29 Nisan 2016 Cuma

MÜ'MİNİN YAŞAMINDA, ALLAH İNANCININ YANSIMASI**Ecel:



(Ölümün tek sebebi Allah'ın takdir ettiği eceldir ve ölüm bir yok oluş da değildir.)

İnsanın hayatta karşılaştığı en önemli sorunlardan birisi de bu dünya hayatının sonudur. Yani ölüm meselesidir. İnsanın bütün sorunları gibi bu soruna da İslâm çözüm ve izah getirmiştir. Bu mesele de aynen rızk meselesi gibidir. Öldüren ve dirilten ancak Allahu Teala'dır. Hayat ve ölüm Allahu Teala'nın elindedir. Sübutu ve delaleti kesin ayetlerde Allahu Teala ölüm sebebinin ecelin sona ermesi olduğunu, öldürenin de kendisi olduğunu bize haber vermiştir. Şu halde, ölüm ancak ecelin sona ermesi ile meydana gelir. Ecel ölümün sebebi ve öldüren de Allahu Teala'dır. Bu konuyla ilgili olarak bazı ayeti kerimelerde Allahu Teala şöyle buyuruyor:

وما كان لنفس أن تموت إلا بإذن الله كتابا مؤجلا "Yazılı bir ecele bağlı olarak Allah'ın izni olmadan hiçbir nefis ölecek değildir." (Ali İmran 145)
أينما تكونوا يدركم الموت ولو كنتم في بروج مشيدة "Nerede olursanız olun, ölüm size yetişir. İster ise sarp ve sağlam kalelerin içerisinde olsanız bile." (Nisa 78)
قل إن الموت الذي تفرون منه "De ki, kendisinden kaçmakta olduğunuz ölüm size ulaşacaktır." (Cuma 8)

Bu ayetlerden açıkça anlaşılıyor ki, eceli sona ermediği sürece insan ölmeyecektir. Ölümün sebebinin ancak Allahu Teala’nın takdir ettiği ecelin sona ermesi olduğuna, can verenin de öldürenin de Allah olduğuna inanmak farzdır. Böyle inanmayan kâfir olur.
Ölüm hadiselerine ve ölümün içinde meydana geldiği durumlara gelince: Bunlar ölüme sebep değil, kendilerinde ölümün meydana geldiği hallerden bir haldir. Bunlar hiçbir zaman ölümün sebebi değildir. Ölümün sebebi ancak Allahu Teala'nın takdir ettiği ecelin sona ermesidir.
Sebep ile hal ve durum arasındaki fark şudur: Sebep kesin olarak neticeye vardırır. Hal ve durumlar ise böyle değildir. Onlar bir olayın içinde bulunduğu vaziyet ve şarttır. Fakat o olayın o vaziyet içinde olması kesin değildir, olabilir de olmayabilir de. Ya da başka bir vaziyet içinde gelebilir. Sebep ile vaziyet ve hal arasındaki fark gayet açıktır.
Ölüm hadisenin içinde hasıl olduğu birçok meseleleri inceleyen ve ölüm olayını da araştıran kimse şu neticeye varır: Ölüm sebebi gibi görünen, hastalıklar, kurşunlanmalar, yanmalar aslında sebep değildirler. Bunlar olunca ölüm vuku bulabiliyor fakat bazen de vuku bulmuyor. Bazen de bunların hiçbirisi olmadan ölüm meydana gelebiliyor. Bu da gösteriyor ki, ölümün tek sebebi vardır o da Allahu Teala'nın takdir ettiği ecelin sona ermesinden başka bir şey değildir.
Çağdaş cahiliye toplumunda ecel ve rızk konusu çok istismar ediliyor. Meseleye özellikle İslâm’i açıdan bakmayan insanlar bu iki hususta yani öldürülmek ve rızksız bırakılmakla tehdit ediliyorlar. İnsanlar da genelde bu tehdit sahiplerinden -ki onlar genellikle yöneticiler olmaktadır- korkarak sanki onlara boyun büküyorlar. Zira o tağuti yöneticiler, iradelerine boyun bükmeyenleri işlerinden çıkartmak ya da hapishaneye atmakla hatta idamla cezalandırmakla tehdit ediyorlar. İslâm’i idrakten yoksun insanlar da onları sanki bir ilah gibi görüyorlar ve onlara mutlak itaatle itaat ediyorlar.
İnsanların birçoğunda ölüm hakkında varolan cahiliye anlayışı maalesef son zamanlarda Müslümanlara da sirayet etti. Ölüm geldiğinde her şey bitti zannediyorlar. Ölüm ve sebebi olan ecelin Allah Subhânehu Ve Teala'nın elinde olduğu, ölümden kaçışın olamayacağı, genci, yaşlısı, zengini, fakiri herkese geleceği düşünülmüyor.
Ölüm gelince her şey bitmez. Ölüm ahiret hayatına açılan kapıdır, adımdır. Allah Subhânehu Ve Teala yolunda şehit olunmuş ise bu, o kişi için bir mutluluk günüdür. Allah yolunda şehit olanların ölüler olmadığını Allahu Teala şöyle bildirmektedir:

ولا تقولوا لمن يقتل في سبيل الله أموات بل أحياء ولكن لا تشعرون "Allah yolunda öldürülenlere 'ölüler' demeyin, bilakis onlar diridirler. Lakin siz onu hissedemez anlayamazsınız." (Bakara 154)

Asıl önemli olan ölümden sonraki ahiret hayatıdır. Allahu Teala'nın da bildirdiği gibi asıl hayat da o hayattır:

وما هذه الحياة الدنيا إلا لهو ولعب وإن الدار الآخرة لهي الحيوان لو كانوا يعلمون "Bu dünya hayatı sadece bir oyun ve oyalanmadan ibarettir. Ahiret yurduna gelince işte asıl hayat odur. Keşke bilmiş olsalardı." (Ankebut 64)

İşte, Müslüman ölüme bu açıdan baktığı zaman Allah Subhânehu Ve Teala'nın rızasını kazanmak ve onun yolunda ölmek için şevk ve cesaret sahibi olur. Şu halde kişinin nasıl öldüğü önem kazanıyor. Örneğin: Bir insan, Allahu Teala yolunda savaştan kaçarken ölürse, kötü bir ölümle ölmüş oluyor. Ahirette akıbeti perişanlık ve cehennem olacaktır. Ancak Allah Subhânehu Ve Teala yolunda savaşırken ölürse şehitlik mertebesini elde edecek ve akıbeti saadet ve cennet olacaktır.
Geçmişte Müslümanlar şehitlik makamına ulaşmak için çok çaba sarf ediyorlardı. Sahabelerden birisi Resulullah'a soruyor: "Ben mücadele esnasında ölürsem ne olacak?" Efendimiz cevap veriyor: "Allah yolunda mücadele ederken ölürsen şehit olup cennette en yüksek mevkie gideceksin." Sahabe bunun üzerine elindeki birkaç hurmayı yemeyi beklemeden atarak şehitliğe, Allah yolunda ölüme geç kalmayayım diye cepheye, Allahu Teala yolunda savaşa koşuyor.
Sahabeler zamanında ve onlardan sonra onlara ihsanla tabi olanlar zamanında cihadtan dönenlere Müslüman kardeşleri “başınız sağ olsun, üzülme, inşallah gelecek sefer şehit olursunuz” diyorlardı. Cihadta şehit olanları ve yakınlarını da tebrik ediyorlardı. Onlardaki bu iman ve Allahu Teala yolunda şehid olarak ölme aşkı onları hep aziz, hep kahraman kılmıştır. Elbette ki dünyada ve ahirette aziz olmak istiyorsak bu şekilde olmamız gerekir. Zira bir kimse ölümden korkmazsa Allah Subhânehu Ve Teala'dan başka hiç kimseden korkmaz. Eğer ölümden korkarsa, kendi gölgesinden bile korkar ve bu hayatta zelil ahirette ise hüsrana uğrayanlardan olur.
Kâfirler ölümü istemezler, ondan şiddetle kaçarlar. İslâm’i idrake sahip Müslüman ise Allah yolunda savaşa geç kaldım diye ölümün üzerine koşar. Ne var ki, günümüzdeki Müslümanlar bu coşkuyu kaybettiler. Ölümden nefret ve kaçış, dünyaya ise muhabbet ve koşuş onları dünyada zelil kıldı. Şehidlik mefhumunun anlamını, tadını ve de coşkusunu yitirdiler.
Sahabeler, Efendimize sadece "cennet" karşılığı olarak her şeylerini, mal ve canlarını feda ediyorlardı. Bir hadisi şerifte bildirildiğine göre; “Bir zaman gelir ki o zaman bir adam şehit olursa kırk sahabe şehidi mükâfatı vardır.” buyrulmuştur. Tek şehid sevabı verilen sahabe beş dakika bile yerinde duramıyor. Ya bizlere ne oluyor ki, kırk şehid sevabı verildiği halde yerimize çakılıp kalıyoruz? Allah için bir işe, koşarak değil de zorla itilerek gidiyoruz.
Kâfirler, yapmış oldukları hareket ve davranışlarından dolayı ölümü temenni etmezler. Allahu Teala şöyle buyuruyor:

ولا يتمنونه أبدا بما قدمت أيديهم والله عليم بالظالمين(7)قل إن الموت الذي تفرون منه فإنه ملاقيكم ثم تردون إلى عالم الغيب والشهادة فينبئكم بما كنتم تعملون "Onlar (Yahudiler) yaptıklarından dolayı ölümü asla temenni etmezler. Allah zalimleri çok iyi bilir. De ki; sizin kendisinden kaçtığınız ölüm, muhakkak sizi bulacaktır. Sonra da görüleni ve görülmeyeni bilen Allah'a döndürüleceksiniz. O size bütün yaptıklarınızı haber verecektir." (Cuma 7-8)
ولتجدنهم أحرص الناس على حياة ومن الذين أشركوا يود أحدهم لو يعمر ألف سنة وما هو بمزحزحه من العذاب أن يعمر والله بصير بما يعملون "Muhakkak ki sen onları (Yahudileri) yaşamaya karşı insanların en harisi bulursun müşriklerden her biri de arzular ki bin sene yaşasın. Oysaki yaşatılması hiç kimseyi azaptan uzaklaştırmaz. Allah onların yapmakta olduklarını birer birer görür.” (Bakara 96)

Herhalde mümin ile kâfir arasındaki en önemli farklardan birisi budur. Kâfir ve müşrikler dünyada ebedi kalmak isterler. Müminler ise dünya hayatını kerih görürler. Ahireti ve cenneti temenni ederler. Allah Subhânehu Ve Teala'nın şu emrine uyarak bu dünyayı Müslüman olarak terk etmeyi arzu ederler:

ياأيها الذين آمنوا اتقوا الله حق تقاته ولا تموتن إلا وأنتم مسلمون "Ey iman edenler! Allah'tan hakkı ile korkun ve ancak Müslümanlar olarak ölün.” (Ali İmran 102)
كل نفس ذائقة الموت وإنما توفون أجوركم يوم القيامة فمن زحزح عن النار وأدخل الجنة فقد فاز وما الحياة الدنيا إلا متاع الغرور "Her canlı ölümü tadacaktır. Kıyamet günü yaptıklarınızın karşılığı size tastamam verilecektir. Kim cehennemden uzaklaştırılıp cennete konursa o gerçekten kurtuluşa ermiştir. Bu dünya hayatı ise aldatma metaından başka bir şey değildir." (Ali İmran 185)
Mademki her nefis ölümü tadacaktır o halde, neden ölüm şeklimizin şehadet olmasını temenni etmeyelim ve şehit olmak için çalışmayalım? Neden amacımız cennete girmek olmasın? Muhakkak ki, cehennemden kurtulup cennete girmek büyük kurtuluşa ermektir. Fakat bu kurtuluşa ermek ancak Allah yolunda sabırla mücadele ve cihad etmekle mümkündür. Bu hususta Allahu Teala şöyle buyurmaktadır:

أم حسبتم أن تدخلوا الجنة ولما يعلم الله الذين جاهدوا منكم ويعلم الصابرين "Yoksa, Allah içinizden cihat edenleri belli etmeden, sabredenler ortaya çıkarmadan cennete gireceğinizi mi sandınız?" (Ali İmran 142)
Sahabeler Mekke'de mücadele esnasında ölümü temenni ediyorlardı. Onlar,"Rabbimiz ölüm bize gelirse şehit olmak isteriz" diye bir temenni ve kanaat sahibiydiler.

Günümüzdeki Müslümanlar ise; ‘biz nefsimizi temizlemek istiyoruz, büyük cihatla meşgulüz’ diyerek Allah yolunda cihattan ve Allahu Teala'nın dinini hakim kılmak için çalışmaktan geri duruyorlar. Halbuki insan, Allah yolunda ölüme koşarsa muzaffer olur. Ölümden korkarsa zelil olur. Nasıl olsa öleceğimize göre, hangi halde öleceğimiz önemlidir. O halde, Allah Subhânehu Ve Teala'nın razı olduğu bir hal içinde yani Allah'ın dinini hakim kılmak için çalışma ve de cihat etme halinde ölmemiz bizim için en hayırlı iş olur. Bu bilinç içinde olan Müslüman ölümden korkmamalı hatta ölümü temenni etmelidir ki, ölüm onun için bir sorun olmaktan çıksın. Zira Allahu Teala Allah yolunda ölenleri şöyle müjdeliyor:

ولا تحسبن الذين قتلوا في سبيل الله أمواتا بل أحياء عند ربهم يرزقون(169)فرحين بما آتاهم الله من فضله ويستبشرون بالذين لم يلحقوا بهم من خلفهم ألا خوف عليهم ولا هم يحزنون(170)يستبشرون بنعمة من الله وفضل وأن الله لا يضيع أجر المؤمنين "Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanmayın! Bilakis onlar diridirler. Allah lütuf ve kereminden kendilerine verdikleri ile sevinçli bir halde Rableri yanında rızklara mazhar olmaktadırlar. Arkalarından gelecek ve henüz kendilerine katılmamış olan şehit kardeşlerine de hiçbir keder ve korku bulunmadığı müjdesinin sevincini duymaktadırlar. Onlar, Allah'tan gelen nimet ve keremin, Allah'ın müminlerin ecrini zayi etmeyeceği müjdesinin sevinci içerisindedirler." (Ali İmran 169-171)

Müslümanlar bu ayetteki müjdeye müstahak olmak için çalışırlar yani Allah yolunda ölüme koşarlar. Bu ise onlarda cesaret ve kahramanlığı meydana getirir. Sahabelerde olduğu gibi. Şöyle ki:
Rasul Sallallahu Aleyhi Vesellem İslâm ordusu Bedir'de yerleştikten sonra şöyle dedi: 'Haydi genişliği göklerin ve yerin genişliği kadar olan cenneti kazanmaya kalkın.' Umeyr b. Hummam; 'Ya Rasulullah genişliği gökler ve yerin genişliği kadar olan bir cennet mi?' dedi. Peygamber efendimiz; 'Evet öyle bir cennet' dedi. Umeyr; 'Ne güzel, ne güzel' dedi. Efendimiz; 'Niçin, ne güzel ne güzel diyorsun' dedi. Umeyr; 'Ya Rasulullah beni sevindiren onu kazanacağımı ummamdan başka bir şey değildir.' dedi. Bunun üzerine Umeyr elindeki hurmaları yemeyi bitirmeden; 'Ben bu hurmaları yiyinceye kadar beklersem uzun bir zaman geçmiş olur' dedi ve hemen hurmaları atıp savaşa koştu. Şehit düşünceye kadar da savaştı." (Müslim, Ahmed b. Hanbel)
Bir başka rivayette ise Rasul Sallallahu Aleyhi Vesellem şöyle dedi:"Muhammed'in hayatı elinde olan Allah'a yemin ederim ki, kim bugün bunlarla sırf Allah rızası için savaşır ve arkasını onlara dönüp kaçarken değil, sabır ve metanet göstererek onlara doğru ilerlerse, öldürülürse Allah onu cennete götürür. Bunun üzerine Umeyr b. Hummam 'Ne güzel, ne güzel! Demek benimle cennete girmem arasında bunların beni öldürmesinden başka bir şey yoktur' dedi ve hemen elindeki hurmaları attığı gibi kılıcını alıp onlarla savaşmaya başladı. Sonunda da şehit oldu." (Hayatüs Sahabe c.1 s.525)
Hanzala Radiyallahu Anha'da Allahu Teala yolunda cihadı gerdek gecesi sabahı yatağında olmaya tercih etti. Cihad çağrısını duyunca yatağından fırlayıp gusül abdesti almak için bile beklemeden cihada katıldı ve şehit oldu. Rasul Sallallahu Aleyhi Vesellem onu hurilerin gaslettiğini haber verdi.
Dırar b. Ezver zayıf bünyeli cılızdı fakat çevik ve cesur bir kahraman sahabe idi. Ölüme meydan okurcasına zırh kullanmaz, bağrı açık bir şekilde düşman üzerine giderdi. Rivayetlere göre seksen Rum komutanı ve askerini öldürmüştü. Bu haliyle düşman komutanlarını dahi dehşete düşürüyordu.
Müslümanlar, bütün bu cesaretleri bugünkü Müslümanların çok ihtiyacı olan, dünya sevgisini terk edip ahiretin nimetlerini arzulamaları ve bunun için de Allah yolunda ölüme koşarak gitmeleri neticesinde kazanmışlar, dünyada aziz ve karaman, ahirette de saadetli olmuşlardır.
Sahabeler için ölüm bir mesele değildi. Onlar için mesele ölümün kendilerini hangi halde bulacağı idi. Onlar arasında şu hikaye meşhur olmuştu: “Bir adam savaştan kaçıp bir sığınağa girer. Girdiği o mağarada gizlenirken bir ok gelip tam önündeki toprağa saplanır. Oku çıkartmak ister ancak çok zorlanarak çıkartır. Bir de ne görsün! Ok bir yılanın başına saplanıp yılanı öldürmüştür. O kişi 'Ölüm toprağın altında saklanan yılanı bile buluyor. Demek ki ölümden kaçış hiç yoktur. Zamanı geldiğinde nerede olsan buluyor' diye düşünüp tekrar savaş meydanına döner."
Ölümden kaçış insanı ölümden kurtarmaz fakat ölümden korkmadan sebatla Allah yolunda savaşmak, mücadele etmek insanı dünya ve ahiret saadetine kavuşturur. Felaha kurtuluşa eriştirir.
Allahu Teala'nın Resulü Sallallahu Aleyhi Vesellem şöyle buyurdu:"Muhammed'in nefsi elinde olana yemin olsun ki Allah yolunda ölüm, Allah'a isyan içinde bir yaşamdan hayırlıdır." (Ebu Naim)
Mademki, ölümün zamanını değiştiremiyoruz ve ondan kaçamıyoruz. O halde Allahu Teala'nın rızasının gereği işleri ölüm endişesi ile yapmaktan geri durmamalıyız. Zira Allahu Teala kendisine kavuşmak isteyenlerin salih amel işlemekten geri durmamalarını şöyle bildirmektedir:

فمن كان يرجوا لقاء ربه فليعمل عملا صالحا ولا يشرك بعبادة ربه أحدا "Artık her kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, salih amel yapsın ve Rabbine ibadette hiçbir şeyi ortak koşmasın." (Kehf 110)
Salih amel işleme yeri bu dünyadır. Burada salih amel işlemeyenlerin ahiretteki pişmanlıkları fayda vermeyecektir. Rabbimiz şöyle bildirdi:

ولو ترى إذ المجرمون ناكسوا رءوسهم عند ربهم ربنا أبصرنا وسمعنا فارجعنا نعمل صالحا إنا موقنون "O günahkarların, Rableri huzurunda başları öne eğik halde 'Rabbimiz, gördük, duyduk. Şimdi bizi (dünyaya) geri döndür de, salih amel işleyelim. Artık kesin olarak inandık', diyecekleri zamanı bir görsen."(Secde 12)

Şu halde İslâm akidesine göre ölüm Müslüman için bir sorun değilse -ki değildir- o halde ne diye ölümden korkarak Allah yolunda Allah Subhânehu Ve Teala'nın dinini hakim kılmak ve aleme taşımak için gerekli olan Hilâfet Devletini kurmak için çağdaş tağutlara karşı mücadele etmekten geri duruyoruz? Neden ölüm korkusu ile yere çakılıp kalıyoruz? Yoksa bu korkunun bizleri ölümden kurtaracağını mı zannediyoruz? Yani tağutlara karşı çıkmazsak, mücadele etmezsek ölmeyecek miyiz? Yoksa dünya hayatını ahiret saadetine tercih mi ediyoruz? Halbuki dünya hayatı çok kısa ve de İslâm'ın hakimiyetinden uzak olunca zelil bir hayattır. Müslüman hiç zilletten hoşnut olur mu? Mademki ölüm mukadderdir, onun sebebi Allahu Teala'nın takdir ettiği eceldir, o halde ondan korkarak zilleti sineye çekmek, Müslüman'a yakışır iş değildir. Haydin kalbimizden, bizim zelil olmamızın sebeplerinden birisi olarak Resulullah’ın gösterdiği "Dünya sevgisi ve ölümü kerih görme" duygusunun galabetini söküp atalım da Allah'ın dinini hakim kılıp, aleme nur ve hidayet olarak taşıyacak olan Raşidi Hilâfet Devletini Allah'ın nusretine dayanarak kurmak için kahramanca çalışalım. Çalışalım da dünyada ve ahirette aziz olalım. Rabbimizin rızasına nail olalım. Yoksa korkunun ecele asla bir faydası yoktur.
Bu konunun devamı;
  1. Korku
  2. Üstünlük
  3. İslâm'ın yüceliği
  4. İstikbâl
  5. Tevekkül

MÜ'MİNİN YAŞAMINDA, ALLAH İNANCININ YANSIMASI***RIZK


Muhakkak ki, bugün insanlık büyük bir gaflet içerisindedir. Bulunmuş olduğu gafletten kurtulmak isteyen insanlık, geçmişte olduğu gibi günümüzde de bir aydınlığa, kurtuluşa, nura muhtaçtır. Gafletten menfaat uman ve de faydalananlar ise, doğması beklenen o nurun ve ölçülerinin önüne çıkmaya devam etmektedirler. Fakat ne yaparlarsa yapsınlar geçmişte olduğu gibi bugün de insanlar o nura koşacak, ona sahip çıkıp haysiyetli günlerine tekrar kavuşacaklardır. İslâm davetini yüklenip bu yolda canla başla çalışanların olmasına rağmen günümüzde genelde Müslümanların da gaflet içerisinde olduklarını görmek mümkündür. Ne yazık ki, dünya yüzeyindeki Müslümanlardan bahsederken ancak onların adlarının varlığından bahsedilir. Hayata tesirlerinden, siyasi bir varlık göstermelerinden bahsetmek günümüzde oldukça zordur. Onların bu hale gelişlerinde birçok sebepleri saymak mümkündür. Ümmetin hayata bakışını değiştirecek, onu yeniden canlı kılacak bazı kavramlar konumuzun esasını oluşturmaktadır. Ümmetin geçmişteki cesaretine kavuşmasına engel olan ve anlaşılmamış veya unutulmuş bu kavramlar rızk, ecel, korku, üstünlük, İslâm'ın yüceliği, istikbal ve tevekkül kavramlarıdır. Allah Subhânehu Ve Teala'nın izniyle şimdi bu kavramları sırasıyla açıklamaya çalışalım.







ALİ HOCA a- Rızk        NUREDDİN YILDIZ RIZK                 ABDULLAH İMAMOĞLU RIZK
Dünyada her canlıya olduğu gibi insana da rızkını takdir eden ve veren sadece Allahu Teala'dır. Akıl, güç ve iradeden yoksun ufacık bir böcek bile rızksız kalmıyor. Rabbimiz ona rızkını bir şekilde mutlaka gönderiyor. Rızk kesinlikle Rabbimizin elindedir. Zira Rabbimiz; rızkı Ben takdir ediyorum”,“Ben dağıtıyorum” diyor. Bu hususta şöyle buyuruyor:
إن ربك يبسط الرزق لمن يشاء ويقدر إنه كان بعباده خبيرا بصيرا(30)ولا تقتلوا أولادكم خشية إملاق نحن نرزقهم وإياكم إن قتلهم كان خطئا كبيرا "Muhakkak ki, Rabbin rızkı dilediğine çok, dilediğine az verir. Şüphesiz ki o, kullarından haberdardır, (onları) çok iyi görür. Geçim endişesi ile çocuklarınızı öldürmeyin. Biz, onların da sizinde rızkınızı veririz." (İsra 30-31)
Rızk hususunda Müslümanlar genelde ağızlarıyla rızkın Allah Subhânehu ve Teala'nın elinde olduğunu söylüyorlar. Ama bu, hakiki bir iman seviyesinde görünmüyor. Zira bu noktada kişilere, bu malı nereden aldığı sorulduğunda; ‘Allah'a çok şükür Rabbim verdi’ demiyor. ‘Bu iş için çok çalıştım, plan yaptım, bu konuda uzmanlaştım, bu yüzden çok kazandım’ diyorlar. Müslümanlarda bu kanaat ya da anlayış maalesef çok yaygınlaştı. Bunun en önemli sebeplerinden biri; halkın dinlerini kendilerinden öğrendikleri hoca ya da âlim diye bilinen kişilerin yanlış anlayış veya anlatımlarıdır. Diyorlar ki; “her ne kadar Allah'ın elinde olsa da çalışmadan rızk gelmez, rızkın gelmesi senin çalışmana da bağlıdır. Az çalışan az, çok çalışan çok rızk elde eder. Hiç çalışmayan ise hiç rızk elde edemez. Onun için insan işinden gücünden olacak davranışlardan uzak durmalı, yoksa aç kalır.” İşte, böyle düşünüyorlar. Bu anlayışa göre, sanki rızkımız Allahu Teala'nın elinde değil de devletin ya da işverenin elindedir.
Buna binaen günümüz insanları ne kadar çalışırsan o kadar mal, mülk, rızk sahibi olursun kanaatine sahip oldular. Halbuki İslâm akidesine göre rızkı az ya da çok veren Allahu Teala'dır, bir başkası değil. Bunun böyle olmasının sebebi de sadece onun dilemesidir, başkasının dilemesinden dolayı değildir. Zira rızkın az ya da çok oluşu da Allah Subhânehu ve Teala'ya kullukta imtihanın bir konusudur. Buna rağmen Müslümanlar bilhassa günümüzde rızk hakkında böylesi kötü bir kanaate düştüler. Bu kanaat Müslümanlara nereden geldi? Zira daha önceleri onlarda böylesi bir kanaat yoktu. Bunun sebebi; Müslümanların İslâm akidesi ve dinini anlamak ve yaşamakta gösterdikleri zafiyet neticesinde imanlarının tadını tadamayışları, buna bağlı olarak da iç ve dışarıdaki kâfirlerin ahlakını ahlak edinmeleridir. Zira Yahudi ve Hıristiyan din adamları cenneti bile rüşvetle satıyorlar(!), Allah'ın dinini, hükümlerini az bir pahaya bile tahrif ediyorlardı. Yani menfaat uğruna hükümlerle oynuyorlardı. İşte, bu huy birçok Müslüman'a da sirayet etti. Mesela; zekât vermemek için, zekât zamanı gelince elindeki parayı bir başkasına borç vererek aklı sıra hile yapıp zekât sorumluluğundan kurtulacağını sanıyor. Halbuki daha önceleri Müslümanlar zekât ve hatta sadakayı vermekten kaçmak için değil vermek için koşuyorlardı. Sadaka vermek Müslümanlar için bir huzur ve saadet vesilesi idi. Müslüman Allah için uygun bir yere sadaka verebildiğinde kendisini mutlu hissediyordu. Günümüzde ise, değil başkalarına Allah için mal vermek, bilakis başkalarının hakkını bile alabilmekte, hatta gerekirse onun için o insanı öldürmekte mutluluk duyuyorlar.
İşte bu çarpık zihniyet insanları en vahşi hayvandan bile acımasız mahlûk kılmaktadır. Ve insanlığa bu vahşeti yaşatmaktadır. Pazısı kuvvetli olan bir avuç kapital sahibi azınlık, dünyadaki mustazaf (zaafa uğramış) insanların mallarını çalmak, talan etmek yani sömürmek için gerektiğinde o insanları en modern silahlarla toplu halde öldürmek uğraşısı ve de yarışı içindedirler. Bir ahtapot gibi sömürü ağı ile dünyayı kuşatmış durumdalar. Özellikle de Müslümanların petrollerini, madenlerini, servetlerini çalıyorlar ve onları öldürüyorlar. O kadar çok sömürmelerine rağmen gözleri hiç doymuyor. Bu gözü doymazlığın, bu aç gözlülüğün, bu vahşi mal tamahının sebebi nedir? İşte bunun asıl sebebi, rızkın kişinin kendi çalışmasına bağlı olduğu anlayışıdır. “Çalışırsan rızk olur, çalışmazsan aç kalırsın”, “verirsen biter yine aç kalırsın”, “onun için, haklı haksız, helal haram demeden mala, mülke ulaşmaya çalış” anlayışıdır. Aslında bu insanın yapısında varolan beka içgüdüsünden kaynaklanan hayatta tutunma, mal mülk sahibi olma tutkusuna esir olma halidir. İşte bu anlayış ya da mal tutkusu insanları gözü dönmüş vahşi mahlûklar haline getirmektedir.
İnsanlığı bu vahşetten ancak İslâm akidesi kurtarır. Zira bu akide insan yapısındaki diğer bütün duygu ve ihtiyaçları Allah Subhânehu Ve Teala’dan gelen bir ölçü ile terbiye edip insanı vahşetten temizlemiştir. Rızkın Allah'ın elinde olduğunu, az ya da çok rızk verenin Allah olduğunu, Allah'ın az ya da çoklukla imtihan ettiğini bilerek, insanda kanaat, sabır ve hatta cömertlik, ikramda bulunma faziletlerini yerleştirmiştir. Kanaat, sabır, cömertlik, kendisi mala muhtaç iken başkasına ikramda bulunma faziletleri ile vasıflı bir ümmet inşa etmiştir. İnsanlık gerçek insanlığı, hayrı işte bu ümmet elinde görmüştür. Bu, İslâm akidesi anlaşılıp yaşandıkça tekrar bu faziletler varolacaktır. Bu akide üzerine devlet kurulup âleme taşındıkça, bu faziletler de yaygınlaşacak, sömürgeci ahtapot görünümlü pis kâfirlerin zulmü ve zulümatı ortadan kaldırılacak, geçmişte olduğu gibi âlem İslâm'ın nuru ile tekrar aydınlanacaktır.
Evet, kapitalist ya da materyalist rızk anlayışından doğan aşırı mal sevgisi, sanki insanın tabiatını dejenere edip, vampir tabiatlı kılmaktadır. Daha kârlı olduğunu gördüğü için fabrikadaki binlerce işçiyi zorunlu parasız izne çıkarıp da onlara vereceği parayı faize yatıran, binlerce kişinin çoluk çocuk ve çocuğu ile aç susuz hasta kalması pahasına faizden elde edeceği kârları salyası aka aka hesap eden vampir iş adamlarına bakın! Devletin geliri olursa hemen ona çullaşan, devletin borcu olursa hemen malını dışarıya kaçıran vampir kapitalistlere bakın! İnsanlığın ne kadar alçalabileceğini, vahşileşebileceğini ve vampirleşebileceğinin gerçek şeklini onlarda görürsünüz.
Mukayese için bir de insanlığın güzide asrına saadet asrına bakın. Orada insanlıktan örnekler göreceksiniz. Zengin de olsa vampirleşmeyip de Allah Subhânehu Ve Teala için can ve mal vermekte yarışan, fakirlere, muhtaçlara ikramda bulunan, İslâm devletine yardım eden hatta kendileri muhtaç iken, başkalarını kendi nefislerine tercih eden fazilet nişanelerini göreceksiniz. Gerektiğinde devlete Allah yolunda cihat için malının üçte birini, yarısını, hatta tamamını getirip gönül rahatlığıyla veren ve bundan da sürur duyan güzide insanları görürsünüz. Zira onlar bu işleri ebedi hayat olan ahirete yatırım olarak görüyorlardı. Onlar Allahu Teala'nın şu sözüne binaen hareket ediyorlardı:
مثل الذين ينفقون أموالهم في سبيل الله كمثل حبة أنبتت سبع سنابل في كل سنبلة مائة حبة والله يضاعف لمن يشاء والله واسع عليم(261)الذين ينفقون أموالهم في سبيل الله ثم لا يتبعون ما أنفقوا منا ولا أذى لهم أجرهم عند ربهم ولا خوف عليهم ولا هم يحزنون "Allah yolunda mallarını harcayanların örneği, yedi başak bitiren bir tane gibidir ki, her başakta yüz tane vardır. Allah dilediğine daha da fazla verir. Allah geniştir, her şeyi bilir. Mallarını Allah yolunda hayra verip de sonra başa kakmayan, alanların gönlünü kırmayan kimselerin Allah katında kendilerine has mükâfatları vardır. Onlara korku olmadığı gibi, onlar üzülmeyecektir." (Bakar 261-262)
İslâm akidesindeki rızk anlayışından uzaklaştıkça vampirleşen kişilerin kafalarına ve kalplerine yerleşen tek şey para sevgisidir. Bu sevgi onu; Kâbe gibi kutsal bir yerde, anne gibi kutsal bir varlıkla 70 defa zina yapmaktan daha kötü bir işe ve Allah ve Resulü ile savaş olarak vasıflandırılan faize koşuşturmaktadır. Bununla da kalmayıp faizi meşrulaştırma çabasına itmektedir. Boşuna dememişler; “para insanın aklında olursa ya kölesi ya da delisi olur.” Kur’an'da da;
الذين يأكلون الربا لا يقومون إلا كما يقوم الذي يتخبطه الشيطان من المس “Faiz alanların mezarlarından şeytan çarpmış gibi kalkacakları” (Bakara 275) bildiriliyor. Onlar daha mezara gitmeden şeytan çarpmışa dönüyorlar. Ya deliriyorlar ya da stres içinde bunalıma düşüyorlar.
İslâm akidesindeki rızk anlayışı insanı cömert kıldığı gibi kanaatkâr ve sabırlı da kılar. Bundan dolayı gerçek iman sahibi rızkı dar olunca ortalığı velveleye vermez, sabretmesini bilir ve hatta haline şükreder. Rızkının darlığını dışarıya bile yansıtmama olgunluğunu gösterir. İffetlerinden dolayı, fakirliklerini ne bir şikayet konusu kılar ne de bir duygu sömürüsüne dönüştürür. Allahu Teala bu hususta şöyle buyuruyor:
للفقراء الذين أحصروا في سبيل الله لا يستطيعون ضربا في الأرض يحسبهم الجاهل أغنياء من التعفف تعرفهم بسيماهم لا يسألون الناس إلحافا وما تنفقوا من خير فإن الله به عليم "(Onların asıl durumunu) bilmeyen, iffetten dolayı gösterdikleri tok görünümlerine bakarak onları zengin sayar, sen onları görünce yüzlerinden tanırsın. Çünkü onlar yüzsüzlük ederek insanlardan istemezler." (Bakara 273)
Rızkın Allahu Teala'nın elinde olduğuna iman ettikleri sürece Müslümanlarda geçim sorunu diye bir durum söz konusu olmuyordu. Evet, sıkıntılara katlanıyorlardı ama o onlara bir dert değildi. Çünkü mal mülk onların kalplerinde değil ellerinde idi. Ellerine geçerse helal yolda harcıyorlardı, ellerine geçmezse hallerine şükrederek sabrediyorlardı. Kendilerine asla dert etmiyorlardı. Zira onlar Allahu Teala'nın şu hitabına kulak veriyorlardı:
ولنبلونكم بشيء من الخوف والجوع ونقص من الأموال والأنفس والثمرات وبشر الصابرين "Andolsun ki biz, sizi biraz korku, açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azalma ile imtihan eder deneriz, sen sabırlı davrananları müjdele."(Bakara 155)
Rızkın kendi çalışmasına bağlı olduğunu zanneden kişi, Allahu Teala'nın ona bol rızk vermesi durumunda hakkı olmayan bir üstünlük iddiasında bulunup şımarır azar. Karun gibi olur. Bakınız Allahu Teala ibret olsun diye onun durumunu nasıl tasvir ediyor:
"Karun Musa'nın kavminden idi de onlara karşı azgınlık etmişti. Biz ona öyle hazineler vermiştik ki, anahtarlarını güçlü kuvvetli bir topluluk zor taşırdı. Kavmi ona demişti ki; 'Şımarma! Bil ki Allah şımarıkları sevmez. Allah'ın sana verdiğinden Ahiret yurdunu gözet. Ama dünyadan da nasibini unutma. Allah sana ihsan ettiği gibi, sen de(insanlara) iyilik et. Yeryüzünde bozgunculuğu arzulama. Şüphesiz ki Allah bozguncuları sevmez.' Karun ise; 'O (servet) bana ancak kendimdeki bilgi sayesinde verildi' demişti. Bilmiyor muydu ki Allah, kendisinden önceki nesillerden ondan daha güçlü ondan daha çok taraftarı olan kimseleri helak etmişti. Günahkarlardan günahları sorulmaz (Allah onların hepsini bilir). Derken Karun, ihtişam içinde halkının karşısına çıktı. Dünya hayatını arzulayanlar; 'Keşke Karun'a verilenin benzeri bizim de olsaydı, hakikat şu ki o çok büyük bir devlet sahibidir' dediler. Kendilerine ilim verilmiş olanlar ise şöyle dediler; 'Yazıklar olsun size! İman edip iyi iş yapanlara göre Allah'ın mükafatı daha üstündür. Ona da ancak sabredenler kavuşabilir.' Nihayet biz onu da sarayını da yerin dibine geçirdik. Artık Allah'a karşı kendisine yardım edecek avanesi olmadığı gibi, o kendini savunup kurtaracak kimselerden de değildi. Daha dün onun yerinde olmayı isteyenler; 'Demek ki, Allah kullarından dilediğine rızkı çok da verir azda verir. Şayet Allah bize lütufta bulunmuş olmasaydı bizi de yerin dibine geçirirdi. Demek ki inkarcılar iflah olmazmış' demeye başladılar. İşte ahiret yurdu! Biz onu yeryüzünde böbürlenmeyi ve bozgunculuğu arzulamayan kimselere veririz. En güzel akıbet takva sahiplerinindir."(Kasas 76-83)
Rızkın sadece Allahu Teala'nın elinde olduğuna şeksiz şüphesiz iman edenler, Allah'ın mesela şu emrine icabet ederek malını Allah yolunda infak etmekten hatta Ebu Bekir Radıyallahu Anha’da olduğu gibi bazen tamamını infakta tereddüt etmezdi.
ياأيها الذين آمنوا أنفقوا من طيبات ما كسبتم ومما أخرجنا لكم من الأرض ولا تيمموا الخبيث منه تنفقون ولستم بآخذيه إلا أن تغمضوا فيه واعلموا أن الله غني حميد(267)الشيطان يعدكم الفقر ويأمركم بالفحشاء والله يعدكم مغفرة منه وفضلا والله واسع عليم "Ey iman edenler! Kazandıklarınızın iyilerinden ve rızk olarak yerden size çıkardıklarımızdan hayra harcayın. Size verilse gözünüzü yummanız hariç, almayacağınız şeylerle sakın hayır yapmaya kalkışmayın. Biliniz ki Allah zengindir, övülmüştür. Şeytan sizi fakirlikle tehdit eder (korkutur) ve sizin cimri olmanızı emreder. Allah ise size katından bir mağfiret ve lütuf vaadeder. Allah her şeyi ihata eden ve her şeyi bilendir." (Bakara 267-268)
Bu hususta Hz Ali Radiyallahu Anha’nın sergilediği tavır gerçekten günümüz Müslümanlarına apayrı bir ışık tutmaktadır:
Bir gün Ali Radiyallahu Anha kapıda bir dilencinin durduğunu gördü. Oğlu Hasan veyahut Hüseyin'e; 'Annene git, kendisine verdiğim o altı dirhemden birini sana versin getir şu fakire ver.' dedi. Çocuk gidip döndükten sonra;'Annem o altı dirhemi un almak üzere sakladım diyor'dedi. Bunu üzerine Ali Radiyallahu Anha; 'Eğer kişi elindeki paradan çok, Allah'a güvenmezse imanı gerçek bir iman değildir. Git annene söyle o altı dirhemin hepsini göndersin' dedi. Fatıma Radiyallahu Anhuma’da o altı dirhemin hepsini gönderdi. Ali Radiyallahu Anha onu dilenciye verdi. Ali Radiyallahu Anha daha içeri girip elbisesini çıkarmamışken, satmak üzere bir devenin yularından tutup çeken bir adam yanından geçti. Ali Radiyallahu Anha; 'Deveni kaça satıyorsun?' diye sordu. Adam; 'Fiyatı yüz kırk dirhem.' dedi. Ali Radiyallahu Anha; 'Parasını sonra almak üzere deveyi kapıya bağla.' dedi. Adamda deveyi bağlayıp gittikten sonra bir başka adam geçip; 'Bu deve kimindir?' diye sordu. Ali Radiyallahu Anha; 'Benimdir.'dedi. Adam; 'Satmıyor musun?' dedi. Ali Radiyallahu Anha; 'Satıyorum.'dedi. Adam; 'Kaça satıyorsun?' diye sordu. Ali Radiyallahu Anha; 'İki yüz dirheme.' dedi. Adam da kabul ederek hemen parasını çıkartıp verdi ve deveyi çekip götürdü. Ali Radiyallahu Anha 'da alacaklısının parasını verdikten sonra artan altmış dirhemi götürüp Fatıma Radiyallahu Anhuma'ya verdi. Fatıma Radiyallahu Anhuma; 'Bu ne parasıdır?' diye sordu. Ali Radiyallahu Anha; 'Bu Allahu Teala'nın “Kim bir iyilik yaparsa ona o iyiliğin on katı verilir' diyen Peygamberinin diliyle, bize vereceğini vaat buyurduğu paradır.’ dedi' " (El Kenz ul Ummal, 3. Cilt s.311)
Rızkın Allahu Teala'nın elinde olduğuna iman; başkasına karşı hasedi, çekememezliği ve tamahkârlığı tedavi ettiği gibi kendisi zaruret içindeyken bile başkalarını kendisine tercih etme makamına ulaştırır ve felaha erenlerden kılar. Allahu Teala'nın vasfettiği şu kimseler gibi:
والذين تبوءوا الدار والإيمان من قبلهم يحبون من هاجر إليهم ولا يجدون في صدورهم حاجة مما أوتوا ويؤثرون على أنفسهم ولو كان بهم خصاصة ومن يوق شح نفسه فأولئك هم المفلحون "Onlardan önce o diyarı yurt edinmiş ve göğüslerine imanı yerleştirmiş olanlar, kendilerine hicret edip gelenleri severler. Ve onlara verilenlerden ötürü içlerinde bir çekememezlik duymazlar. Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları, kendilerine tercih ederler. Her kim nefsinin tamahkârlığından korunabilmişse, işte onlar, felaha erenlerin kendileridir." (Haşr 9)
Rızkı kendi çalışmalarında görenlerin başında gelen kâfirlerin ise, mala düşkün, tamahkâr ve de açgözlü oluşlarından dolayı daha çok mal sahibi olmak, daha çok sömürmek için insanları kula kulluktan, zulüm ve zulümattan kurtarmak için gönderilen, Allahu Teala yolu olan İslâm'dan uzaklaştırmak maksadı ile mallarını harcarlar ve harcayacaklar. Fakat mağlup olup kalplerinde bir hüzün olacaktır. Rabbimizin buyurduğu gibi:
إن الذين كفروا ينفقون أموالهم ليصدوا عن سبيل الله فسينفقونها ثم تكون عليهم حسرة ثم يغلبون والذين كفروا إلى جهنم يحشرون "Şüphesiz ki inkar edenler mallarını (insanları) Allah yolundan alıkoymak için harcıyorlar. Daha da harcayacaklar. (Fakat) sonunda bu, onlara yürek acısı olacak ve en sonunda mağlup olacaklardır. Kâfirlikte ısrar edenler ise cehenneme sürükleneceklerdir. " (Enfal 36)
İşte ABD, İngiltere, Fransa, Rusya ve diğer küfür devletleri Müslümanları ezmek, sömürmek ve dinlerinden saptırmak için kredi vermek, propaganda yapmak, silah imal etmek gibi çeşitli üsluplarda para harcıyorlar. Ancak (İnşaAllah Hilâfet Devleti kurulunca) onların bu emelleri kursaklarında kalacak ve mağlup olacaklardır. Yeter ki, müminler İslâm akidesine gereği gibi bağlanıp, onun gereği olan dinlerini yaşamaya ve de hakim kılmaya çalışsınlar. Muhakkak ki istikbal İslâm'ın, zafer müminlerin olacaktır. Kâfirler ise hüsran olacaklardır.
Bütün bu izahlarla anlatmak istediğimiz; rızkın çalışmaya bağlı olduğu, rızkı verenin kişinin işi, dükkânı ya da işvereni olduğu anlayışının yanlışlığını, kişide oluşturduğu kötü hal ve sıfatları görerek Müslümanların bu yanlışı terk etmeleridir. Müslümanlara yakışan çalışmayı, rızka ulaşmak için Allahu Teala'nın bir emri, Şer'î bir hüküm olarak bilip amel etmeleri, ancak rızkı takdir eden ve de verenin ancak Allah olduğuna inanmalarıdır. Allah'ın emri gereği çalışılır ancak rızk elde edilme yedebilir. Allah'ın emri gereği savaşılıp zafer elde edilemediği gibi. Çünkü zafer ancak Allah'ın katındadır. Bunun gibi rızk da ancak Allah'ın katındadır. Dilediğine az, dilediğine çok verir. Çalışma rızkın sebebi değil, rızka ulaşılan hallerden bir haldir. Sebebi olsa idi, hiç çalışmayan kimselerin asla rızka ulaşamamaları gerekirdi veya az çalışan az, çok çalışan çok rızk elde ederdi. Ancak pratikte de görüldüğü gibi vakıa öyle değildir. Miras ve bahşiş olayında olduğu gibi çalışmadan da rızk gelebilmektedir. Bazen de hiç rızk gelmemektedir.
Pratikte de görüldüğü gibi, rızkı getirenin çalışma olduğuna iman kişinin ufkunu nasıl da daraltmakta ve o kişiyi nasıl cimri kılmaktadır. Rezzak olanın yani rızkı bizzat verenin Allahu Teala olduğuna, çalışmanın rızkın geliş hallerinden biri olduğuna iman da rızk bakımından kişinin ufkunu nasıl da genişletmekte, ona iman edenleri nasıl rahatlatmaktadır. İşte, rızkı getirenin çalışma olduğuna iman eden her kesimden kimseler, işlerinden çıkartılır ya da ticaretlerine mani olunursa açlıktan öleceklerine itikat eder duruma düşmüşlerdir. Onun için böylelerinin rızkı elde etmek hususunda ufukları dar olduğu için ne kadar yüksek mevkilere gelseler, ne kadar çok mala sahip olsalar da yine dar bir hayatta yaşarlar.
Allah'ın Rezzak olduğuna dair iman; rızkı temin için Allah Subhânehu Ve Teala'nın beyan ettiği yolda çalışmayla birlikte olunca, tembel olmayı ve yan gelip oturmayı değil rızk hususunda geniş bir bakış ufkuna sahip olmayı meydana getirir. İşte bize bunu kazandıran, rızkı takdir edenin de, verenin de sadece Allahu Teala olduğunu beyan eden delaleti kati ayeti kerimelerden birkaçı:
وكأين من دابة لا تحمل رزقها الله يرزقها وإياكم وهو السميع العليم "Rızkını taşımayan(yeryüzünde) nice canlılar vardır. Allah onlara ve size rızk verir. O işiten ve bilendir." (Ankebut 60)
وما من دابة في الأرض إلا على الله رزقها ويعلم مستقرها ومستودعها كل في كتاب مبين ‘Yeryüzünde yürüyen her canlının rızkı Allah'ın üzerindedir. Allah onların yerleştikleri yeri ve barındıkları yerleri ve saklandıkları yerleri de bilir. Her şey Kitab-ı Mübin'dedir." (Hud 6)
ياأيها الناس اذكروا نعمة الله عليكم هل من خالق غير الله يرزقكم من السماء والأرض لا إله إلا هو فأنى تؤفكون "Ey insanlar! Allah'ın üzerindeki nimetini zikredin (hatırlayın), gökten ve yerden Allah'tan başka sizi rızklandıran bir yaratıcı mı var? Ondan başka hiçbir ilah yoktur. Öyle ise, nasıl Allah'ı bırakıp da şirke koşuyorsunuz." (Fatır 3)
Mademki her canlının olduğu gibi, bizim ve çoluk çocuğumuzun rızkını veren sadece, kendisinden başka İlah ve Rezzak (rızk verici) olmadığına şehadet ettiğimiz Allahu Teala'dır, öyle ise; niçin rızk endişesi ile Allahu Teala'nın dinini tekrar hakim kılmak böylece zilletten kurtulup izzete ve ahirette saadete kavuşmak için çalışmaktan, mücadele etmekten geri duruyorsunuz? Haydin bu yersiz, mesnetsiz endişeyi yani rızk endişesini kalplerimizden tamamen söküp atalım. Rızk ve zafer de sadece Rabbımız Allahu Teala'ya tevekkül ederek kendimizi, tüm İslâm ümmetini, hatta insanlığı içinde bulunduğu şu zillet ve zulümattan kurtarıp, izzet ve aydınlığa kavuşturacak olan, İslâm’i hayatı başlatacak ve aleme hidayet ve nur olarak taşıyacak olan Raşidi Hilâfet Devletini kurmak için ihlâs ve azim ile çalışalım.
Bu konunun devamı;


14 Nisan 2016 Perşembe

Müslümanların güvenebilecekleri alimler ve gerçek dava erleri kimlerdir?

Yaşamış olduğumuz bu ve geçmiş asırda, yani İslami ifadeyle ahir zamanda, karşılaştığımız en büyük sıkıntılardan bir tanesi de, kime nasıl güveneceğimizi bilmiyor olmamızdır. Neredeyse her geçen gün bir kaç insanın kalkıp kendisini alim, şeyh ilan etmiş olması, veya bu özellikler kendisinde bulunup ta bunu Allah (c.c.)'nun rızası doğrultusunda Müslümanların hayrına değil de, mevki makam için kullanan alimlerin, türemesi sözkonusu olmaktadır. 
Müslüman kime güvenebilir ve özellikle örneğimiz olması gereken alimlerimizden hangisine güvenebiliriz sorusu, gayet ciddi ve önemli bir konuyu teşkil etmektedir. Çünkü Ümmeti Muhammed halen en başta alimlere güvenmektedir ve onların söylediği her sözüde kabul etmektedir. Dolayısıyla ümmetin gerçekleri görüp bir fiil hak davayı ifa edebilmesi için, önlerinde adeta bir engel olarak duran alim ve onların cemaatlerini iyi tanıyıp, ayırt edebilmesi gerekmektedir. Bundan dolayı, Müslümanların elinde bir yol göstericisi olacak bir kıstasın ve ölçünün ne olduğu sorusuna cevap bulmamız gerekiyor. 
Müslümanların sözde alimlere güvenme konusundaki davranışları, yani onları adeta sorgusuz sualsiz bir şekilde söz sahibi kabul etmiş olmaları, bir kaç sebebe dayanmaktadır. 
1- Günümüzün insanı cehalete alıştırılmış, adeta ona mahkum edilmiş bir durumdadır. Cehalet derken kişinin tahsilini kastetmiyorum. Yani kişi tahsilli olur, mühendis hatta doktorasını yapmış olabilir. Fakat sahip olmuş olduğu aklı kişiliğini, malını ve din kardeşliğini bir hiç pahasına gayri müslimlerin hizmetine sunabiliyorsa, o Müslüman isterse profesör olsun, kesinlikle cahildir ve sömürülmeye müsaittir. Hâlbuki Müslüman sahip olmuş olduğu akıl nimetini, insanlık içerisinde kullanan yegane insandır. Ve bu nimeti devre dışı bıraktığı taktirde onu yani akıl nimetinin en büyük özelliği olan doğru ile yanlışı ayırt etme, gerçeğinden mahrum kalmış olur. Dolayısıyla Müslüman kesinlikle koyun sürüsü gibi güdülen birer hayvan değil, bilakis gerektiğinde çok sert eleştiri yapabilen ve kesinlikle muhasebe eden bir kişiliğe sahip olmalı. Bundan dolayı Müslüman'ın kişiliği, yani duruşu çok net olmalı ve kanat getirdiği duruşundan her ne olursa vazgeçmemeli ve Muhammed (s.a.v.) ‘min en zor anında sarf etmiş olduğu şu kavli hiçbir zaman aklından çıkarmamalı. Resulullah'ı koruyan ve himaye eden amcası Ebu Talib'in çok ciddi bir şekilde Dar'un Nedvede sıkıştırıldıktan ve tehdit edildikten sonra bir başka çaresi olmadığı kanaatini gelerek, Resulullahın huzuruna gidip, adeta yırtıcı hayvanlarca kuşatılmış bir durumda tek tutanağı olduğu zanedilen elindeki silahı, yani üzerinde bulunduran himayeyi alacağı tehdidi karşısında, bakınız Muhammed (s.a.v.) amcası Ebu Talib'e sarfetmiş olduğu o tarihi sözler: 
"Ey amca! Vallahi, bu işi bırakmam için Güneşi sağ elime ve Ayı sol elime koysalar da, ALLAH onu üstün kılıncaya ya da ben bu yolda ölüp gidinceye kadar bırakmam!" dedi. Gözleri yaşardı ve ağladı. Ayağa kalkarak dönüp giderken, Ebu Talib:"Gel ey kardeşimin oğlu!" diye seslendi. Muhammed (sav) dönüp gelince, Ebu Talib: "Ey kardeşimin oğlu! Git, istediğini söyle! İşine devam et! İstediğini yap! Vallahi, ben seni hiçbir zaman onlara teslim edici değilim!" dedi. (Siret-i İbn-i Hişam) 
2- Neyin doğru neyin doğru olmadığı konusunda, elinde kıstas niteliğinde olması gereken, dini hakikatları ve onun esaslarını (imani konuları), etraflıca bilmesi gerekiyor. Maalesef bu kıstasdan mahrum olduğumuz gibi, birde bu özelliğe sahip olmamamız için bizlere dikta edilen din adamı düşüncesi ve dolayısıyla bu senin işin değildir mantığı, Müslümanlara sirayet etmiştir. Ve yine tarikatlar vasıtası ile bizlere empoze edilen, körü körüne tam bir taassup ile bağlanma ve tamamen ilmi esaslardan yoksun olma ve sadece günün büyük bir kısmını zikir ile geçirme düşüncesi egemen oldu. Dini hakikatler derken, bu konu ile alakalı Müslümanların Allah (c.c.)'dan başka hiçbir kimseyi, hüküm koyucu kabul etmememiz gerektiğini ve yine onun emir ve yasaklarına uyma konusunda kesinlikle taviz vermememiz gerektiği, inancını kastediyorum. Halbuki sahiplenmiş olduğumuz ve desteklediğimiz alimlerin ve şeyhlerin bir çoğu öyle veya böyle taviz vermektedir. Bu nasıl olurda güvenebileceğimiz, sözünü dinleyebileceğimiz bir alim veya şeyh olabilir. Bir Müslüman için bu tür alimler desteklenmesi gereken birer kişilik olmaktan daha ziyade, kesinlikle muhasebe edilen ve maskeleri alaşağı edilen ve gerektiğinde onları toplum içerisinde rezil edilmesi gereken birer kişilik olarak görmemiz gerekmektedir. Öyleyse Müslüman imanı gereği kesinlikle Rabbimize güvenip, sadece ona tevekkül etmesi ve hiçbir zaman taviz vermemesi gerekiyor. Bakınız taviz verip de fasıklar zümresine giren insanlar için Rabbimiz ne buyurmaktadır: 

inananlar! Size fasık (yoldan çıkmış) bir adam bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeyerek bir topluluğa karşı kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz. (Hucurat:6) 

Bu ayeti celilede de ifade edildiği üzere kesinlikle haramı açık olan, ki taviz vermek, yani haram olduğunu bildiği halde onları ikaz etmemek ve yine üzerimize farz olduğu halde, kesinlikle korku, endişe her ne sebepten dolayı olursa olsun, üzerimize düşen Raşid-i Hilafet Devletini kurma farzından geri durmak tavizdir. Her kim bu hasleti üzerinde bulunduruyorsa, alim olsun Müslüman olsun, kesinlikle güvenilmeyen ve kesinlikle ikaz edilmesi gereken kişiler olur. 
3- Birinci ve ikinci konuya bağlı olarak, korku konusu, önemli bir konu olarak karşımıza çıkmaktadır. Müslümanlar sözde alim veya şeyhlere güvenmeme konusunda şu iki acıdan korkmaktadır: 
a. Toplumun değer verdiği hocalara güvenmeyip, bilakis onları tenkid edersem, toplum içerisinde tutunamam, barınamam ve toplumdan dışlanırım korkusu. 
b. Diğer korku olgusu ise ruhani korkuyu teşkil etmektedir. Kişi sözde alimlere veya daha doğrusu şeyhleri tenkitvari sözler sarf ederse, işinin rast gitmeyeceği endişesini taşımaktadır. Bir diğer ruhani korku ise özellikle tasavvuf erbabında ve onun taraftarlarında egemen olan çarpılma korkusudur. 
Ümmete sirayet etmiş olan ve fıtri olan bu korku olgusu hakkında bakınız Rabbimiz ne buyurmaktadır: 
Andolsun ki sizi biraz korku ve açlik; mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azaltma (fakirlik) ile deneriz. (Ey Peygamber!) Sabredenleri müjdele! (Bakara:155) 
Yine Ali-İmran suresinin 175. ayeti celilesinde Allah (c.c.)'hu şöyle buyurmaktadır: 
إِ"İşte o şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur. Şu halde, eğer iman etmiş kimseler iseniz onlardan korkmayın, benden korkun." (Ali İmran 175) 
Rabbimizin bu kavli ile korku olgusunun içinde yatan her türlü korkuyu alabiliriz. İmtihana tabi tutulan biz insanoğlu ise bu tür korkular karşısında Rabbimizin buyurduğu üzere sabredenlerden olmalıyız. Bunun örneği için Resulullah'tan ve onun güzide ashabından yüzlerce örnek verilebilir. Ve yine Rabbimiz, Allah (c.c.)'dan korkmayıp ta insanlardan korkanlar için bakınız ne buyurmaktadır: 
"Kendilerine, ''ellerinizi savaştan çekin, namazı kılın ve zekâtı verin'', denilen kimseleri görmedin mi? Sonra onlara savas farz kılınınca, içlerinden bir gurup hemen Allah'tan korkar gibi, hatta daha fazla bir korku ile insanlardan korkmaya başladılar da "Rabbimiz! Savaşı bize niçin yazdın! Bizi yakın bir süreye kadar ertelesen (daha bir müddet savaşı farz kılmasan) olmaz mıydı?" dediler. Onlara de ki: "Dünya menfaati önemsizdir, Allah'tan korkanlar için ahiret daha hayırlıdır ve size kıl payı kadar haksızlık edilmez." (Nisa:77) 
Ayeti kerime kıtal ile alakalı olarak korkudan bahsediyor olsa da bu korkunun diğer emirleri de kapsamadığı anlamına gelmez. Dolayısıyla günümüzün konusu olan ikinci Raşidi Hilafet Devletini kurma meselesinde de Müslümanlar mezkur sebeplerden dolayı insanlardan korkmaktadırlar. Onlara verilmesi gereken cevabı bakınız Allah (c.c.) ne kadarda güzel vermiş;... "Dünya menfaati önemsizdir, Allah'tan korkanlar için ahiret daha hayırlıdır ve size kıl payı kadar haksızlık edilmez.' 
Bu gerçeklerden yola çıkarak, şu hakikatleri da dile getirmemiz gerekmektedir. İnsanoğlu yaratılışı gereği yönlendirilmeye, manipüle edilmeye müsait bir varlıktır. Dolayısıyla insanoğlunun bu zayıf noktalarını tespit edip onlara dikkat çekmek gerekiyor. 
1- Güzel söz, tatlı dil ve özellikle hocalarda güçlü hatiplik, insanı etkisi altına almaya sebep olan hasletler içerisine giriyor. Bu o kadar ivme kazanmış bir hastalık olarak karşımıza çıkıyor ki, artık söylenenlerin ne olduğu önem arz etmiyor, daha ziyade hocanın hatipliği, mimikleri Müslümanların dikkatini çeker hale geliyor. Birde çok faydalanmışçasına insanlara; ‘hocam ne kadarda güzel konuştu' diyerek bunu pekiştirmeye çalışıyor. Halbuki bunu söyleyen hacıma şu soruyu yöneltmiş olsak; ‘ hocam ne konuştu ki, güzeldir diyorsun?', buna vereceği cevap kesinlikle şu olacaktır;' çok güzel şeyler söyledi...', çünkü hacım söylenen sözlerden daha ziyade hocanın hatipliğinden etkilenmiş. Dolayısıyla bu, Müslümanlarda yer etmiş olan büyük bir sıkıntı haline gelmektedir. 
2- Dış görünümü, yani kıyafeti, insanları olduğundan farklı bir konumda değerlendirilmesine sebep oluyor. Bu özellikle tasavvuf ortamında kendisini sarık, cübbe ve takke olarak gösteriyor. Toplumuzda bu o kadar önem arz ediyor ki, kişi takım elbise giymiş birisi ise, çok önemli bir insan oluyor. Halbuki dış görünümü ilk bakışta önemli olmakla beraber, kişinin ciddiye alınıp, alınmaması için bir ipucu vermiyor olabilir. Yani şunu söylemek istiyorum, kişinin dış görünümünden dolayı kesin hükmü vermemeliyiz. Ve onun cübbeli, sarıklı veya sakallı olduğu için; ‘mübarek insan, hocam veya başkanım' diyerek onları gözümüzde büyütmemeliyiz. 
3- En tehlikeli manipüle araçlarından bir tanesi ise kişinin etiketi, sahip olmuş olduğu ehliyetidir. Kişilerin bu tür etiketlere sahip olmamış olması, onların bu etiketten yoksun olduğu takdirde, etiketli şahsiyetlerin bildiklerini asla bilemeyecekleri endişesi hakim olmaktadır. Dolayısıyla kişinin alim, hoca, şeyh veya doktor, mühendis olması, onların toplum içerisinde, çok üstün şahsiyetler oldukları, anlamında yorumlanmaktadır. Halbuki Rabbimizin şu kavli bu durumu bakınız ne kadarda güzel özetlemektedir: 

Tevrat'la yükümlü tutulup da onunla amel etmeyenlerin durumu, ciltlerce kitap taşıyan merkebin durumu gibidir. Allah'ın ayetlerini yalanlamış olan kavmin durumu ne kötüdür! Allah, zalimler topluluğunu doğru yola iletmez. (Cuma:5) 
Öyleyse kişinin belirli bir etikete ve ilmi seviyeye sahip olmuş olması, onda bu hayat bulmadığı takdirde ve bunu şer'i esaslar doğrultusunda ifa etmediği müddetçe, hiçbir şey ifade etmediği gibi Allah korusun, Rabbimizin buyruğu üzere kitap yüklü merkep olmaktan öte gidemeyiz. 
Tüm bu hakikatler doğrultusunda güvenebileceğimiz gerçek alim ve dava erlerinin kim olduğu ve yine hangi özellikleri üzerinde barındırması gerektirdiği konusuna gelelim: 
Şimdi dile getireceğimiz tüm hasletler, her Müslüman'da olması gereken hasletler olduğu gibi söz konusu olan akil insanların, yani önder ve örnek dava erlerinin ve bilhassa alimlerin sahip olması gereken hasletlerdir. 
Birinci haslet: Doğruluk: Rabbimiz Kuranı Kerimde bakınız doğruluk için ne buyuruyor: 
‘‘Emrolunduğun gibi dosdoğru ol '' (Hud /112); 
Bir başka ayeti celilede; 
إِ‘‘Rabbimiz Allah'tır deyip sonra da dosdoğru olanlara korku yoktur ve onlar üzülmeyecektir. '' (Ahkaf / 13 ) 
Birinci ayeti celilede Rabbimiz, emir sığası ile, dosdoğru olmayı emrediyor. Lakin bu özelliğin nasıl olması gerektiği konusu anlatılması, izah edilmesi gerekiyor. Bakınız İmam Kurtubi El-Camiu li-Ahkami'l-Kuran Tefsirinde Hud suresinin 112 ayeti celilesini nasıl tefsir etmektedir: 
Dosdoğru olmak (istikamet) ise sağa ve sola sapmaksızın tek bir yön üzere devam etmek demektir. Buna göre mana; Allah'ın emrini uygulamak üzere dosdoğru yürü, demektir. 
Müslim'in Sahih'inde Süfyan b. Abdullah es-Sakafî'den şöyle dediği nak-ledilmektedir: Ey Allah'ın Rasûlü! dedim, İslâm'a dair bana öyle bir söz söyle ki onun hakkında senden sonra hiç kimseye soru sormayayım. Resulullah şöyle buyurdu: "Allah'a iman ettim de, sonra da dosdoğru ol." (Müslim, İman 62, Müsned, III, 413, IV, 385; ayrıca bk. İbn Mâce, Fiten 12; Dârimî, Rikaak 4.) 
İbn Abbas der ki: Rasûlullah (sav)ın üzerine bundan daha ağır ve bundan daha zor herhangi bir âyet inmiş değildir. İşte bundan dolayı Ashab'ı kendisine: Saçların çabuk ağarmaya başladı, dediklerinde, o: "Hûd ve kardeşleri olan diğer sûreler saçlarımı ağarttı" diye cevab vermişti. (Tirmizİ, Tefsir 56. sûre) 
Bu hadis sûrenin baş taraflarında da kaydedilmişti. Ebu Abdu'r-Rahman es-Sülemî'den de şöyle dediği rivayet edilmektedir: Ben Ebu Ah es-Serî'yi şöyle derken dinledim: Resulullah (sav)ı rüyada gördüm ve: Ey Allah'ın Rasûlü dedim, senden: "Hûd Sûresi saçlarımı ağarttı" dediğin rivayet edildi. O: "Evet" diye buyurdu. Ben ona: Peki o sûreden saçlarını ağartan nedir? Peygamberlerin kıssaları ve ümmetlerin helak edilmeleri mi? O: "Hayır ama yüce Allah'ın: "Emrolunduğun gibi dosdoğru ol" buyruğudur (saçlarımı o ağarttı)." 
Evet, bu tefsirde de çok net dile getirilen ve Resulullah'ın da ; ‘bundan daha ağır ve bundan daha zor herhangi bir âyet inmiş değildi' , sözü ile de teyit edilen bu hasletin yani sırat-ul müstakimden kıl payı sapmadan ve hiç bir kınayacağının kınamasından korkmadan, ne emredildiyse harfiyen yerine getirmektir, işin hakikati. Öyleyse kimde bu haslet mevcut değilse kesinlikle güvenilir değildir. 
Bir ikinci haslet ise; Adalet sıfatıdır. Allah (c.c.) bakınız adalet ile alakalı ne buyurmaktadır: 
يَ"Ey İman edenler, Allah için hakkı ayakta tutanlar, adaletle şahidlik eden kimseler olun. Bir topluluğa olan kininiz sizi adaletsizliğe sürüklemesin. Âdil olun. Çünkü o, takvaya daha yakın olandır. Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır." (Maide:8) 
Ve yine Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: 
إِ‘‘Muhakkak ki Allah, adaleti, iyilik etmeyi ve yakınlara vermeyi emreder. Çirkin işleri, fenalık ve azgınlığı da yasaklar.Düşünüp tutasınız diye Allah size öğüt verir.'' (Nahl :90) 
Adil olmanın ve adalet ile hükmetmenin en öncelikli şartı, fısk ve fücurdan uzak durmaktır. Fasık olma özelliğinden uzak durmanın en öncelikli şartı ise, zandan arındırılmış kesinlik ifade eden imandır. Dolayısıyla kendisinde takva mevcut olan her Müslüman fısk ve fücurdan uzak durur ve adalet sıfatına sahip olma şartını yerine getirmiş olur. Bakınız bu hakikati Ömer (r.a.) bize nasıl tarif etmektedir: 
"İbn Kesir, Ömer b. el-Hattab (r.a.)'ın bir günü Übeyy b. Kab'a takvayı sorduğunu ve Übeyy'in ona şöyle dediğini anlatır: 
- Hiç dikenli bir yolda yürüdün mü? Ömer (r.a.):- Evet yürüdüm. Übeyy:- Peki ne yaptın? Ömer(r.a.): 
-Elbisemi topladım ve dikenlerin bana zarar vermemesine alabildiğine gayret ettim. 
Übeyy: - İşte takva budur." "Dikenli yolda yürümek" olarak tabir edilen takva, sabırla iç içedir. Hattâ bazen takva yerine sabır kullanıldığı olur. Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyrulur: 
"De ki: Ey iman eden kullarım, Rabbınızdan ittika edin. Bu dünya hayatında güzel davrananlara güzellik var. Allah'ın arzı geniştir. Ancak sabredenlere mükafatlar hesapsız ödenecektir" (ez-Zümer, 39/10). 
Adil olmanın başlıca şartlarından biri olan Takva hasleti hakkında biraz durulması gerektiği kanaatindeyim. 
"Muttakî", "vekâ" fiilinin iftial babındaki: "ittika" kelimesinin ism-i fâilidir. "İttika" ve "takva" kelimelerinin kökü, "veka" fiilinin masdarı olan "vikâye"dir. Yine aynı fiilin "vakyen", "vakıyeten", "tevkıyeten" ve "vikaen" şeklinde "vikaye" ile aynı mânâya gelen masdarları vardır. Bu masdarların hepsi "bir şeyi muhafaza etmek, eziyetten korumak, himâye etmek, zarar verecek şeyden onu sakınmak, çekinmek" manâsındadırlar (Rağıb el-Isfahanî, el-Müfredât fi Garîbi'l-Kur'ân, İstanbul, sh. 833). 
Bu masdarlar aynı zamanda "bir şeyi başka bir şeyle, bir tehlikeye karşı korumaya almak" mânâsını da taşırlar (İbn Fâris, Mu'cemu Mekayısı'l-Luğa, VI, 131). İbn Side,."İttikanın esas mânâsı iki şey arasına engel koymaktır". "İttikahu bi't-türsi -Ondan kalkan ile ittika etti denir. Bunun mânâsı, o bahsedilen şey ile kendi arasına kalkanı engel yaptı şeklinde anlaşılır" der (İbn Sîde, el-Muhassas, V, 93). 
"İttika", vikâyeyi kâbul etmek, diğer bir ifâde ile vikâyeye girmek, yani elem ve zarar verecek şeylerden sakınıp kendini iyice koruma altına almak mânâsınadır. Buna göre, ittika ve onun ismi olan takva, lügat itibariyle, kuvvetli bir himayeye girmek, korunmak, kendini muhafaza altına almak demek olur (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, I,168). 
Aynı mânâyla ilgili olarak, "takî" ve "muttaki" isimleri de takva fiilini işleyen, onunla muttasıf olan kimse demektir (İbn Manzûr, Lisânü'l-Arab, XV, 401, Ebu'l-Bekâ, Külliyât, 219, el-Matbaatü'l-Âmire, 1287 (M. 1870). Cahiliyye devrinde takvâ kelimesinin özü, "hayvan olsun, insan olsun canlı varlığın, dışarıdan gelecek yıkıcı bir kuvvete karşı kendini savunma davranışı (Tashihiko Izutsu, Kur'ân'da Allah ve İnsan, s. 20) mânâsında idi. Kur'ân'ın inmesiyle beraber bu kelimenin anlamı genişleyerek kullanıldı. Bununla birlikte Kur'ân'da lügat manâsıyla kullanıldığı da olur: 
"Kim nefsinin cimriliğinden korunursa işte onlar felâha erenlerdir" (el-Haşr, 22/9; et-Teğâbun, 64/16). 
"Allah'ın dilediğinden başkası Kur'ân'ın öğüdünü alamaz. O Allah, (azabından) korunulmaya ve mağfiret etmeye ehil (layık) olandır" (el-Müddessir, 74/56); 
"Allah bu (âhiret) gününün şerrinden onları korumuştur." (el-İnsan, 76/11) 
Yukarıdaki âyetlerden bazılarında "takvâ" kelimesi hem sözlük anlamıyla hem de ıstılah anlamıyla kullanılmıştır. İslâmî ıstılahta "ittikâ" ve onun ismi olan "takvâ" İnsanın, kendisini, Allah'ın vikayesine (muhafazasına) koyarak, ahirette zarar ve eleme sebep olacak şeylerden titizlikle koruması, yani günahlardan geri durup hayır olan işlere sarılması diye tarif edilmiştir. (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dilî, I, sh. 168-169). 
Takvâ genel olarak üç mertebe de sınıflandırılmıştır. 
Birincisi; ebedî olarak Cehenneme girme tehlikesinden korunmak için şirkten ittikâ edip, imana sarılmaktır. (Elmalılı, I, 169-170). Bu anlamda yukarıdaki verdiğimiz el-Feth Sûresinin 26. âyeti örnek gösterilebilir. 
A'raf sûresindeki âyetin örneklik teşkil ettiği ikinci mertebe ise; büyük günâhları işlemekten ve küçük günahlarda ısrar etmekten kendini alıkoyarak bunların cezasını Cehennem azabı ile çekme tehlikesine karşı farz ibâdetleri yerine getirip korunmaktır. 
Üçüncü mertebe ise; kalbi meşgul eden her şeyden temizlenip bütün varlığı ile Allah'a yönelip bağlanmaktır (Lütfullah Cebeci, Kur'ân'a Göre Takvâ, İstanbul 1985, sh. 48-49, 50). 

Özetle şu söylenebilir; örneğimiz ve önderimiz olan Muhammed (s.a.v.) göstermiş olduğu cesaret ve samimiyeti gösteren ve onun izinden kıl payı ayrılmayan ve kesinlikle her ne olursa olsun taviz vermeyen, her Müslüman'a ve özellikle alimlere güvenebiliriz. Lakin bu tür hasletlere sahip olduğunu iddia eden ve çeşitli gerekçelerle takkiye yapmanın gerekli oluğunu söyleyene, tek doğru cevabı ancak Resulullah'ın hayatından bilfiil tatbikatından anlayabiliriz. Öyleyse Kime nasıl güveneceğimizi bilebilmemizin en başlıca şartlarından biri Resulullahı tanımaktan geçiyor. Yani en azından özet olarak dahi olsa onun hayatını siretini okumamız gerekiyor. Şayet bunu yapıp birde dile getirmiş olduğumuz tüm bu hakikatleri de gözönünde bulundurursak, biiznillah hak dava erlerini bulmakta hiç mi hiç zorlanmayız. 
"Ey iman edenler Allah'tan ittikâ edin ve sadıklarla beraber olun" (Tevbe:119)