulümle sürdürmekteler.

-Suriye’de bir avuç Nusayri-kâfir alevi, müslüman halkın önünde zulüm iktidarlarını sürdürmektedir.

- Irak’ta bir avuç Baasçı kâfir yıllarca müslümanlara kan kusturmaktadır.

- Mısır’da bir avuç kipti Mısır’daki müslüman halka zulüm etmektedir.

-Cezayir’de bir avuç Fransız bozuntusu kâfir cunta halkı katletmektedir.

-Suudi Arabistan’da bir avuç pion Suud ailesi halkın dünyalarını karartmaktadır.

-İran’da bir avuç mezhepçi-kavmiyetçi zümre İran halkını kandırmaktadır.

-Pakistan’da bir avuç Kadıyani müslüman halkı birbirine düşürmektedir. v.b.

-Bütün Ortaaysa-Kafkasya’daki halkı müslüman ülkelerde bir avuç Rus uşağı komünist artıkları halkın başında bela olmaktadırlar.

İşte bütün bu manzaranın sebebi, müslümanlarm dost-düşman hak-batıl tespitinde İslâm akidesini esas almayışları, İslâmi bakış ve İslâmi şahsiyetten ve bunların gerektirdiği İslâmi tavırdan yoksun oluşlarıdır.

İSLÂMİ TAVIR NEDİR?

Peki müslümanlara yönelik bütün bu baskı, zulüm, saptırmalara, saldıralara karşı takınmaları gereken Islâmi tavır nedir? Sorusuna gelince: Elbette ki bu sorunun cevabını da akidemiz gereği olarak Yüce Rabbımız Allahu Teâla’nın hitabında aramamız gerekmektedir. Bu hususla ilgili bir kaç ayeti kerimeye dikkatleri çekmek istiyoruz:

“De ki; O ancak bir tek ilahtır. Ben sizin ortak koştuklarınızdan uzağım.” (En’am: 19)

“İbrahim’de ve onunla beraber olanlarda sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki; Biz sizden ve sizin Allah’tan başka taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz (reddediyoruz). Siz bir tek Allah’a inanıncaya kadar sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve Öfke belirtmiştir.” (Mümtehine: 4)

“De ki; Ey kâfirler! Ben sizin tapmakta olduklarınıza tapmam. Şu anda siz de benim kulluk ettiğime kulluk etmiyorsunuz. Ben de sizin taptıklarınıza asla tapacak değilim. Siz de benim kulluk ettiğime kulluk etmezsiniz. O halde sizin dininiz size, benim dinim bana.” (Kafirin: 1-6)


“Onlar seni yalanlarsa de ki; Benim işim bana, sizin işiniz de size aittir. Siz benim yaptığımdan uzaksınız, ben de sizin yaptığınızdan uzağım” (Yunus: 41)

Bu ayeti kerimelerde görüldüğü gibi Allah’u Teâla, Resulünden ve ona tabi olanlardan; kâfirlere, müşriklere karşı kesin red tavrı ortaya koymalarını talep etmektedir. İnanç, fikir, söylem ve eylem bazında onlardan olmadıklarını, müslüman olduklarını açıkça ilân etmelerini talep etmektedir. Bilinen bir usulü tefsir kaidesine göre Allah’u Teâla’nın Resulüne hitabı, ona hasredilmedikçe ümmetine de hitaptır. Buna göre Allah müminlerden, müşriklere, kâfirlere karşı “Biz sizden değiliz,sizin inanç ve fikirlerinizi, eylemlerinizi benimsemiyor ve paylaşmıyoruz. Bizim safımız budur. Bu safımız ve tavrımızı da değiştirici değiliz” tavrını sergilemelerini talep etmektedir.

Buna göre bugün müslümanlar çağdaş müşriklere, laiklere, kemalistlere, demokratlara ya da krallara karşı “Biz laikliği, kemalizmi, demokrasiyi, liberalizmi, krallığı benimsemiyoruz. Biz müslümanız” demeleri gerekmektedir. Yoksa laik, kemalist, demokrat, liberalist, krala olduğunu söylemeleri, bu düşünce ve sistem kalıplarında, eylemlerde bulunmaları değil!..

Allahu Teâla müminlerden Kelime-i Tevhid çizgisinde kesin Islâmi tavır ortaya koymalarını talep ediyor ve nusretini, yardımını bu çizgide sebat etmeye bağlı kılıyor. Nitekim şöyle buyuruyor:

“Allah iman edenleri dünya hayatında da ahirette de sabit söz ile (kelime-i tevhid ile) ayaklarını sabit kılar. Allah zalimleri ise şaşırtır. Allah dilediğini yapar.”
(İbrahim; 27)

Yani “Lailahe illallah” kelimei tevhidinde sabit kalıp o çizgide tavır sergileyenlerin ayakları dünyada hidayetin dışına çıkmaz. Ahirette de azaba düşmez. Allah o ayakları sabit kılar. Zalimler ise kelime-i tevhid çizgisini yani hidayeti görüp benimsemeyenler, benimseyip gereğini yapmayanlardır. Allah öylesi kimseleri de ne yapacağını bilmezliğin şaşkınlığına düşürür de doğruyu göremez olurlar.


“De ki; Şüphesiz benim namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümümün hepsi alemlerin Rabbı Allah içindir. O’nun ortağı yoktur. Bana böyle emrolundu. Ve ben müslümanların ilkiyim.” (Erfam 162-163)

Peygambere hitap kendisine hasr olunmamışsa ümmetine de hitaptır. Burada da öyle bir hasr söz konusu değildir. O halde; “Ey müslümanlar şöyle deyin: Bizim namazımız, ibadetlerimiz, hayatımız, ölümümüz alemlerin Rabbı Allah içindir. O’nun hiç bir ortağı yoktur. Hayatımızda O’ndan başka kimsenin hükümranlığını kabul etmeyiz. Böyle olmakla emrolunduk. Biz müslümanlarız, deyin” demektir.

İşte Allah (c.c.) bizim söylem, eylem, tavır ve kişiliğimizi böyle tayin ve talep ediyor.


“Ben müslümanlardanım deyip salih amel işleyerek insanları Allah’a davet eden kimsenin sözünden daha güzel SÖzlÜ kim Olur?” (Fussüet: 33)

Allahu Teâla’nın bu şekilde methettiği bir husus, şiddetle talep ettiği bir husustur. Öyle olmayı farz kılmaktadır. Yani İslâm şahsiyetini söz ve eylemle izhar edip şeri hükümlerle kayıtlı kalarak Allahın dininin hakimiyetine davet etmeyi farz kılmaktadır.


“De ki; Ey kitap ehli! Sizinle
bizim aramızda eşit bir kelimeye (kelime-i tevhide) geliniz. Allah’tan başkasına tapmayalım. O’na hiç bir şeyi ortak koşmayalım. Ve Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilahlaştırmasın. Eğer onlar yine yüz çevirirlerse işte o zaman; Bizim müslüman olduğumuza şahit olun, deyiniz.” (Ali İmran: 64)

ister kitap ehli olsun ister başka din ehli olsun, onlar ile müslümanlar arasında ilişki, dialog değil sadece Kelime-i Tevhid’e davet şeklinde olur. Onlar bu davete icab etmediklerinde ise müslümanlar kendi kişilik ve çizgilerini korurlar ve bunu ilan ederler. Biz müslümanız, derler, onlan küfürleri ile kabullenmezler. Ancak onlarla zimmet ahkamına göre muamele olunur. Bu durumda ise onlar müslümanların zimmetindedirler, yani müslümanlardan aşağı konumdadırlar.

Müslümanlar müslüman ismini ve kimliğini taşımaktan onur duymaktadırlar, bir kompleks ya da eziklik değil.! Zira onlara bu ismi Allah vermiştir. Ki bu kişilik ile insanlığa şahidlik yapsınlar, yani onlara risaleti hidayet ve nur olarak götürsünler.

“Peygamberin size şahid olması sizin de insanlara şahid olmanız için, gerek bundan önceki (kitaplarda) gerekse bunda (bu kitapta) size ‘müslümanlar’ ismini O (Allah) verdi. Öyle ise namazı kılın, zekatı verin ve Allah’a sarılın. O ne güzel
mevladır ve ne güzel yardımcıdır.”
(Hac: 78)

Allahu Teâla müslümanları bu kişiliklerini unutmalarından sakındırıyor. Şöyle buyurmuştur:

“Ey iman edenler! Allah’tan korkun (takvalı olun). Herkes yarına ne hazırladığına baksın. Allah’tan korkun ‘takvalı olun). Zira Allah yaptıklarınızdan haberi olandır. Allah’ı unutup da, Allah’ın da kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar fasıktırlar.” (Haşr: 18-19)

Kişinin Allah’ı unutması takvadan uzaklaşması yani amellerinde şeri hükümleri gözetmemesi ile olur. Bu durumda ısrar eden kimse ise bir müddet sonra kendisinin müslüman kişiliğini de unutup fasıklar topluluğuna karışır... Bu durum bir müslümanın başına gelebilecek en büyük felaketlerdendir. Allah korusun!

“Ey iman edenler! Allah’tan korkun (takvalı olun) ve dosdoğru söz söyleyin. Allah işlerinizi düzeltsin ve günahınızı affetsin. Kim Allah’a ve Rasulüne itaat ederse büyük bir kurtuluşa erişmiş Olur.” (Ahzab: 70-71)

Rabbımız Allahu Teâla, mü’minlerden batıl-yanlış, kaypak, muğlak söz değil dost doğru hak söz söylemeyi talep ediyor. Bunu takvalı olmanın gereği kılıyor. Kavli ile fiili, söylemi ile eylemi İslâmi açıdan tutarlı olduğunda, Allah mümin kullarının işlerini düzelteceğini ve günahlarını affedeceğini de vaad ediyor. Bu çerçevede Allah ve Rasulüne itaatin, mümini büyük kurtuluşa eriştireceğini de bildiriyor. Yani dünyada dalalet ve zilletten, ahirette ise azaptan-hüsrandan kurtuluş...

İşte bu ve benzeri bir çok ayeti kerimeler ile Allahu Teâla müminlerden kâfirlere karşı nasıl tavır takınacaklarını açıkça ortaya koymakta ve bu çizgiden çıkmaktan onları sakındırmaktadır. Bazılarının zannettikleri gibi Rabbımızın müminlerden talep ettiği bu tavır müminlerin güçlü oldukları dönemlere mahsus bir tavır değildir. Bilakis Allahu Teâla’nın bu talebi müminlerin en zayıf oldukları dönemlerde gelmiştir. Bu ayetlerin büyük çoğunluğu Mekke döneminde gelmiştir. Nitekim ilk müslümanlar Allahu Teâla’nın bu talebini davranışlarına yansıtmışlar, böylelikle Allahu Teâla’nın rızası ve nusretine nail olmuşlardır.

Buna bir örnek; Mekke’de müşriklerin dinlerinden dönmeleri için müslümanlara baskılarını artırdıkları bir dönemde bir gurup müslümanın Rasulullah (S.a.v) Efendimizin tavsiyesi üzerine Habeşistan’a gittiklerinde sergiledikleri tavırdır. Oraya hicret edip iltica eden müminler imkanları bol ve maddi açıdan güçlü bir durumda değildiler. Onlar oraya vardıklarında, bundan haberdar olan Mekke müşrikleri Habeş kralına elçi gönderip müminlerin iltica taleplerini reddettirmeye çalıştılar. Mekke müşriklerinin elçileri Krala, kendisinden iltica talebinde bulunan o kimselerin bozguncu, anarşist olduklarını, toplumlarında huzursuzluk çıkardıklarını, baba ile oğlu birbirinden ayırdıklarını, o toplumda atalarından kalma dinlerini terk edip yeni bir din icad ettiklerini, kurallara uymadıklarını, bu toplumda da huzursuzluk sebebi olacaklarını, kralın kurallarına uymayacaklarını, meselâ, kralın huzuruna gelince rukü ve secde yapmayacaklarını söyleyerek, onu müminler aleyhinde kışkırtmak istediler. Ancak Kral hemen onların telkinleri ile karar vermeyip kendisine iltica talebinde bulunan müminleri de dinlemek istedi ve onları yanına çağırttı. Müminler kralın kurallarına, yasalarına rağmen huzuruna gelince rukü ve secdeye varmadılar ve karşısında dimdik durdular. Kral onlara bunun sebebini, kim olduklarını ve davalarının ne olduğunu sorunca da; “dost doğru” konuşarak, kendilerinin müslüman olduklarını, Allahın gönderdiği Rasulullah Muhammed’in (s.a.v) getirdiği Islâm Dini’nin mensubu olduklarını, onun için sadece Allahın huzurunda rukü ve secde yaptıklarını açık sözlülükle dosdoğru bir şekilde anlattılar ve kişiliklerinden, çizgilerinden zerre kadar taviz vermediler. Yalpa yapmadılar... Sizin Rasulünüz size ne getirdi diye Kral onlara sorunca da onlardan birisi hemen Meryem suresini okudu. Ki bu surede Kralın inancının çürütülmesi var. hak sözün açığa vurulması var... Fakat Kral bütün bunlara rağmen
müminlerin ülkesinde kalmalarına izin verdi. Allah onun kalbini yumuşattı...

Bundan da anlaşılıyor ki, müminler o kadar zor ve zayıf anlarında dahi varlıklarını koruma uğruna Kelime-i Tevhid çizgisinden ve kişiliklerinden asla vazgeçmemişlerdir. Allah’ın yardımına da böylece müstehak olmuşlardır.

“Efendim, şimdi biz zayıfız, kâfirler güçlü onlara karşı böylece açık-keskin İslâmi tavır sergilersek, o zaman bizi ezerler, yok ederler. Onun için onların şerlerinden korunmamız ve varlıklarımızı muhafaza edebilmemiz için güçlenesiye kadar onlardan görünelim, onların hoşlanmadığı söylem ve eylemleri terk edelim. Biz de demokrat, liberalist, kemalist, milliyetçi, laik, cumhuriyetçi, kralcı söylem eylemlerde bulunalım.” v.b. gerekçelerle tavırlar ortaya koymak, şer’an caiz olmadığı gibi akıllıca bir iş de değildir. Zira akıllı iş Allah’a kulak vermek ve O’nun komutlarına teslim olmaktır.

İSLÂMİ TAVRIN PRATİĞİ

Allahu Teâla’nın, yukarıdaki talebi olan İslâmi tavır ve kişilik sergilemenin pratiği nasıl olacak? Meselâ; başörtüsü yasağı karşısında müslümanların göstermeleri gereken tepki nasıl olmalıdır? Bunun cevabı yukarıdaki ayeti kerimelerin ışığında şöyle olur:

-Başörtüsünü, tesettürü yasaklayanlar, Allah’ın emri olduğu için yasakladıklarını gizlemiyorlar. Toplum ve devlet yaşantısına dini yani Allah’ın emirlerini esas alamayız. Biz laikiz onun için devlete ait kuramlarda Allahın emri de olsa başörtüsünü yasaklarız, diyorlar... Buna karşı
müslümanlar elbette tepki göstermeleri gerekir. Bu tepkilerini kendilerine yakışır, ağır başlılık, olgunluk vakar ile yapmakdırlar. Polis ve jandarma ile çatışmaya girmeden, okul ve binaları tahrip etmeden toplantılarla, mitinglerle, yürüyüşlerle, konferanslarla, röportajlarla v.b. her türlü meşru yöntemlerle ancak İslâmi çizgi, söylem ve tavırlarla sergilemelidirler. Bu da;

Lailahe illallah Muhammedun Rasulullah! Allahu Ekber!

- Biz ancak Allah’ın emirlerine boyun bükeriz. Başörtüsü de Allah'ın emridir! Ne laik ne demokrat. Adım müslüman! Rabbımız Allah! Allahu Ekber... demeleri ve sadece bu temaları işlemeleri gerekir. Demokrasi, insan hakları, özgürlükler v.b. batıl sözleri ve eylemleri bu pak hakikatlara karıştırmamaları gerekir.

İşte akidelerinin ifadesi olan bu söylemler onlara güç kazandıracaktır. Neticeyi sadece Allah’tan bekleyerek bu tavrı sergilemeleri onlara kafir düşmanlarının karşısında heybet ve vakar kazandıracaktır. Kâfirlerin kalbine korku saçacaktır. Nitekim Allahu Teâla, mü’minlere kâfirlerin demokrasi, özgürlükler, laiklik, insan hakları gibi telkinlerine değil de sadece Kendisine güvenmelerini o zaman müşrik ve kâfirlerin kalplerine korku salacağını ve sonlarının kötü olacağını şöyle bildiriyor:


“Ey iman edenler! Eğer kafirlere uyarsanız, sizi dininizden döndürürler. O takdirde büsbütün kaybedersiniz. Bilakis mevlanız Allah’tır. Ve O, yardımcıların en hayırlısıdır. Allah’ın hakkında hiç bir delil indirmediği şeyleri O’na ortak koşmaları sebebiyle, kâfirlerin kalplerine yakında korku salacağız. Gidecekleri yer de cehennemdir. Zalimlerin varacağı yer ne kötüdür!” (Ali İmran: 149-151)

Her zaman müminler kâfirlere karşı zaferi maddi üstünlükleri ile değil iman güçleri ile elde etmişlerdir. Müminlerin güce ve nusrete bakışları şöyledir: Mutlak güç ve kuvvet sahibi sadece Allah’tır. Biz zafer elde etmeyiz. O bize zafer verir. Allah'ın yardımı ve zaferine nail olmak ise sadece O’na güvenmek ve O’nun razı olacağı salih amel işlemektir... Müminler böyle inanırlar. Çünkü Allahu Teâla şöyle demektedir:


“Kim Allah’a tevekkül ederse, o kendisine yeter. Şüphesiz Allah emrini yerine getirendir.” (Talak: 3)


“Nusret, yalnızca güç ve hikmet sahibi Allah katindadır.” (Ali imran: 126)



“Allah size yardım ederse, artık
size üstün, galip gelecek hiç kimse yoktur. Eğer sizi bırakıverirse, ondan sonra size kim yardım eder? Mü’minler ancak Allah’a güvenip dayansınlar.” (Ali İmran: 160)



“Ey iman edenler! Eğer siz Allah’a yardım ederseniz (emirlerine uyarsanız) Allah da size yardım eder, ayaklarınızı sabit kılar. Kâfirlere gelince, onların hakkı yıkımdır. Allah onların amellerini şaşırtmıştır. Bunun sebebi, Allah’ın indirdiğini beğenmemeleridir. Allah da onların amellerini boşa çıkarmıştır.” (Muhammed: 7-9)

İSLÂMÎ TAVRI TERK EDENLERE ALLAHU TEÂLA’NIN İHTARI

Müslümanlar bütün bu gerçeklere rağmen yukarıda da değindiğimiz geçersiz gerekçelerle İslâm akidesinin çizgisini ve tavrını terk ederler de “Biz hakiki laiklik istiyoruz! Özgürlük istiyoruz, demokrasi istiyoruz! Cumhuriyetin kurucusu ve bekçisiyiz!” diyerek bir çıkış yolu elde edeceklerini sanıyorlarsa boşunadır. Zira Allah bu tür tavrı kesinlikle reddediyor ve ehlini şiddetli zemmediyor. Şöyle ki:


“Onlar Kur’an’ı tedebbür etmiyorlar mı? (Kapsamlı, ayetleri birbiriyle ve vakıalarıyla bağlantılı bir şekilde düşünmüyorlar mı?) Yoksa kalpleri kilitli mi?

Şüphesiz ki kendilerine doğru yol belli olduktan sonra, ona arka dönenleri şeytan ümitlendirerek sürüklemiştir, kandırmıştır.

Bunun sebebi, onların Allah’ın indirdiğinden hoşlanmayanlara ‘bazı hususlarda size itaat edeceğiz’ demeleridir. Oysa Allah onların gizlediklerini biliyor.

Ya melekler onların yüzlerine ve sırtlarına vurarak canlarını alırken halleri nice olur?

Bunun sebebi, onların Allah’ı gadablandıran şeylere tabi olmaları ve O’nu razı edecek şeylerden hoşlanmamalarıdır. Bu yüzden Allah onların yaptıkları işleri boşa çıkarmıştır.

Kalplerinde hastalık olanlar, yoksa Allah’ın, besledikleri kinlerini açığa çıkarmayacağını mı sandılar? (Muhammed:24-29)


Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Rasule itaat edin. İşlerinizi boşa çıkarmayın.” (Muhammed: 33)

Görüldüğü gibi bu ayetlyerde Allahu Teâla insanları nifaka, şeytanın güdüm
alanına düşüren ve kötü akıbetlere düçar eden hallere dikkat çekerek müminleri uyarmaktadır.

Şeytanın umutlandırması, tuzağına düşürmek istediği kişilere haram bir şeyi göstererek “bunu yaparsanız şu büyük menfaati, imkanı elde edersiniz. Onunla da daha büyük sevap işler, günahınızı affettirirsiniz,” şeklinde telkinlerde ve vesveselerde bulunmasıdır. Bu oltadaki ya da tuzaktaki yem gibidir. Av için o yemde elbette bir menfaat vardır. Ancak av, aydın bakmaz da sadece yemi görürse, oltaya ya da tuzağa takılır kalır da kaybedenlerden olur. İşte mü’min aydın bir şekilde düşünüp Kur’anın nurundan aydınlanmaz, ufkunu açmazsa şeytanın yemlerine takılıp güdüm alanına girer de hidayeti göre göre ona sırt çevirir... Allahu Teâla bunu beyan ve tesbit ettikten sonra bir kişinin şeytanın güdüm alanına girmesinin sebebini ve ivmesini de şöyle beyan ediyor: “Onlar Allah’ın indirdiğinden hoşlanmayanlara ‘biz bazı hususlarda size itaat edeceğiz’ dediler” işte asıl dikkate alınması gereken husus da budur. Yani şeytan kişiye bu konumda iken etki edebiliyor. Bu, kişiyi şeytanın güdümü alanına düşürmeye hazırlayan bir tavır ve konum olarak gösteriliyor. Zaten şeytanın güdüm alanına girince artık o kişi yaptığı her yanlışı, çirkini, münkeri, haramı güzel ve doğru görür. Çünkü şeytan onun amellerini süslü gösterir.


“Şeytan kendilerine yapmakta olduklarım süslü göstermiş de
onları doğru yoldan saptırmıştır. Bunun için hidayete giremiyorlar.”
(Nemi: 24)

Şimdi kişiyi şeytanın güdüm alanına girmeye hazır hale getiren o sebebi günümüzün vakıası ile bağlantısını kurarak incelersek şunu görürüz: Allah’ın emirlerine, şeriatına, düzenine nefret eden, ondan asla hoşlanmayan çağdaş müşriklere, tağutlara, laiklere, kemalistlere, kralcılara gidip “Biz bazı hususlarda size tabi olacağız. Cumhuriyeti koruyacağız, laikliği uygulayacağız. Demokrasiyi benimseyeceğiz, Krala tabi olacağız. Siz de bize fazla baskı yapmayın. Vakfımıza, okulumuza, yurdumuza, şirketlerimize dokunmayın” şeklinde bir tavır sergilemek, işte kişiyi şeytanın güdüm alanına düşürür...

Ayrıca Allahu Teâla, kişinin akibetinin kötü bir ölüm olmasını hazırlayan sebebi de şöyle açıklıyor: “Onlar Allah’ı gazaplandıran işlere tabi olur. Allah’ın rızasına götürecek işlerden hoşlanmazlardı.” Yani hangi maksatla olursa olsun farzları terk, haramları işlemek Allah’ı gazaplandırır. Farzları ve mendupları işlemek de Allah’ı razı eder. İşte Allahu Teâla buna dikkati çekip Allah’ı kızdıracak işlere tabi olmanın ve Allah’ın hoşlandığı hususlardan hoşlanmamanın kişiyi kötü bir akıbete düçar edeceğini, dünya ve ahirette amellerini boşa çıkaracağını açıkça beyan etmektedir.

Bununla birlikte, Allahu Teâla, iman edenleri bu duruma düşmemeleri için, şeytanın güdüm alanına düşürecek söylem, eylem ve tavırları terk edip Allah ve Rasulünün talep ettiği eylem,
söylem ve tavırlara tabi olmaya davet edip aksi halde amellerinin boşa çıkacağına, nifaka düşeceklerine dikkat çekerek uyarıyor.

İşte asıl akıllı davranış Alemlerin Rabbı, mutlak kudret sahibi Allahu Teâla’nın bu ikazlarına, hitap ve taleplerine kulak vererek O’nun hoşnutluğunu, nusretini, af ve mağfiretini kazanmaya çalışmaktır. Günümüzde müslümanlar kafirleri hoşnut kılmak için gösterdikleri gayreti Allah’ı hoşnut kılmak için gösterselerdi halleri kesinlikle böyle olmazdı. Zira Rabbımız Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır:

“Rızasını arayanı Allah onunla (göndermiş olduğu nur ve apaçık olan kitap ile) kurtuluş yollarına götürür. Ve onları izni ile karanlıktan aydınlığa çıkarır. Dost doğru yola İletir.” (Maide: 16)

O halde müslümanlar, günümüzde düşmanları kâfirlerin çeşitli saldırıları karşısında akidelerinin çizgisinde dost doğru durup Islâmi kişilik ve tavırdan taviz vermemelidirler. Kuvvet, izzet ve nusreti yalnız Allah’tan beklemeliler ve O’nun hoşnutluğunu kazanmaya çalışmalılar. Kâfirlerin hoşnutluğunu da zaten kâfir olmadıkça kazanamayacaklarını, dolayısı ile o yolda hep kaybedeceklerini unutmamalılar. Akıllarını başlarına alıp “Rabbımız Allah’tır”, “Allah’tan başka ilah yoktur”, “Allahu Ekber”, “Ne laik ne demokrat, adımız müslüman” demelidirler. Bu çizgide Allah'ın dininin ikamesi yani
hakim kılınması için şeri hükümler çerçevesinde çalışmalıdırlar... Bilmelidirler ki onları içinde bulundukları tağuti zulüm ve zulümattan nura, adalete ve selâmete çıkaracak olan Allah’ın nuru olan Dinini hayata hakim kılacak ve aleme nur ve hidayet olarak cihad ve tatbik yoluyla taşıyacak olan Raşidı Hilâfet Devletidir. İşte onun kurulması için ihlasla çalışmaları, onların dünya ve ahirette kurtuluşlarının vesilesi olacaktır inşaallah. Bunun için, tüm müslüman kardeşlerimizi bu kutlu çalışmaya katılmaya şu ayeti kerimelerin ışığında davet ediyoruz:


“Dini ikâme edin (dosdoğru tutun, hakim kılın). Onun hakkında ayrılığa düşmeyin. Müşrikleri kendisine çağırdığınız husus (Allah’ın dininin hakimiyetine girme çağrısı) onlara ağır geldi. Allah dilediğini kendisine seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir.” (Şura: 13)


“Haydi kâfirlerin hoşuna gitmese de Allah için dindar ve muhlis olarak Allah’a davet edin.” (Mümin: 10)



“Rabbımız Allah’tır deyip sonra dosdoğru yaşayanlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.” (Ahkaf-13)


SİNSÎ KAPİTALİZM

Salih Salman

Kapitalistler yaptıkları zulümleri hep süslü kelimelerle, etiketlerle, süslü kaplama kağıtlarıyla örtmeye çalışırlar. Gerçek yüzlerini gizliyorlar ki; insanlar tiksinmesinler ve iğrenmesinler.

Türkiye’deki kredi kartı kullanımı ve bunun yaygınlaştırılma çalışmaları bu sinsi iğrençliklerden sadece birisidir. Bankalar büyük reklamlarla adeta propagandalarla insanları kredi kartı kullanmaya davet ediyorlar. Peki insanların kredi kartı kullanmasından bankaların ne kârı vardır? Görünüşte hiçbir kârları yoktur. Hatta bunu büyük bir hizmet gibi sunuyorlar. Çünkü insanlar kredi kartıyla hiç para ödemeden giyecek, yiyecek v.s. gibi ihtiyaç duydukları maddeleri alıyorlar. Bunların bedelini 30-40 gün sonra ödeyebiliyorlar. Bu ödemeler vaktinde yapıldığı takdirde kredi kartı sahibi hiç bir fark ödemesi yapmıyor. Yani faiz ödemiyor.

Fakat kazın ayağı öyle değil! Bankacılar binlerce kredi kartı sahibinin tümünün kart ödemelerini vaktinde yapamayacağını, bir kısmının unutarak bir kısmının da imkân bulamayacağı için ödemeyi geciktireceği varsayımından hareket etmektedirler. Ve gerçekten de öyle oluyor. Bir çok kişi ya unutkanlıktan ya da son ödeme günü elinde para olmadığından ödemeyi geciktiriyor ve senelik % 375 gibi korkunç bir faizi ödemek zorunda kalıyorlar. Senede % 375 demek günde % l’den fazla faiz ödemek demektir ki bu bankacılıkta görülmemiş oranda yüksek bir faizdir.

İşte bankacıların hizmeti ve işte kapitalizmin sinsiliği.
H i 1 âfe t Yıl. 10 Sayı: 109 C.Evvel/C. Ahir 1419 - Eylül /Ekim 1998 18


















27 Mayıs 2015 Çarşamba

ZALİMLERİN SALDIRILARINA KARŞI İSLAMİ TAVIR

•Kâfir ve zalim yönetimin müslümanlar üzerine uyguladıkları baskı ve zulüm her geçen gün artarak devam etmektedir...

•Üniversitelerde okul birincisi olan tesettürlü bacılarımızın diplomalarının verilmesinde ve özellikle son sınıf öğrencileri olan kızlarımız imtihanlara sokulmayarak mezuniyetlerinin engellenmesinde yaşanan olaylar...

•Namaz kıldığı, hanımının başı örtülü olduğu için ordudan atılan ve işine son verilen müslüman memurlar...

Ülke ekonomisinde söz sahibi olmaya başlayan Islâmcı sermayenin önünün kesilmesine ilişkin olaylar...

Allah (c.c)’ye çağırdığı, Allah (c.c)’nin adım andığı için hapishanelere konulan müslümanlar...

Bu manzaraların kalbinde zerre miktarı kadar iman taşıyan müslümanları gözyaşlarına boğmaması mümkündür? Yüreğinin yanmaması, tüylerinin diken diken olmaması mümkün müdür?

Değildir. Amma bu tablo karşısında derdine derman olacak, kendilerine sahip çıkacak kimselerinin olmaması mü’minlerin kimini tepkiselliğe, kimini zalimlerle uzlaşmaya, kimini de ümitsizliğe itmektedir.

Baskılara karşı tepkisel bir tavır ortaya koyan müslümanlar silahlıo mücadeleden başka çözüm olmadığını bunun ancak kanla çözüleceğini söylüyorlar. Bu tutumlarıyla müslümanları yeni bir yanlışlığa doğru sürüklediklerinin farkında bile değiller.

•Silahı kimden alıp kime kullanacaklarının bile bilincinde değildirler. Müslümanlar kâfirlerin hazırladıkları çetin bir tuzağın içine düşebilirler. Müslüman halkın fitne ortamında birbirlerini öldürmelerini seyretmek elbette kâfirlerin arzusudur.

•Bir kısım insanlar cihat çığırtkanlığı yaparak müslümanları dibi görünmeyen bir kuyuya atmak istemektedirler. Ders olarak Hama, Afganistan ve Cezayir bize yetmiyor mu?

•Yine bir takım müslümanlar bu baskı ve sıkıntılardan kurtulmanın yolunu kâfirlerle uzlaşmakta görüyorlar. Zalim, idarecileri ve onların avanelerini kızdırmamak için onlar gibi görünmeye, onlar gibi konuşmaya çalışıyorlar. Demokrasinin, insan haklarının, Cumhuriyetin ve Kemalizmin savunuculuğunu yaparak kâfirlerin yanında izzet anyorlar. Bu tavırlarıyla kendi kimliklerini kaybettikleri gibi peşlerinden sürükledikleri fitne ile ümmetin de kimliğinin kaybolması hususunda kâfirlerin ekmeğine adeta yağ sürmekte olduklarının farkında değiller mi?

• Böylesine fitnelerin birbirini kovaladığı bir ortamda yine bir kısım müslümanlar güvendikleri liderlerinin kendilerini bırakmasından, peşinde koştukları fikirlerin kitleleri tarafından terk edilmesinden dolayı, aynı zamanda ümmetin içerisinde var olan sahih kitleyi göremeyişinden dolayı ümitsizliğe kapılmış durumdadırlar. Bu durum müslümanları duyarsızlığa birbirlerine karşı güvensizliğe itmektedir.

Oysa müslümanların başlarına gelenler yalnız bu asrın insanlarına değil; bütün asırlar boyu hakkı yaşayan ve yaşatmak isteyenlerin başına gelen haldir. Çünkü bu hak-batıl mücadelesinin fıtratında vardır.



“Yoksa siz; sizden öncekilerin başına gelen haller sizin başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara öyle yoksulluk ve sıkıntı dokunmuştu da peygamber ve beraberinde olanlar «Allah’ın yardımı ne zaman gelecek?»
diyorlardı, Dikkat edin! Allah’ın yardımı yakındır. (Bakara-214)


De ki: “ Hak geldi, batıl ortadan kalktı. Zaten batıl ortadan kalkmaya mahkumdur. (İsra-81)

Bakınız Allah’ın peygamberlerinin ve onlara iman edenlerin başlarına gelenlere. Şuayb (a.s) memleketinden uzaklaştırılmakla tehdit ediliyordu.


“Medyen kavminde de kardeşleri Şuayb’i peygamber (olarak ) gönderdik. O şöyle dedi: Ey kavmim! Allah’a ibadet edin, sizin ondan başka ilahınız yoktur.” (Araf-85)


“Onun kavminden büyüklerinden ileri gelenleri; «Ya Şuayb! Seni ve beraberindeki iman edenleri ya memleketimizden çıkaracağız, yahut dinimize döneceksiniz» dediler.
(Araf-88)

Nuh (a.s)’ı yalancılıkla ve sapıklıkla itham ediliyor alaya alınıyordu.


“(Nuh) kavminden ileri gelen inkârcı gurup dedi ki; biz seni de bizim gibi insan görmüyoruz ve sana bizim basit görüşlü ayak takımlarımızdan başkasının uyduğunu görmüyoruz. Sizin bize karşı bir üstünlüğünüzü de görmüyoruz, tersine sizi yalancılardan sayıyoruz.” (Hud-27)


“Andolsun ki; biz seni cidden açık bir sapıklık içerisinde görüyoruz dediler.” (Araf-60)



“Nuh gemiyi yapıyor, kavminden ileri gelenler yanından geçtikçe onunla alay ediyorlardı. (Hud-38)

İbrahim (a.s); Nemrut’a hakkı söylemesinden dolayı ateşe atılıyordu.


Kimini yalanladınız, kimini de Öldürüyordunuz” (Bakara-87)

Yusuf (a.s); efendisinin karısının zina teklifini Allah’tan korkarak reddettiğinde zindana atılıyordu.


“İbrahim de kavmine dedi ki; Allah’a kulluk edin, ondan korkun, bilesiniz bu sizin için daha hayırlıdır.
(Ankebut-16)


“Kavminin İbrahim (a.s.)’e cevabı; Onu öldürün, yahut yakın demeleri Oİdu.(Ankebut-24)

Musa (a.s) ve onunla birlikte olanlara Firavun ve kavmi tarafından her türlü zulümler yapılıyordu.


“Firavun; ben size izin vermeden ona inandınız mı? Dedi bu bir tuzaktır. Şehirde bu tuzağı kurdunuz ki, halkını oradan çıkardınız. Ama yakında bileceksiniz. Elbette ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim, sonra hepinizi asacağım
dedi. (Araf-123/124)


“(Firavun) biz onların oğullarını öldüreceğiz, kadınlarına (tecavüz edip) bırakacağız. Biz daima onların üstünde eziciler olacağız, dedi.” (Araf-127)

İsa (a.s.) gibi kendilerine gelen peygamberleri yahudiler yalanlayıp öldürüyorlardı.

“Andolsun ki; Musa’ya kitabı verdik, arkasından peygamberler gönderdik. Meryem oğlu İsa’ya açık deliller verdik ve onu Ruhul Küdüs ile destekledik. Ne zaman ki; peygamberler size canınızın istemediği bir şey getirdiyse büyüklük taslamadınız


“(Kadın) dedik ki;...amma kendisine emrettiğimi yapmasa da, elbette zindana atılacak ve alçaklardan olacaktır.”

Ashab-ı Uhdud (Rah. A) Allah (c.c)’ye inandıklarından dolayı zalimlerin zulmüne uğrayıp ateşe atılıyordu. “Hazırladıkları hendekleri tutuşturulmuş ateşle doldurarak çevresinde oturup, inanmış kimselere, dinlerinden dönmeleri için yaptıkları işkenceleri seyredenlerin canı çıksın. Bu inkârcıların inananlara kızmaları onların sadece göklerin ve yerin hükümrankğı kendisinde bulunan övülmeye layık ve güçlü olan Allah’a inanmış olmalarındandır. (Buruç-4/9)

Muhammet (s.a.v) ve ashabı da her türlü işkencelere maruz bırakılıyordu. Safa tepesinde insanları İslâm’a davet ettiğinde taşlanmayla karşılaşan Hz. Muhammet (s.a.v) kaç defa namaz kılarken sırtına pislik dolu işkembe atılmış, evinin yoluna pislikler dökülmüş, Taifliler tarafından çocuklara taşlattırılmıştır. Bununla birlikte psikolojik baskıya da maruz bırakılarak deli, sapık, büyücü, fitneci ve sihirbaz gibi iftiralara maruz kalıyordu. Ebter diyerek de onu zedelemek istiyorlardı.

Öldürmek için tuzaklar kuruyorlar, planlar yapılıyordu. Mekke müşrikleri İslâmın hakimiyetini önlemek için hayatı çekilmez hale getiriyorlardı. Kureyşliler müslümanları eski din ve inançlarına döndürmek için başvurmadıkları baskı ve zulüm metodu bırakmadılar. Yapmadıkları tehdit yoktu. Başvurmadıkları insanlık dışı işkence ve eziyet yoktu.

İlk önce, İslâmiyeti kabul edenler şeref ve haysiyet sahibi kimseler oldukları için namus ve haysiyetle oynamak istediler. Onlara derlerdi ki; “bakın iyi bir aileye mensupsunuz. Paranız pulunuz var. Halk arasında itibarınız var. Menfaatleriniz bizimle iyi geçinmenize bağlıdır. İslamiyet! terk etmezseniz sizi mahvederiz. Millet de bize inanır. Orta sınıfa mensup olan esnaf, tüccar ve diğer meslek sahipleri de en zayıf noktalarından vurulmak isteniyordu. Kureyşliler onlara ekonomik ve sosyal boykot uygulanacağını belirtiyor ve gerçekten de bunu yapmaktan geri kalmıyorlardı. Geriye fakir-fukara ve köleler kalıyordu. Bunlara serbestçe işkence yapılıyordu. Daha sonra bu baskı ve tehditlere karşı yılmayan soylu, zengin ve varlıklı müslümanlara da sövülmeye, dövülmeye, hapsedilmeye ve diğer şekilde cezalandırılmaya başlandı. İbn-i İshak ile Taberi, Hz. Urve bin Zubeyr (r.a)’a atfen Kureyş’H kabile reislerinin bir kararını nakletmişlerdir. Kabile reisleri bir araya gelerek Hz. Muhammed (s.a.v)’e tabi olan oğullarını, kardeşlerini tehdit, baskı ve işkence ile eski dinlerine döndürmeye karar vermişlerdir. Bu karar alınır alınmaz, Mekke’de soylu ve varlıklı müslümanlara karşı bir terör havası estirilmeye başlandı.
Nitekim, Hz. Ebubekir (r.a) gibi Mekke’nin en tanınmış ve soylu kişisi Hz Talha (r.a) ile beraber bir yere bağlandılar. Hz. Zubeyr bin El Avvani, amcasını bir hasıra sararak tavana asıyor ve altından duman veriyordu. Aynı zamanda da sürekli olarak İslâm’dan dönmesini istiyordu. Hz Zubeyr ise her defasında tekrar küfre dönmeyeceğini haykırıyordu. Hz Osman (r.a)’ı amcası Hakem bir yere bağlayıp bıraktı ve kendisine dedi ki; “sen atalarının dinini bırakıp Muhammed (s.a.v)’in dinini mi kabul ediyorsun? Sen bu yeni dini terk edinceye kadar seni bırakmayacağım.” Hz Osman (r.a) da “ne olursa olsun, dinimi terk etmeyeceğim” dedi. Hz. Mus’ab bin Umeyr (r.a) amcazadesi Osman bin Talha tarafından çok ağır bir şekilde işkenceye tabi tutuldu, kendi ailesi tarafından zindana atıldı. Hz Mus’ab hapsedildiği yerden kaçarak Habeşistan’a ilk hicret edenlere katıldı. Hz. Sa’d bin Ebi Vakkas (r.a) ve kardeşi Amr bin Vakkas (r.a), anneleri tarafından çok rahatsız edildiler, amma dinlerinden asla dönmediler. Hz. Sa’d’ın annesi Hamime binti süfyan bin Ümeyye (Ebu Süiyan’m yeğeni) kendisine şöyle dedi: “Sen Muhammed’in dinini terk edinceye kadar ne yiyeceğim, ne içeceğim, ne de gölgede kalacağım. Annenin hakkına saygı göstermek Allah’ın emridir. Benim dediklerime uymazsan Allah’a itaat etmemiş olursun. ” Hz Sa’ad bu tehdidi duyunca rahatsız oldu ve gidip Resulullah (S.a.v)’e durumu anlattı. Buna cevap olarak Cenab-ı Allah tarafından şu ayet indi:


“Biz insana ebeveynine iyi muamele etmesini tavsiye ettik. Eğer onlar bilmediğin bir şeyi bana şirk koşman için uğraşırlarsa onlara itaat etme...” (Ankebut-8)

Bir gün Resulullah (S.a.v) ile Ebu Bekir (r.a) Dar-ül Erkam’dan çıkıp Mesdd-i Harama geldiler. Harem’de Hz. Ebu Bekir (r.a) birden ayağa kalkarak insanları Allah’a ve Resulüne davet etmeye başladı. Müşrikler Hz. Ebu Bekir’in konuşmasını dinler dinlemez kendisine her taraftan hücum ettiler, onu dövdüler ve ayaklarıyla ezdiler. Utbe bin Rebia ise Hz. Ebu Bekir’in yüzüne o kadar tekme atti ki yüzü kanlar içinde kaldı ve şişti.

Hz. Bilâl (r.a.)’m müslüman olduğu duyulunca Ümeyye bin Halef kendisine çeşitli işkenceler yaptı. Bilal’i öğle vakti evden çıkarıyor ve sıcak kum üzerine yatırıp göğsüne büyük bir taş koyuyor ve şöyle diyordu: ‘Yemin ederim ki; sen Muhanımed’i reddedirıceye ve Lat ile Uzza’ya ibadet edinceye kadar seni böyle bırakacağı,m” diyordu. Hz. Bilâl sadece “Ahad, ahad” diye karşılık veriyordu. (Mevdudi)

Baskı ve zulümler o kadar artmıştı ki; artık müslümanlar şehit dahi vermeye başlamışlardı. Hz. Yasir (r.a.) ve Sümeyye (r.anh) Ebu Cehil tarafından öldürülüyorlardı. Bu da yetmiyormuş gibi onlara hem ticari hem de insani ilişkileri durduran ambargo uyguladılar.

işte! Allah’ın peygamberlerine ve onların getirdiklerine iman eden müminlerin başına gelenler. Daha bunlar birkaç örnek ya anlatamadıklarımız,ya yazamadıklarımız.

Allah’ın Resullerini ve onlara iman edenlerin halleri bu iken zulüm ve işkence doruk noktasına ulaşmışken onların bu durum karşısındaki tavırları nasıl olmuştur?

Şüphesiz bu tavrın ortaya konması, içinde bulunduğumuz şaşkınlığı ortadan kaldıracak, müminlere nasıl bir tavır takınacaklarını öğretecektir. Çünkü onlar tavırlarını kendilerine inen vahye göre belirliyorlar, bunu bir imtihan olarak görüp mallarının ve canlarının yok olma pahasma Allah’ın emrine itaat ediyorlardı. Allah'ın Resulüne gönderdiği risaletin muhatabı olarak bizlerin de davranışlarını vahye uydurmamız gerekmektedir.


“Allah ve Resulü, bir hüküm verdiği zaman, mü’min erkek ve kadın, o işi kendi arzularına göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Resulüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” (Ahzab-36) Allah’ın Resullerinin ve onlarla beraber olan müminlerin, müşriklerin baskı ve zulümleri karşısında güç sahibi olmadan silahlı bir saldırıya giriştiklerini göremiyoruz. Onların bu tavırları şüphesiz müşriklerden korktuklarından değil kendilerine Allah’tan böyle bir talep gelmesinden dolayıdır.

Dikkat edilirse kıtal emri gelmeden önce sahabe Resulullah (S.a.v)’e “ne zaman savaşacağız” diye sıkıştırıyorlardı.***


İnananlar: “ Keşke bir sure indirilse de cihada çıksak” derlerdi.
(Muhammed-20)***

Haksızlığa uğratılarak kendilerine savaş açılan kimselerin karşı koyup savaşmalarına izin verilmiştir. (Hac-39)***

İbn-i Kesir bu ayetin tefsirinde bakın ne diyor. “Allah (c.c) cihadı, cihat için en uygun vakitte meşru kılmıştır. Zira onlar Mekke’de iken müşrikler sayı bakımından çoğunlukta idiler. Şayet müslümanlara sayıları henüz on bile olmamışken cihadı diğerleri ile savaşı emretmiş olsaydı elbette bu onlara ağır gelirdi. Bu sebepledir ki; Yesrib ahalisi Akabe gecesi Allah Resulü (S.a.v)’e biat ettiklerinde -ki onlar seksen küsür kişi idiler- onlar (Mina halkını kastederek): Ey Allahın elçisi Mina gecelerinde şu vaadi üzerine yürüyüp onları öldürmeyelim mi? Demişler; Allah’ın Resulü (S.a.v) ise ben bununla emrolunmadım, buyurmuştu. Müşrikler azgınlaşıp Hz. Peygamber (S.a.v)’i aralarından çıkarıp Öldürmeye kastettiklerinde Allah’ın Resulü (S.a.v)’in ashabını sağa sola bölük pörçük dağıttıklarında; onlardan bir gurup Medine’ye gitmişti. Müslümanlar Medine’de karar kılıp Allah’ın Resulü (S.a.v)’e gelerek onun etrafında toplandıklarında, ona yardıma koştuklarında, Medine onlar için bir işlem yurt ve sığınacakları sağlam bir yer, bir kale olunca Allahu teâla düşmanlarla cihadı meşru kılmış ve bu ayet bu konuda nazil olan ilk ayet olmuştur. ”

Bu ayetten sonra cihadın farziyetini hatırlatıcı ve muminleri cihadı teşvik edici ayetler Medine’de güç sahibi olunduktan sonra geldiğini görüyoruz. Bu gün müslümanlar sayı bakımından çok olmalarına rağmen bu çokluk sayıdan öteye geçemiyor. Ellerinde kendi emniyetlerini sağlayacak ve aralarında ilişkilerinde Allah'ın indirdikleriyle yönetecek sultaları maalesef yok. Bu oluşmadan girişilecek, silahlı bir mücadele müslümanların kanının dökülmesinden başka bir sonuca da götürmez. Bunu Cezayir’de, Mısır’da, Suriye’de (Hama)’de ve Afganistan’da gördük. Samimi duygularla cihad ahkamının vakasını kavramadan yola çıkan müslümanlar müşriklerin oyunlarına, tuzaklarına düşmekten kendilerini kurtaramamıştır. Ey müslümanlar! Resulullah (S.a.v)’ın hareket metoduna ve toplumsal değişimin vakasına aykırı olan böylesi bir tavırdan uzak kalıp, bu şer tuzağa düşmeyeceksiniz değil mi?

Tarih boyunca İslâm peygamberleri ve onlara tabi olanlar müşriklerin baskı ve zulümlerine karşı asla korkuya kapılmamışlar, taviz vermemişler ve uzlaşma tekliflerini de reddedmişlerdir. Hakkı ketmetmemişler ve gizlememişlerdır.

Musa (a.s.); Firavunun beşikteki çocukları kesebilecek bir zalim olduğunu bile bile kardeşiyle beraber hakkı açıkça söylemek için saraya gidiyordu. İbrahim (a.s.); Nemrut’un putlarını kırıyor. Ateşe atılma tehdidine karşı asla taviz vermiyordu.

Bir defasında Kureyşin bazı kabile reisleri Mesced’i Haram’da bağdaş kurup oturmuşlardı. Mescid’in bir köşesinde de Resulullah (S.a.v) tek başına oturuyordu. O sırada Hz. Hamza (r.a) müslüman olmuştu ve Kureyş’liler müslümanların sayılarının gittikçe artmasından hayli telaşlı idiler. Derken Utbe bin Rebia (Ebu Sufyan’ın kayınpederi) Kureyşli kabile reislerine şöyle seslendi: “Arkadaşlar isterseniz muhammed’e gidip konuşayım ve ona bazı tekliflerde bulunayım. Kimbilir belki bunlardan bazısını da biz. Böylece bize muhalefet etmekten vazgeçecektir.” Herkes onun tekliflerim beğendi
ve Ebul Velid. "Biz sana güveniyoruz. Gidip onunla elbette konuş” dedi. Utbe oradan kalkıp Nebiyi (a.s)ın yanına gitti ve kendisine şöyle hitap etti: ‘Bak yeğenim, bizim seni ne kadar sevdiğimizi saydığımızı bilirsin. Senin ailende en temiz en soylulardan biridir. Fakat sen, milletimize ne biçim felaket getirdin. Sen cemiyetimizi böldün, bütün milleti aptal yerine koydun. Halkın dinini ve tanrılarını kötüledin. Öbür dünyaya intikal etmiş olan atalarımızın kâfir ve sapık olduğunu söyledin. Şimdi beni dinle ben sana bazı tekliflerde bulunacağını. Onları iyice düşün taşın . belki de bazılarını kabul edersin” Resulullah (S.a.v) buyurdular: “Ebul Velid, devam et seni dinliyorum Utbe bin Rebia dedi ki; ‘Yeğenim, şu başlattığın işin maksadı mal ve mülk toplamaksa biz sana o kadar mal ve mülk vereceğiz ki, sen aramızda en zengin ve en varlıklı kişi olacaksın. Eğer büyük olmak ve iktidar elde etmek istiyorsan biz seni reisimiz yaparız. Hiçbir işimizi sana danışmadan yapmayız. Hiçbir sözünden çıkmayız. Yok eğer kral olmak istiyorsan ona da razıyız. Biz seni kralımız olarak seçeriz. Yok eğer sana cinler giriyorsa ve sen de onları kovacak güce sahip değilsen, sen uyurken en iyi tabip ve hekimleri çağırırız, onlar seni tedavi ederler.” Utbe bin Rebia bunları söylüyor ve Hz. Peygamber (S.a.v) kendisini sessizce dinliyordu. Sonra şöyle konuştu. ‘Ebul Velid söyleyeceklerinizi söyledinmi? Yoksa söyleyeceğiniz başka bir şey var mı?” Utbe “yok söylemek istediklerim bundan ibarettir” dedi ve besmele çekerek Fussilet suresini okumaya başladı. Utbe ellerini arkaya koyarak bunları dikkatle dinliyordu. Resulullah (S.a.v) 38. ayete gelince secde etti, daha sonra başını
kaldırarak şöyle dedi: “Ebul Velid, cevabımın ne olduğunu duydunuz. Bundan sonrasını siz bilirsiniz.” Utbe, oradan kalkıp Kureyş’li kabile reislerine doğru yönelince arkadaşları aralarında “Vallahi Utbe’nin yüzü değişmiştir. Utbe bizden gittiği yüzle gelmiyor.” Dediler. (İbn-i İshak ve Beyhaki)

Yine Hz Abdullah bin Abbas (r.a)’ın bir rivayetinde; Kureyş’liler Hz. Peygamber (S.a.v)’e dediler ki; “biz sana o kadar mal-mülk vereceğiz ki, sen Mekke’nin en zengin kişisi olacaksın. Sen hangi kadını beğenirsen seni onunla evlendiririz. Biz senin peşinden gelmeğe razıyız. Yeter ki tanrılarımızı kötülemekten vazgeç. Eğer bu teklifi kabul etmezsen sana başka bir şey teklif edeceğiz ki buna göre sen de rahat edersin, biz de. Hz. Peygamber bu teklifin ne olduğunu sordu. Onlar dedi ki; “bir sene sen bizim mabudlarımız Lat ve Uzza’ya ibadet et, bir sene de biz senin mabudunuza ibadet edelim.” Hz. Peygamber (S.a.v,) ‘bir bakayım rabbimden ne emir geliyor. ” dedi. Bundan sonra vahiy geldi:


“De ki; ey kâfirler sizin için ibadet ettiklerinize ibadet etmem Ne de siz benim ibadet ettiğime ibadet edersiniz. Ne ibadet ettiklerinize ibadet edeceğim, ne de benim ibadet ettiğimize siz ibadet edeceksiniz. Sizin dininiz size, benim dinim banadır.” (Kafirun-ı/6)

Ayrıca şunları da buyurdu:

“De ki bana Allah’tan başkasına ibadet etmemi mi emrediyorsunuz ey Cahiller. (Zümer-64) (İbn-i Cerir-Taberi)

Hz Akil bin Ebi Talibin bir rivayetinde; “bir heyet Ebu Talibin yanında bulunurken babam bana dedi ki; git Muhammed (S.a.v)’i çağır. hava çok sıcaktı. Ben gidip hz. Muhammet (S.a.v)’i buldum ve getirdim. Hz Muhammed (s.a.v) gelince amcası dedi ki; “bak yeğenim, senin akrabaların senin hakkında şikayette bulunuyorlar. Sen onların toplantılarına ve mescidlerine gidip onları rahatsız ediyormuşsun. Lütfen onları fazla rahatsız etme." Bunun üzerine Resulullah (S.a.v) göğe doğru baktı ve Kureyş’lilere dedi ki; “siz bu güneşi görüyor musunuz?” Onlar “evet” dediler. Resulullah (S.a.v) buyurdu ki; “nasıl ki bu güneş size göndermekte olduğunu durdurmaya kadir değildir, ben de kendi işimi bırakmaya kadir değilim.” Resulullah (s.a.v) bu cevabı verdikten sonra oradan ayrıldı. Hz. Muhammed (S.a.v)’ın gitmesinden sonra Ebu Talib dedi ki; “yeğenim hiç bir zaman yalan söylememiştir. Onun için, siz artık gidebilirsiniz.” Ebu Talib Resulullah (S.a.v)’i yanına çağırarak kendisine dedi ki; “yeğenim milletimizin bu adamları bize gelip bunları söylemişlerdir. Onun için sen kendinin ve benim yaşayabilmem için biraz imkân bırak bana altından kalkamayacağım bir yük yükleme ve kendin de taşıma. Onun için kavminin hoşuna gitmeyen şeyleri söyleme.” Hz peygamber (S.a.v) Ebu Talibin bu sözlerini dinledikten sonra amcasına şöyle dedi: “amcacığım, sağ elime güneşi ve sol elime ay bile verilse ben bu işi bırakmayacağım. Tâ ki Allah (c.c) beni muvaffak kılsın, ya da ben bu yolda öleyim.” (İmam buhari tarih kitabında, Hafız Ebu Ya’lâ Müsned’inde aynı zamanda Ibn-i Hişam, Taberi, Beyhaki ve Belaturi nakletmişlerdir)

Allah (c.c) Resulü (S.a.v) onların kendisini haktan saptırma için hazırladıkları tuzaklara düşmüyordu. Asla taviz vermiyordu. Onlardan korkmuyor onlara itaat etmiyor hatta onları dost dahi tutmuyordu. Bütün bunlara karşı Rabbinden kendisi için gelen vahye uyuyordu.

“Öyleyse emrolunduğun gibi dosdoğru ol (sende ve seninle beraber tevbe edenler de hep doğru olun). Aşırı gitmeyin. Zira o yaptıklarınızı görmektedir. Sakın zulmedenlere en ufak bir meyil duymayın, sonra size ateş dokunur. Sizin Allah’tan başka dostlarınız yoktur. Sonra size (Allah tarafından da) size yardım da edilmez. (Hud-112/113)

“Sabret çünkü Allah güzel davrananların ecrini zayi etmeyecektir. (Hud 115)

“Nice peygamber var ki; kendileriyle beraber bir çok erenler çarpıştılar. Allah yolunda başlarına gelenden yılmadılar. Zayıflık göstermediler, boyun eğmediler. Allah sabredenleri sever. (Ali imran-146)


"Rabbinden sana vahy olunana uy. O'ndan başka ilah yoktur. Ortak koşan müşriklerden de yüz çevir."
(En'am-106)

Ey Muhammed! Artık sana buyrulanı açıkça ortaya koy, puta tapanlara aldırış etme. Allah'la beraber başka bir tanrının bulunduğunu kabul eden alaycılara karşı şüphesiz Biz sana kafiyiz. (Hicr-94/95)
'Öyleyse yalanlayanlara itaat etme. Onlar istediler ki; sen yumuşak davranasın da onlar da sana yumuşak davransınlar." (Kalem-89)


"...Onların keyiflerine uyma ve onların, Allah'ın indirdiği şeylerin bir kısmından seni şaşırtmalarından sakın." (Maide49)


"Kâfirlere boyun eğme ve bu Kur'an ile onlara karşı büyük cihat et" (Furkan*52)


'Onların söylediklerine sabret ve güzelce yanlarından ayrıL" (Mümezzil-ıo)

"Ey iman edenler! Yahudileri ve hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostlarıdırlar. Sizden kim onları dost edinirse, o onlardandır. Şüphesiz Allah zalim toplumu hidayete iletmez. Kalplerinde hastalık bulunanların (bize bir felaket gelmesinden korkuyoruz) diyerek onların aralarında koştuklarını görürsün." (Maide-51/52)


"Onlar mü'minleri bırakıp kâfirleri mi dost tutuyorlar? Onların yanında şeref mi arıyorlar? Bütün şeref tamamen Allah'a aittir. (Nisa-i39) Allah'u Teala; müminlerin böylesi bir tavır benimsemeleri halinde dünyada ve ahirette başlarına gelebilecek felaketleri de göstererek bizleri uyarmaktadır.



"Ey iman edenler! Eğer siz ehli kitaptan bir fırkaya uyarsanız; sizi imanınızdan sonra çevirip kâfir yaparlar." (Ali imran-1oo)


"...ki onlar Allah'ın yolundan men edip, onu eğriltmek isterler." (A'raf-45)

"...onlar yapabilseler sizi dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşmaya devam ederler. Sizden kim dininden döner ve kâfir olarak ölürse, işte onların bütün yaptıkları dünyada da, ahirette de boşa çıkmıştır ve onlar, ateş halkıdır. Orada sürekli
kalacaklardır. (Bakara-217)

Ey İnananlar! Sizden olmayanı sırdaş edinmeyin, onlar sizi şaşırtmaktan geri durmazlar, sıkıntıya düşmenizi isterler. Onların öfkesi ağızlarından taşmaktadır, kalblerinin gizlediği ise daha büyüktür. Eğer aklediyorsanız, şüphesiz size ayetleri açıkladık. İşte siz, onlar sizi sevmezken onları seven ve Kitabların bütününe inanan kimselersiniz. Size rastladıkları zaman: 'İnandık" derler, yalnız kaldıklarında da, size öfkelerinden parmaklarını ısırırlar. Deki: 'Öfkenizden çatlayın" Allah kalblerde olanı bilir. Size bir iyilik gelse, onların fenasına gider; başınıza bir kötülük gelse buna sevinirler. Sabreder ve sakınırsanız, onların hilesi size hiçbir zarar vermez. Allah işlediklerinin hepsini ilmiyle kuşatmıştır. (Ali imran-118/120)

"Böylece biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman yaptık. (Bunlar) aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar." (En’am-112) Bu gün müslümanların içine düştükleri fitnelerden birisi de ümitsizliktir. Ümitsizlik ümmetin canlılığını ve direnişini ortadan kaldıran kaldıran bir hastalıktır. Müslümanları ümitsizliğe iten iki temel unsur vardır.

1-Islâm akidesine bağlılıklarındaki zafiyetten dolayı kâfirlerin gücünü gözlerinde büyütmeleri ve müslümanları maddi imkânsızlıklarından dolayı zayıf görmeleridir.

Allah-u Teala, kâfirlerin gücünnün öyle göründüğü gibi büyük olmadığını aksine kendi içlerinde zafiyet içerisinde olduklarını söylüyor.

"Onlar sizinle toplu olarak, ancak surla çevrilmiş kasabalar içinde veya duvarlar arkasından savaşı kabul edebilirler. Kendi aralarındaki çekişmeleri ise serttir; onları birlik sanırsın, oysa kalbleri birbirinden ayrıdır. Bu, akletmeyen bir topluluk olmalarındandır. (Haşr-14)

Hz. Musa (a.s) Firavunun saltanatını yıkarken gücü ne idi? Hz. İbrahim (a.s) Nemrut'a teknolojik üstünlükle mi galibiyet sağladı? Hz. Muhammet (S.a.v) bir avuç insanla müşrikleri dize getirmedi mi?
                                      
Bizler de onlar gibi gevşeklik göstermeden salih amel işler, hak yolda yürür ve Allah (c.c)'in dinini hakim kılmak için çalışırsak şüphesiz biz de başarırız.


"Gevşemeyin, üzülmeyin,inanmışsanız, mutlaka siz en üstünsünüzdür." (Ali İmran-139)

Ey inananlar! Siz Allah'ın dinine yardım ederseniz, O da size yardım eder, ayaklarınızı savaşta sabit kılar." (Muhammmed-7)