19 Nisan 2015 Pazar

SİYASETLE İŞTİKAL ETMEK, MÜSLÜMANLARA FARZDIR

SİYASET         SİYASET
Resulullah (S.A.S) şöyle buyurmuştur: "Öyle emirler (yöneticiler) olacak ki, onların yaptıklarını tanıyacaksınız ve red edeceksiniz. Kim sizden onların yaptıklarının kötü olduğunu tanırsa suçsuz olur, kim de onların yaptıkları kötülükleri red ederse kurtulur. Fakat kim onlara rıza gösterirse ve uyarsa müstesnadır (suçsuz değil ve kurtulamaz)." Dediler ki; "Ey Resulullah, onlarla silahla savaşılım mı?" Dedi ki; "Hayır, ancak namazı ikâme ettikleri müddetçe." (Müslim)

Namazı ikâme etmek; İslâm'la yönetmek yerine geçen bir kinaye ifadesidir.

Yine (S.A.S) şöyle buyurmuştur: "Cihadın en üstünü, zalim yönetici karşısında hak sözü söylemektir."(Ebu Davud, Tirmizi)

"Şehitlerin efendisi, Hamza b. Abdulmuttalip ve zalim yöneticiye karşı çıkıp ona (marufu) emreden, (münkeri) nehyeden ve bu yönetici tarafından öldürülen kimsedir." (El-Hakim)

Ubade b. Essamit (r.a) şöyle demiştir: "Peygamber (S.A.S) bizi çağırdı. Ona biat verdik. Biatta bizden şunları istedi: Sevinçli ve sevinçsiz hallerimizde, kolay ve zor durumlarda onu dinleyeceğiz ve ona itaat edeceğiz. Onu bize tercih edeceğiz. Ulul-Emirle (yöneticilerle) çekişmeyeceğiz. Ancak Allah katında bizde burhanla (kesin delil) ispatlanacak açık küfür görürsek müstesnadır." (Buhari)

Burada; açık küfür görülürse silahla mücadele edilir.
Allahu Teâlâ şöyle buyurmuştur :

"Elif Lâm Mim. Rumlar yenildi. (Araplara bulunduğu) en yakın bölgede bu olay oldu. Onlar bu yenilgiden sonra (Persleri) yenecekler. Bir kaç yıl içerisinde olacak. Bu (yenilgilerden) önce ve sonra her şey Allah'ın elindedir. Mü'minler, Allah'ın zaferiyle sevinecekler." (Rum:l-4)

Bu hadisler ve bu ayet, müslümanların siyasetle iştikal (meşgul) olmalarının farz olduğunu gösterir, Şöyle ki; Lügatta siyasetin manası; işleri yürütmektir. Müslümanlarla ilgilenmenin manası; onların işleriyle ilgilenmektir. Onların işleriyle ilgilenmenin manası da, onları yürütmek ve gütmektir. Ayrıca yöneticinin insanların işlerini nasıl yürüttüğünü tanımak ona dahildir. Yönetici kötülük yapınca bunu red etmek, siyasetle iştigal etmek ve müslümanların işleriyle ilgilenmektir. Zalim yöneticiye marufu emretmek ve münkeri nehyetmek, müslümanların işleriyle ilgilenmek ve bu işleri yürütmek demektir. Ulul emirle çekişmek de müslümanların işleriyle ilgilenme ve bunları yürütme işine denilir.

Bütün bu hadisler, kesin talep ifadesini taşır. Başka ifadeyle, Allah müslümanların siyasetle meşgul olmalarını kesin şekilde emretmiştir. Bunun manası, müslümanların siyasetle iştigal olmaları farzdır.

Siyasetle iştigal etmek veya müslümanların işleriyle ilgilenmek, müslümanların üzerinde yöneticinin zulmünü ve eziyetini kaldırmayı, düşmanların saldırı ve eziyetlerini de uzaklaştırmayı sağlar. Bu nedenle hadisler, yalnız yöneticinin eziyetini müslümanlar üzerinden kaldırmayı sağlamaz, düşmanların eziyetini de uzaklaştırmayı sağlar. Cerir b. Abdullah yoluyla şu hadis rivayet edilmiştir: "Peygamber (S.A.S)'e geldim ve dedim ki, İslâm üzerine sana biat ederim. Bana şu şartı koştu: Her müslümana nasihatvermendir."

Buradaki nasihat vermek, genel ifadedir ki bu her konuyla ilgilidir. Yöneticinin eziyetini müslümanlar üzerinden kaldırma konusunu kapsadığı gibi düşmanların eziyetini uzaklaştırma konusunu da kapsar. İşte nasihat vermek böyle konuları kapsar. Bunun manası; iç siyasetle ilgilenmeye şamil olduğu gibi dış siyasetle ilgilenmeye de şamil olur. İç siyaset, yöneticinin yaptığı icraatı ve insanların işlerini nasıl yürüttüğünü izlemek ve onların yaptıkları icraat ve işlerine göre onları hesaba çekmektir. Onun manası da, dış siyasetle ilgilenmektir. Müslümanlar için kâfir devletlerin hazırladıkları planları ve kurdukları tuzakları keşfedip müslümanlara göstermek, bunlardan onları sakındırmak ve bu düşmanların eziyetlerini uzaklaştırmak maksadıyla çalışmaktır. Böylece farz olan, yalnız iç siyasetle meşgul olmak değil, daha doğrusu bununla beraber dış siyasetle de meşgul olmaktır. Çünkü farz, mutlak şekilde siyasetle meşgul olmaktır. Bu ister iç siyasetle ilgili olsun isterse dış siyasetle ilgili olsun.


"Elif Lâm Mim. Rumlar yenildi. (Araplara bulunduğu) en yakın bölgede bu olay oldu. Onlar bu yenilgiden sonra (Persleri) yenecekler." (Rum:l -2)

Bu ayet, Resulullah (S.A.S) ve değerli sahabelerinin dış siyasetle ilgilendiklerini ve dünya haberlerini izlediklerine dair bir delildir. İbni Ebi Hatem, İbni Şihab yoluyla şunu tahriç etmiştir : "Müslümanlar Mekke'deyken ve Resulullah (S.A.S) Medine'ye hicret etmeden önce müşriklerle tartıştıklarına dair rivayet bize ulaştı. Müşrikler şöyle dediler: -Rumlar kendilerinin ehli kitap olduklarını söylüyorlar. Fakat mecusîlere mağlup oldular. Siz de, sizin peygamberinize indirilen kitapla bize galip geleceğinizi iddia ediyorsunuz. Öyleyse sizin gibi ehli kitap olan Rumlara ehli kitap olmayan mecusiler nasıl galip geldiler?! Hayır, biz size galip geleceğiz, tamamen Perslerin Rumlara galip geldikleri gibi.. Bunun üzerine Allahu Teâlâ "Rumlaryenildi."ayetini indirdi."

İşte bu, müslümanların İslâm Devleti kurmadan önce, daha Mekke'deyken diğer devletlerin haberleri ve devletlerarası ilişkilerin haberleri hakkında tartıştıklarına delâlet eder. Hatta Ebu Bekir'in Rumların galip gelecekleri üzerine iddiaya girdiği, Resulullah (S.A.S)'e böyle şeyi yapmayı istediğini bildirince, Resul (S.A.S)'in bunun yaptığını kabul ettiğini fakat ondan müddetin uzatılmasını istediğini ve Resulün iddiaya ortak olarak girdiği rivayet edilmiştir. Çağın devletlerini bilmek ve bu devletler arasındaki ilişkilerini bilmek müslümanlara elzem olduğuna delâlet eder. Nitekim müslümanlar bunu yaptılar ve Resul (S.A.S) de bunu kabul etti.

Üstelik İslâm Devleti, İslâm davetini dünyaya yüklenmelidir. Diğer devletleri ve hükümetlerin siyasetlerini bilmez ise bu daveti onlara kolay kolay yüklenemez. Bunun manası, dünya siyasetini genel olarak ve belli halklara daveti yüklenmek istendiği zaman bu halkın devletinin siyasetini özel olarak bilmek ve bunun entrikalarını boşa çıkartmak, müslümanlara farzı kifayedir. Zira İslâm davetini yüklenmek farz olduğu gibi ümmet üzerinden düşmanları uzaklaştırmak da farzdır. Eğer dünya siyaseti bilinmezse ve halkına daveti yüklendiğimiz devletin siyaseti bilinmezse veya bir devletin entrikasını müslümanların üzerinden uzaklıştırmak için çalıştığımız devletin siyaseti idrak edilmezse yukarıda gösterdiğimiz farzlar gerçekleşmez. Nitekim şerî kaide şöyledir: Bir vacibi veya bir farzı yerine getirmek için gerekli olanlar farzdır. Buna dayalı olarak, devletler arası siyasetle ilgilenmek ve meşgul olmak müslümanlara farzı kifayedir.

Madem ki İslâm ümmeti bütün insanlara İslâm davetini yüklenmekle şeriatça mükellef oldu; o zaman müslümanların dünyanın her tarafıyla uyanık şekilde temas etmeleri farz oldu. Bu öyle bir temas olmalıdır ki, dünyanın durumlarına vakıf olmayı, müşkillerini idrak etmeyi, devlet ve halklarını harekete geçiren unsurlarını bilmeyi, evrende cereyan eden siyasî amellerini izlemeyi, devletlerin siyasî planlarını uygulamak için kullandıkları uslüplerini keşfetmeyi, devletlerin birbirleriyle kurdukları ilişkilerini nasıl yürüttüklerini kavramayı, çevirdikleri entrikaları, kurdukları tuzakları ve siyasî manevralarını ortaya çıkarmayı gerektirir. Müslümanlar bu konularda kusur göstermemelidir.

Ayrıca yöneticilerin diğer devletlerle kurdukları ilişkiler, dış siyasetten bir parçadır. Buna göre bu husus, yöneticinin diğer devletlerle nasıl ilişki kurduğu hakkında onun hesaba çekilmesi konusuna dahildir. Mademki yöneticiyi hesaba çekmek farzdır, o zaman yürüttüğü dış siyasetini izlemek farzdır. Nitekim şerî kaide; Bir vacibi yerine getirmek için gerekli olan hususlar vacibtir. Buna göre devletin siyasî amellerine, yönetim ve icraatlarına, ümmeti nasıl güttüğüne ve dış ilişkilerini nasıl yürüttüğüne bakmak ve vakıf olmak müslümanlara farzdır. Çünkü böyle hususlara bakılmazsa iç ve dış siyasetle meşgul olmak veya yöneticilerin iç ve dış siyasette yaptıkları icraatları nedeniyle onları hesaba çekmek mümkün olmayacaktır. Zira işlerin gerçekleri bilinmezse, muhasebe etmek mümkün olunmaz. Başka ifadeyle,
siyasetle iştigal olmak mümkün olmaz.

Bundan dolayı yukarıda bütün anlatılanlardan belli oluyor ki, iç ve dış siyasetle iştigal etmek bütün müslümanlara farzı kifayedir. Eğer müslümanlar bu farzı yerine getirmezlerse günahkâr olurlar.

DEVLET ADAMI

İnsanların çoğu, devlet adamının yönetici ve devlette yönetimi yürüten kimse olduğunu zannederler. Bu nedenle bu sıfatı devlet başkanı veya bakanlara ve benzerlerine takarlar. Bunların dışında olanların bu sıfata sahip olmadıklarını sayarlar. İnsanları şu iki sınıfa bölerler : Devlet adamı ve halkın evlâtları. Böylelikle devletteki bütün memurlar ve müstahdemleri ikinci sınıfa dahil ederler.

İnsanların devlet adamı hakkında edindikleri anlayış hatalıdır. Çünkü yönetici, devlet adamı olmayabilir ve halkın evlâtları yönetim işlerini yürütmedikleri halde devlet adamı olabilirler. Tarlasında çalışan çiftçi veya fabrikadaki işçi veya ticaretle uğraşan kişi veya okuldaki öğretmen devlet adamı olabilirler.

Devlet adamı ise, fikirde üretken olup siyasî önder olan kimsedir. Bu ise yöneticilik zihniyetine sahip olan, devletin işlerini yürütebilen, sorunları çözebilen özel ve genel ilişkilerde egemen olabilen kimsedir. İşte devlet adamı budur. Yönetici olmadığı halde yönetim işlerinden hiç birini yürütmediği halde insanlar arasında bulunabilir.

İslâm Devleti, Hicretin ikinci senesinde kurulduğu günden beri zihniyetleri, nefsiyetleri ve davranışlarında bu sıfatı taşıyan adamlarla doluydu Bu durum altı yüzyıl devam etmiştir. Yani Abbasilerin son dönemlerine kadar sürmüştür. Ondan sonra azalmaya başlamıştır. Ancak Hicrî onbirinci veya Milâdî onsekizinci yüzyılın ortalarına kadar devlet adamı sıfatını taşıyan kimseler bulunmuştur. Fakat bu tarihten sonra yönetimi kavrayan zihniyetleri yetiştirme konusunda kahtı rical (kıtlık) başlamıştır. Böylece gerçek manada devlet adamı sıfatını taşıyacak rical (adamların) sayısı çok azalmıştır. Hilâfet yıkılınca kıtlık yalnız devlet adamlarıyla sınırlı kalmamış, devlet adamı yetiştirme özelliklerini koruyan toprak da yok olmuştur. Artık İslâm ümmeti yönetim işini kavrayan zihniyete sahip olan adamları yetiştirmez olmuştur. Böylece devlet adamı mevcudiyeti, ümmette sona ermiştir.

Şu var ki; devlet adamını yetiştiren ümmet, öyle bir ümmet olur ki; pratik hayatmda, iç ve dış ilişkilerinde yönetim fikirlerine sahip olur, bütün insanlarda sorumluluk ihsasına sahip olurlar. Hatta sınırları dışında yaşayan insanlardan mesuliyet duygusuna malik olur. Bu, insanların işlerini yürütür ve onların sorunlarını tedavi eder. Halklar arasında zatî değerinin ihsası kendisine egemen olur. Bu nedenle dünya çapında yüksek bir makama sahip olmak için harekete geçer. Bundan daha ziyade, dünyanın tamamında liderlik merkezinde oturmak için mücadele eder.

İşte devlet adamı ve yönetim işini kavrayan zihniyet bu toprakta yetişir. Bu toprağın özelliği şu üç noktada özetlenebilir :

1- Küllî düşünceye dayalı hayat hakkında bakış açısına sahip olup toprakta ona göre hareket edilir.

2- Fiilen mutluluğu gerçekleştiren hayatla ilgili özel bakışı, pratik bir bakış olur.

3- Öyle özel hadaret*’ olacak ki, insanları terakki edecek, yaşam tarzlarını ve şekillerini yükseltecek, onları en güzel vaziyette yaşatacak, fikren her tarafını yükseltecek, yüksek değerlerin varlığını sağlıyacak, daima itminanı ve huzuru temin edecektir.

(Hadaretin manası; hayat hakkındaki mefhumların toplamıdır.)

Bu üç nokta müslümanlarda mevcuttur. Fakat kitaplarında ve alimlerinin beyinlerinde bulunmaktadır. Bunları kitaplardan ve beyinlerden çıkartıp hissedilen vakıa ve pratik uygulamalara aktarmayı gerektirir. Tabii ki pratiğe bu aktarma veya amale dönüştürme operasyonunu gerçekleştiren ancak devlet adamıdır. Çünkü devlet adamı, fikirde üretgen, icad edici ve siyasî lider olur. Şöyle ki; siyasî fikrin ortada var olabilmesi için siyasî liderliğe muhtaçtır. Çünkü fikir, kitaplarda ve alimlerin beyinlerinde kalırsa onun değeri kalmaz. Eğer öyle kalacak olursa onun gerçek varlığını kaybeder. Siyasî liderliğin var olabilmesi için fikir üretmek üzere siyasî fikri kavrayan kimselerin mevcudiyeti gerekir. Nitekim yapay hareketten uzak kalarak bu fikri kullanacaktır. Ondaki fikir üretgenliği bir seciye haline gelecektir.

İnsanların devlet adamı hakkında edindikleri anlayış hatalıdır. Çünkü yönetici, devlet adamı olmayabilir ve halkın evlâtlan yönetim işlerini yürütmedikleri halde devlet adamı olabilirler. Tarlasında çalışan çiftçi veya fabrikadaki işçi veya ticaretle uğraşan kişi veya okuldaki öğretmen devlet adamı olabilirler.


İslâm ümmeti, halen insan, hayat ve kainat hakkındaki küllî bir düşünceye sahiptir. Hem de düşünce en yüksek küllî düşüncedir. Yani en üstün akideye sahiptir. Hayat hakkında özel bakış açısı, müslümanlar için saadeti, mutluluğu gerçekleştirir. Onun seçkin hadareti vardır ki, müslümanların durumlarını, yaşam tarzı ve şekillerini fikrin derecelerini en üstün mertebeye getirir. Fakat küllî fikri, akidesi, özel bakış açısı ve hadareti teoriktir, pratik değildir. Amele ve pratiğe dönüştürülmemiştir. Bunlar kitaplarda sırf felsefe fikirlerine benzer ve alimlerin beyinlerinde ezberlenen bilgilerden ibarettir.

Bu sebeble devlet adamı yetiştiren toprak yok olmuştur. Bundan dolayı bu tür insanların varlığının nadir (pek az) olarak bulunması tabii olmuştur. Çünkü müslüman artık liderlikle ilgili mefhumlarla ve siyasî fikirlerle beslenmiyor. Peki bu durumda olan kimse nasıl siyasî liderliği üstlenecektir.?! Diğerlere benzemeye ve taklit etmeye çalışan ve taklitçilik üzerine ısrar eden kimse nasıl fikir üretici veya icad edici olur?! Siyasî liderliği, işleri gütme değil bir ganimet ve kazanç olarak gören kimse nasıl gerçek siyasî lider olur?! Büyük devletlere karşı çıkmaya ve bu devletleri sıkıştırmak için çalışmayıp da bu devletleri memnun etmeye çalışan kimse nasıl siyasî lider olacaktır.?!

Müslümanların kalkınabilmesi için devlet adamı yetiştirecek ve bu tür insanları çoğaltacak yolu aramalıdırlar. Bunun yolu ise, İslâm akidesine dayalı siyasî kültürüyle müslümanları kültürleştirmektir. Başka ifadeyle kainat, insan ve hayat hakkında küllî düşünceye dayanarak siyaseti kavramaya çalışmalıdırlar. Bu siyasî kültürleşme; müslümanlar arasında yayılırsa ve vakıada verimli toprak bulunmuş olur. Bu adamlar bulunursa kalkınma da bulunmuş olur ve değişim başlamış olur.

İşte devlet adamı budur. Bu atmosferde ve şartlarda yetişir. Yoksa devlet adamı ile yönetici olan kimse hiç şart değildir. Ancak o üretgen olan siyasî liderdir. Bu ise, önce ümmet içinde yetişir ve tabii olarak onun önderi olur. Yoksa seçimle veya askerî darbeyle gelen kimse değildir. Yine çok parası var olduğu için iktidara geçebilen kimse değildir. Böyle kimseler çok zaman etraflarında ne olup bittiğini bilmezler, hatta burnunun dibinde ne var ne yok bilmezler. İşte o kadar düşük ve yüzeyseldirler.

Peki devlet adamı nasıl iktidara veya devlete geçebilir? Bunun yolu ise şöyledir: Önce kendisini çevresine kabul ettirir, sonra yaşadığı yere veya bölgeye kabul ettirir. Bundan sonra ehliyetiyle ve kabiliyetiyle ünlü olur, böylece yönetime geçebilir. Halklarına samimiyet gösteren devletlerde veya uyanık halklara dayalı devletlerde seçim yoluyla yönetime geçilir. İslâm dünyasında kurulu olan devletlerde yönetime bu devlet adamının geçme yolu şöyledir : Önce insanlara liderlik etmeye çalışır, onlardan bir grup veya etkili bir güç oluşturur. Bunun vasıtasıyla kurulu olan rejimi tehdit etmeye başlar. Nihayet bu grupla veya güç yoluyla var olan rejimi düşürür, onun yerine kendisi geçer ve işlerin yürütücüsü olur. İslâm dünyasında yapılan seçimler, ancak düşük ve yüzeysel zihniyete sahip olan yöneticilerin gelişini sağlar. Oysa müslümanlar, İslâm'ı uygularken ve onunla kültürleştirilirken devlet adamı vasfına sahip olan binlerce kişi yetiştirmişlerdir. İster yönetime geçip yönetici olmuş olan kimseler olsun, Ömer, Ali, Mu'tasım, Selahaddin ve Fatih Muhammed gibileri olsun, isterse ümmetin birer efradı olarak kalıp yönetim işlerini üstlenmeyen olsun, İbni Abbas, Ehnef b. Kays, Ahmed b. Hanbel ve İbni Teymiye gibileri olsun.. Bunlar ve bunlara benzer kişiler hepsi birer devlet adamıdırlar. 
Çünkü hepsi 
İslâm akidesine dayalı olarak olaylara bakıyor, siyasî yol üzerinde yürüyorlardı ve insanların hidayetlerinden, onlara İslâm davetini ulaştırma görevinden ve onlar üzerine İslâm'ı uygulama işinden sorumlu olduklarını hissediyorlardı. Üstelik içerideki durumlardan mesuliyeti taşıyorlardı. Halife Ömer (r.a)'ın şöyle dediğini işittik: "Irak'ta bir koyun düşse, onun yolunu niçin yapmadım diye Allah'ın beni hesaba çekeceğinden korkarım." Halife Mu'tasım; kendisine Rumların diyarlarında bulunan müslüman kadından "Ey Mu'tasım!" diye kendisine bağırışı ulaşınca, hemen onu kurtarmak için bir orduyu hazırlar, kendisi bu ordunun başına geçer, Rum diyarlarını fetheder ve onların İmparatorunun doğum yerini ele geçirir. Müçtehit Ahmed b. Hanbel; kendisine "Kur'an'ın yaratıldığı” sözünü kabul ettirmek için işkence çektirildiği hapse atıldığı ve her türlü sıkıştırılma yapıldığı halde bu sözü söylemeyi red eder. Hapis, işkence ve her türlü eziyete rağmen bu cümleyi yalmz söz olarak kalsa bile söylemeyi tercih ederler. Çünkü laf olsa bile bu sözle müslümanların şaşkınlığa düşmesini istemez. İşte bu mesuliyet ihsası, devlet adamı vasfı için elzem bir şarttır.

Fakat bugün müslümanlar çeşitli hastalıklara yakalanmışlardır. Bunların en hafifi ise, devlet adamı yetiştirmemeleridir. Ümmette devlet adamı yok olunca, İslâm dünyasında devlet adamı vasfına sahip olmayan, şimdiki yönetici ve yürütücüler ortaya çıkmıştır. Bunların tümü, herhangi bir şekilde devlet adamı sıfatını taşımazlar. Bunların düşünmeye, planlamaya ve ümmetin işlerini yürütmeye güçleri yoktur. Bütün bu hususlarda büyük devletlere dayanırlar. Büyük devletler de onlar yerine düşünürler, plan çizer ve işleri yürütürler. Bu yöneticiler, büyük devletlere memleketleri üzerinde her türlü tasarruf hakkını ve imkanını verdiler. Hatta bu yöneticiler, memur ve ücretle çalışan kimseler haline gelirler. Bu durumların gölgesinde büyük devletler kendi kapitalist, sosyalist, milliyetçi ve vatancı fikirleri yaymaya başladı. İlişkilerde menfaatçilik ve çıkarcılığı egemen kıldılar. Böylece işler birbirine karıştı. Tabii ki onların yaptıklarından nefret edilecek ve onlar red edilecektir. Zira düşünme ve yönetimde asillik, derinlik ve ciddiyet kayboldu. Acizler ve zayıflar haline düşüp taklitçi oldular. Değerli Resul (S.A.S)'in şu sözü onlara intibak etti: ''Sizden önceki olanların yolunu karış karış, arş arş izleyeceksiniz. Onlar kertenkele deliğine girseler, siz de gireceksiniz. Onlardan biri caddede kadınıyla cima (cinsî temas)yaparsa, siz de bunu yapacaksınız. " (îbni Hanbel)

Artık yöneticiler ve insanların çoğu bir şeyi düşünürken veya tedavi ederken veya bir davranışta bulunurken İslâm akidesine dayanmaz oldular. Böylelikle Batı fikirlerini öğrenmeye ve okumaya yöneldiler. Galip devletler nezdindeki yönetim fikirlerini incelemeye başladılar. Machiavelli'yi önder edindiler ve Hükümdar adlı kitabını temel kaynak olarak kabul ettiler. Düşünmeden okuduklarını tekrarlamaya başladılar. Bu fikirler kapitalist veya sosyalist toplumda elverişli olmuşsa, İslâm ümmeti için elverişli olmayacağını düşünmediler. Onlara da Resulullah (S.A.S)'in şu sözü intibak etmiştir : ''İnsanlara öyle aldatıcı seneler gelecek ki, yalancıya inanılacak ve sadık kişi yalanlanacaktır. Haine emanet edilecek, emin kişi hain olarak gösterilecektir. Ruvaybize konuşacaktır." Resul'e soruldu ki; "Ruvaybize nedir?” Dedi ki; "Halk meseleleri hakkında konuşan düşük adamdır." (İbni Ha nbel ve İbni Mace) □








2 yorum:

  1. Artık yöneticiler ve insanların çoğu bir şeyi düşünürken veya tedavi ederken veya bir davranışta bulunurken İslâm akidesine dayanmaz oldular. Böylelikle Batı fikirlerini öğrenmeye ve okumaya yöneldiler. Galip devletler nezdindeki yönetim fikirlerini incelemeye başladılar. Machiavelli'yi önder edindiler ve Hükümdar adlı kitabını temel kaynak olarak kabul ettiler. Düşünmeden okuduklarını tekrarlamaya başladılar. Bu fikirler kapitalist veya sosyalist toplumda elverişli olmuşsa, İslâm ümmeti için elverişli olmayacağını düşünmediler. Onlara da Resulullah (S.A.S)'in şu sözü intibak etmiştir : ''İnsanlara öyle aldatıcı seneler gelecek ki, yalancıya inanılacak ve sadık kişi yalanlanacaktır. Haine emanet edilecek, emin kişi hain olarak gösterilecektir. Ruvaybize konuşacaktır." Resul'e soruldu ki; "Ruvaybize nedir?” Dedi ki; "Halk meseleleri hakkında konuşan düşük adamdır." (İbni Ha nbel ve İbni Mace) □

    YanıtlaSil
  2. İSLÂMÎ ÇÖZÜM İÇİN İSLÂM DAVASI "ANA HAYATÎ DAVA” OLARAK İDRAK EDİLMELİ :VE MÜCADELESİ "ÖLÜM-KALIM MESELESİ" SEVİYESİNDE BENİMSENMELİDİR .
    https://www.facebook.com/permalink.php?story_fbid=1024137941370940&id=100013242319421

    YanıtlaSil