1 Nisan 2015 Çarşamba

İSLAMİ HARAKETİN HUSİSİ ÇALIŞMA TARZI. İSLAM DEVLETİ HİLAFET'E GİDERKEN

Yaratılışımızın gayesi olan İslâmî hayata tekrar kavuşabilmemizin ve tüm müslümanlar olarak içinde,- bulunduğumuz zillet ve perişanlıktan kurtulmanın yolu ancak İslâm Devleti olan Hilâfetin tekrar kurulmasından geçer. Zira hayatımızı Allah’ın indirdikleri ile tanzim ederek İslâmi hayata dönüştürecek ve tüm müslümanları Kelime-i Tevhid bayrağı altında cem ederek tek vücud halinde tekrar "İslâm ümmeti" Allah’ın vasıflandırdığı gibi insanlar içinde iyiliği emreden kötülükten nehyeden "vasat ümmet" vasfına kavuşturacak olan sadece Hilâfet Devletidir.

İşte müslümanların bu noktaya ulaşabilmeleri için ismi ve muhtevası ile tam bir İslâmi hareket içinde olmaları gerekir... Ancak şahsı dünyevî emelleri, menfaatleri, yalan ve dolandırıcılığı, münafıklığı, ciddiyetsizliği bünyesinde barındırmayan samimi ihlaslı, sadece Allah’ın rızasını esas gaye olarak gözeten bir İslâmi hareket.içinde olmakla müslümanlar hem Allah’ın, razı olduğu bir konuma gelmiş olurlar hem de Allah’ın takdir ettiği gün'de zafere kavuşurlar.

Şimdi kısa tarihî bir bahisle İslâmi inkilâp ile, içtimai yaşayışın ■esaslarını değiştirmek, cahiliyye yaşantısını İslâmi yaşantıya dönüştürmek ve yeni baştan İslâmi hayatın nasıl kurulacağı hususunda siz değerli okuyucularımızı aydınlatmaya çalışacağız...

İslâmi hareketin huhusî çalışma tarzı nedir ve bu tarzla nasıl maksata ulaşılabilir ve ne dereceye kadar muvaffak olunabilir?
Hakikatta İslâm, öyle bir hareketin ismidir ki, bu hareketin esası yalnız ve biricik İlâh olan "Allah’ın hakimiyeti" akidesi üzerine insan yaşayışının temelini kurmuştur. Bu hareketin önderi bizzat Allahu Tealâ’nın şanlı Resulüdür.

Biz de bu harekete katılmak istiyorsak muhakkak ki bu
önderin gittiği yoldan gitmeliyiz. Onun hareket tarzına, usul ve metoduna uymalıyız*.. Çünkü  böyle bir işte ondan başka -sahih yol gösterici bulunamaz. Bu bakımdan böyle bir harekete katılmamız için Nebî Aleyhisselâmın ayak izlerini izlemeliyiz.. Zira bu hususta yegane mükemmel ve aydın bir yol varsa o da Resulullah Muhammed Mustafa(S.A.V) Efendimizin gösterdiği yoldur.. Fakat bu yola yönelmek sadece ona inandığını söylemekten ibaret değildir. Zira bu yol, inişi yokuşu ve engeli, dikenli tarafları malum olan bir yoldur..

■ Buna rağmen bizim de bu yoldan gitmemiz gerekir. Bunun için Resulü Ekrem Muhammed (S.A.V)'in önderliğinin teferruatı iyice idrak edilmelidir. Nitekim sahih kaynaklardan İslâmî hareketin ilk başlangıcından İslâm Devletinin kurulup gelişmesine kadar bizim için gerekli olan; kitlenin teessüsü, gelişmesi, devletin teessüsü, anayasa, harici, dahili siyaset, devletin yapısı, içtimai, İktisadî nizamlar, memleketin nizamı ve'intizamı ve hayatın her merhalesinin tafsiline kadar noktası noktasına malumat almak mümkündür

İslâmî hareketin çalışma planı.^ ancak bu önderin çizdiği ve üzerinde yürüdüğü planda görünebilir.

Allah'ın Resulü_Sallallahu Aleyhi ve'Sellem'in İslâm davetine memur olup, bu işte vazifelendirildiği, daveti yüklendiği zamanki dünyada ahlâkî, medeni, İktisadî ve siyasî meseleleri nasıl halletmek ve Allah’ın razı olduğu İslâmî yaşam ortamını nasıl gerçekleştirmek yoluna gittiği elbetteki incelenip idrak edilmelidir...

0 zaman :Roma ve İran emperyalizmi süper güç (!) olarak ortada idi. Zümre ve sınıf imtiyazları da hüküm,sürüyordu. Caiz olmayan gayri'meşru menfaat edinmek dahi mevcut idi. Bunun yanı başında aklâkî düşüklükler gayri İnsanî değerler de sosyal yaşantıyı pençesine almıştı.... Memleketin içinde ve' dışında öyle meseleleri? vardı ki, birbirinden karışik bir 'durumda idi.... Halk da cehalet denizinde yüzüyordu. Ahlâkî çöküş fakirlik,sefalet, derebeylik, kavimler ve soylar arasındaki çekişmeler ve çeşitli kargaşalıklar halkı bir girdap gibi içine almıştı.Bahreyn’den Yemen!e kadar bütün Arap ülkeleri Irak'ın verimli toprakları da dahil olmak üzere hep İranlıların tasallutu altında idi. Kuzeydaki mıntıkalarda Hicaz'a kadar Bizans sultası altında bulunuyordu. Hicaz'ın içindeki Yahudi kapitalizmi da iktisaden ülkeyi hakimiyeti altına almış durumdaydı. Zira bunlar tefecilikle Arapların kanlarını emiyor ve ülkelerini sömürüyorlardı. Habeş hükümeti de Hicaz'a saldırmış Mekke'yi tahrip için harekete geçmişti. Bu hükümete mensup zümre' tam bir sulta ve tam bir kudret ile Hicaz'la Yemen arasındaki Necran mıntıkasına yerleşmiş- bulunuyorlardı.

İşte o zaman Hak Taalâ bu karanlık ortamda insanların yollarını aydınlatıp cehaletin bataklıklarından kurtarıp onları selâmet sahiline çıkartacak,onların proplemlerini köklü çözüm getirecek onları şaşkınlıktan kurtarıp hidayete ulaştıracak bir önder ve bir hidayet rehberi gönderdi. Bu önder en yakın çevresinden itibaren bütün dünyaya şu cihansümül davette bulundu; "La ilâhe illallah, Muhammeden resulullah"; bununla, Allah'tan başka ilâh tanınmaması yani Allah'tan başkasına kulluğun red-edilmesi ve ilâh.olarak sade Allah'ı tanıyıp sadece Allah'ın Resulü Muhammed Mustafa (S.A.V)'in öğrettiği şekilde Allah 'a kul olunması, isteniliyordu. Zira insanlığın tüm dertlerinin tedavisi problemlerinin hallinin reçetesi bu davette cem edilmişti... Çünkü insanların problemlerinin ve içinde bulunduğu çöküntülerin, sıkıntıların asıl kaynağı insanlara yine insanların çeşitli şekilde, fikrî, siyasî, iktisadı,'askerî şekillerde hakim olması, yani başka bir deyişle insanların bir kısmının diğer insanlar üstünde Uluhiyetlik, Rubübiyetlik iddiasında 'bulunmaları ~ve böylece kula kulluk sistemlerinin kurulmasıydı. İşte Allah'ın Resulü (S.A.V) meseleyi bu köklü çözümle halletme yoluna gitmiş ve bu yolda gerekli çalışmayı ihlas ve sebatla, sabırla tavizsiz yapmıştır...

Allah Resulünün önce bu hususlara ehemmiyet vermesi, başka hususlara ehemmiyet vermemesi ve alâka göstermemesi demek değildir. Bilâkis o Şanlı Resul vahyin kontrolünde bütün meseleleri her cephesinden mütalâa ederek halletmek yolunu tutmuş, köklü çözüme baş vurmuştur. Nitekim her şeyden önce akide meselesini halletmiş. İnsanların var oluş gayelerine dikkatlari çekmiş, kulluğun sadece Allah'a yapılmasının gerekliliğini, Uluhiyet ve Rububiyetin sadece her şeyin yaratıcısı, yoktan var edici olan Allahu Tealâ'ya mahsus olduğunu öğretmiş ve ondan sonra insanlardaki davranış bozukluklarını gidermek ve onlarda istenilen davranış değişikliğini gerçekleştirmek öyle kolay olmamıştır..

Evet insanların hallerinde, davranışlarında istenilen değişikliği gerçekleştirmenin ilk şartı onların hayata bakış açılarını oluşturan hayatla alakalı temel fikirlerini, akidelerini istenilen şekilde değiştirmektir. Nitekim Resulullah(Ş.A.V) de aynı şeyi yapmıştır. İnsanın kendi başına buyruk, başka bir tabirle müstakil ve gayri mes'ul olmadığını ortaya koyup,, insanların insanlara tahakkümünü, kula kulluk sistemlerini kökünden yıkmıştır. Yahut da insanın Alemlerin Rabbı ve İlâhı olan Allah'tan başka birine (bu ister insan olsun ister insandan gayrisi) işlerini teslim edemiyeceğini öğretti,. Zira bu gibi şeyleri, kökü tamamen kazınmadıkça, İslâm akidesine göre ve yukarıda bahsedildiği gibi her ne olursa olsun bir ferdî islâh mümkün olmazdı. İçtimai bozuklar da .ortadan kalkmazdı. Bunun için islâh yolunda ilk yapılacak iş, insanı ""kendi başına buyruk olma' zihniyetinden kurtarmak ve dünyanın sahipsiz, hayatın gayesiz olmadığını ona anlatmaktı. İnsana dünyanın ve mevcudatın hakiki sahibi ve Rabbinın ve- hayatın gayesinin sadece O'nun emir ve nehiyleri doğrultusunda yaşamaktan yani sadece O^na kulluktan' ibaret olduğunu öğretmektir. Bundan sonra insandan Allah'a itaat beklenebilir. ..

Onun için Allah'ın Resulü (S.A.V) insanlara'diğer taraftan şunu da öğretti;ki, mevcudatın ve dünyanın hükümdarı bulunan bir tek mâlik vardır. Ancak bu mâlik (mülk sahibi) mülkünde ihtiyar ve buyruk sahibidir.Başka bir kimse mevcudatın ve dünyanın maliki olmadığına göre bu mülk de Allah'tan başka bir kimsenin varlığın hüküm yürütmeye ve buyruk sahibi olmaya hakkı yoktur. Zira hakikatta O'ndan başka bir ilâh, rab yoktur. Bunun içindir ki, O'ndan başkasına kul olunmaz ve olunamaz. O'ndan başkasının hükmü dinlenmez. İnsanlar üzerine O'ndan başka hiç bir kimsenin kanun, nizam koyma salahiyeti yoktur, kanun, nizam va'z etmek uluhiyetin, Rububiyetin gereği olduğu için sadece Allah'a mahsustur... ,

Buna göre, o zaman her türlü kulluk, her türlü itaat, her türlü bağlılığı bırakıp da sadece Allah'a kul olmak,.sadece 0na itaat etmek, bağlanmak, O'nun hükmüne boyun eğmek, O'nun nizamına teslim olmak icabeder. İşte bu; bütün İslahatın, fert ve cemiyet yaşantısını istenilen şekilde değiştirmenin aslı, esası ve köküdür. Bu esas üzerine ferdî tavır ve hareke't ve içtima nizama ait binanın" yeni baştan planı çizilir ve kurulur... Bulunduğumuz yer yüzünde Adem (a.s)'dan bu güne kadar ve bu günden kıyamete kadar İnsanî yaşayışın meseleleri bu akideden fışkıran kanun ve nizam üzerinedevam edip gitmelidir.

Onun içindir ki Allah'ın Resulü Hazreti Muhammed(S.A.V) vahyin kontrolünde tesbit edilen bu köklü çözüm yoluna gitmiş İslâmî yaşam ortamını gerçekleştirmek için giriştiği faaliyetlerini, hareketini, vazifesini bu esas üzerine yürütmüştür.

Görüyoruz ki, o bir tek kimse olduğu halde kalkıp "La ilahe illallah" mefhumunu ilân etti.. Bu sadece peygamberane bir şekilde ileri atılmak için değildi. Hakikatte İslâmî hareketin ne şekilde olacağını da ilân etmek -İçindi. Bu inkilâp, köklü değişim hususunda kimse ona yardım etmiyordu. Hatta halk, bu kelimeleri bile kabul etmek istemiyordu. La ilâhe İllallah'ı temel olarak kabul edenler de Şanlı önderlerinin (S.A.V.) yanında tahammülü çok güç sıkıntılara katlanıyor ve bu esası yerleştirmek için uğraşıyorlardı.. Fakat buna rağmen kısa zaman içinde bu kurtuluş davetinin Lâ ilâhe illallah sesini duyup gelenler Zatı Saadetlerinin etrafında toplandılar. Bu hayli zahmet; meşakkat ve mücadelerden sonra bu binayı da kurmaya muvaffak oldular. Bu bakımdan İslâmî hareketi yürütmek için hususi tetbire ve ameli hikmete ihtiyaç vardı ki, bunun da başı Tevhid akidesini sağlamlaştırmaktı .

Tevhid akidesi sadece bir vicdanî mesele değildir. Arz etmeye çalıştığımız gibi ferdî ve içtimai yaşantı nizamı da tam olarak ancak; bunun üzerine kurulabilir. İçtimai yaşayışta, insanın kendi •'başına buyruk ve Allah'tan gayrısına kul olmaktan kurtulması icabediyordu.

Bugün dünyanın her tarafında minarelerde "Eşhedü en lâ ilâhe illallah" sesleri yükseliyor. Ne bunu söyleyenler buna dikkat çekiyorlar ne de işitenler, bu mukaddes kelimede ne derin bir mana bulunduğu üzerinde düşünüyorlar. Fakat bu ilândan asıl maksad ne olduğu anlaşılırsa ve bunu söyleyenin de şu manada söylediği bilinirse: "Benim Hak Taalâ'dan başka bir hükümdarım yoktur. Ben O'ndan başka hiç bir hükümdara boyun eğmem; hiç bir buyruk altına girmem, hiç bir kanun kabul etmem, hiç kimse bana hükmedemez; kimsenin nizam ve kaidesine evet demem, sadece ve ancak bir ve tek olan Allah'tan başka bir şey tanımam.." o zaman siz de göreceksiniz ki, bir çok idrak yoksunları böyle bir anlayışı kabul etmeyeceklerdir. İnsanlar üzerinde uluhiyet ve rububiyetlik iddiasında bulunan azgınlar, sömürgeci aç gözlüler bu esasa inanmak yoluna gitmeyeceklerdir.

Siz ister dövüşün isterseniz dövüşmeyin dünyada küfrün her çeşidi ve mensupları sizinle şavaş halindedir. Şu da anlaşılacak ki her tarafta bu daveti yüklenenler için yılan, ejderha ve yırtıcı canavar mesabesinde bulunan azgın düşmanlar vardır. Fakat bu davetçinin Allah'ın yardımına inancıda vardır. İşte bu inançtır o davetçiyi yolunda yılmadan yürüten ve mücadelesine sebatla sürdürten.

Hazreti Muhammed (S.A.V) , o karanlık çağda bu sesi yükseltti. Bu sesi yükselten davetin mahiyetini çok iyi biliyordu. Duyanlar da bu sesin hangi manada ifade edildiğini anlıyorlardı. Yani inananlar da bilerek inanıyorlar küfredenler de bilerek küfrediyorlardı. Çünkü Allah'ın Resulü onlara Hak ve batılı iyi anlasınlar diye kendi lisanlarıyla hitap ediyordu.

Bu gerçek kurtuluş hareketine kapılanlar dövülüyorlardı. Kâfir ve müşrikler o sesi kısmak için, bu hareketin gelişip tutulmaması için her türlü çareye baş vuruyorlardı. Çünkü muhaliflerin çeşitli otoriteleri tehlikeye giriyordu. Papazların papalıkları, hükümdarların hükümdarlıkları, kapitalistlerin kapitalları, tefecilerin menfeatları, nesil-perestlerin neslî üstünlükleri, milliyetçi ve ırkçıların tutunduğu temeller, ecdat'ların dedeleri ve ataları, put-perestlerin putları tehlikeye giriyordu. İşte bu sebebten dolayı küfür çeşitli olmasına rağmen bu hareketin karşısına tek bir millet halinde tezahür ediyordu.
Kâfirler, birlik halinde bu harekete karşı koymaya çalışırken, haIkın içinden duyguları uyanık mütefekkir kişiler azar azar da olsa bu harekete katılıyorlardı. Bunların vicdanlarında sadâkat vardı. İnandıkları şeyin hak olduğunu idrak ettiklerinden bu yolda canlarını feda etmeye, ölmeye de hazır idiler. Bu hareket için böylesi fertlerden oluşan bir kitleye ihtiyaç vardı. Çünkü mesele ferdî çalışmalarla halledilecek bir mesele değildi... (İnşaallah önümüzdeki sayılarda Resulullah’ın bu kitlesinin oluşumu gelişimi ve faaliyet tarzları hakkında sohbetimize devam edeceğiz. .. )

Sohbetimizin bu noktasında İslâm Devleti Hilâfet*e giderken İslâmî hareketin öncelikle İslâm akidesini berrak bir şekilde anlaşılıp bu berrak akide üzerinde yürümesinin ve müslümanları^bu esas üzerine kurulu bir İslâmî hayata dönmenin gereğini izah etmesinin önemine işaret etmek istiyoruz... Ve tüm müslümanları böyle bir hareketin içinde ihlasla çalışmaya davet ediyoruz.

"Ey İman edenler! Allah ve Resulü sizi, size hayat verene davet edince onlara icabet ediniz..." (Enfal : 24)
*********************************




********************************************

Kâfirler birlik halinde Resulullah (S.A.V)’in başlatmış olduğu o İslâmî Harekete karşı koymaya çalışırken ; halkın içinden hisleri uyanık mütefekkir kişiler azar azar da olsa bu harekete katılıyorlardı. Bunların vicdanlırında sadâkat vardı, inandıkları Dinin Hak, yüklendikleri Dava'nın aziz olduğunu idrak ettiklerinden bu yolda canlarını feda etmeye, ölüme de hazırdılar. Bu hareket için böylesi fertlerden oluşan bir kitleye ihtiyaç vardı. Çünkü mesele ferdî çalışmalarla halledilebilecek bir mesele değildi.

Aziz İslâm Davasının hammallığına talip olan aziz insanlar. Bir bir iki iki,, dört dört bir araya gelip Resul Hz.Muhammed (S.A.V)’in etrafında toplandılar ve işe giriştiler. Katlanmadık sıkıntı, çekmedikleri eziyet ve çile kalmadı.. Bu uğurda evlerini ve barklarını da bırakıp hicret ettiler. Yakınlarını, sevdiklerini,dost ve ahbablarını bıraktılar. Dayak yiiyenler, hapsedilenler, işkencelere tabi olanlar, binbir eziyete katlananlar ve ölenler oldu. Çarşı pazarda taşlananlar, tahkir edilip küfür işitenler, tahammül ettiler.. Kafaları mı kırılmadı, evleri mi dağılmadı?.... Her şey yapıldı, her şeye baş vuruldu. Fakat bütün bunlara rağmen İslâm ne sağlamlığını kaybetti ne Hareket ne de İslâmî iman sarsıldı...

Bunun ilk faydası şu idi : Böyle aziz bir işe iradesi zayıf ve daldan dala konan kimseler yanaşamadılar. Bu harekete katılanlar Adem Soyunun en seçkinleri idiler. Ancak bu seçilmişler bu harekete katıldılar. Esasında da böyle olmalıydı. Bu işe üstün seçiyeli kimseler lâzımdı. Herhangi bir insan bu aziz Davaya faydalı olamazdı.

Sonra bu kitlenin mensupları giriştikleri bu işde şahsî garaz veya ailevi bir maksat için bu çetin musibetlere katlanmıyorlardı.Yalnız Hak için, sadakat için ve Allah Rızası için bütün bu sıkıntı ve cefâlara göğüs geriyorlardı. Bu yüzden açlıktan ölme safhasına geldiler ve dünyanın cefasına düçar oldular. Bütün bu ağır ve şiddetli mücadelelerin neticesi de aslî gaye aslî maksat olan sahih İslâmî . zihniyet doğdu ve ortaya çıktı. Nitekim lâzım
olan ve ulaşılması gereken merhale de bu idi.


Onların kalplerinde temiz İslâmî karekter kendisini gösterdi. Onların Allah'a bağlılıkları ihlâs ile göründü. Müsibetlere katlanarak İslâmın halkasından (dersanesinden) hakikat dersi alarak geldiler.Herhangi bir şahsın maksadı için bu kitle ortaya atılmamış ve bir ölüm kalım mücadelesine girişmemişlerdir. Çalışıp çabalamalar, uğraşıp didinmeler, türlü müsibetler zahmetler, sıkıntılar, darmadağın edilmeler, ölümler, hapsedilmeler, yoksulluklar, yerden yurttan hicrete zorlanmalar gibi bütün bu merhamelerden geçerek şahsî ve zatî tecrübelerle bu aslî maksadın bütün teferruatlarına kadar kendilerini fikrî ve hissî olarak hazırladılar. Hatta onlarda İslâmî şahsiyetin kemal bulmasına yardım bakımından; namaz farz oldu ki, dikkati nazarlar bir nokta üzerinde toplansın. İnanılan ve kabul edilen Hakimin (hakimiyet sahibinin) hakimiyeti tekrar tekrar itiraf edilsin. Bu akide kökleşsin ve sağlam,sarsılmaz bir hale gelsin. "Allahu Teâla'nın hükümdarlığı"' akidesi yerleşip sağlamlaşsın ki,dünya işleri hep O'nun hükmüne göre yürüyüp gitsin. O'nun Âlim ül-G.aybi ve Şehade (gizliyi ve aşikarı biliyor olması) ve Malik-i Yevmüddin (hesap gününün sahibi vasfını taşıması) ve Kâ-hirun fevka ibadihi(kulları üzerinde kudreti bulunması) hakikatları zihinlere ve kafalara yerleşsin. Her hal ve kârda O'ndan başka kimseye kulluk edilemiyeceği bilinsin, kalplere nüfuz etsin...

Bir taraftan bu esaslara göre yeni gelenler bu yolda terbiye ediliyor diğer taraftan da İslâmî hareket meyvelerini vermeye başlıyordu. Halbuki, küfür ehli bu ilk müslümanlara, aziz İslâm Davasının gönüllü hammallarına ezâ ediyor, hapsediyor ve bazılarını evlerinden dahi çıkararak onlara çeşitli şekillerde zulm ediliyordu. Fakat bütün bunlara tahammül edildi. Acaba bütün bu güçlüklere neden ve hiçin sabrediyorlar, göğüs geriyorlardı’. Görüyoruz ki bu kimselerin gözünde kadın, altın, mal ve mülk hiç bir şeyin kıymeti yoktu, onlar hiç bir şahsi menfaat da gözetmiyorlardı. Onların sadece sadakatları vardı. Bu insanların kalpleri niçin böyle bir cazibeye kapılmıştı?... Uğrunda her eza ve cefaya katlandıkları bu şey ne idi ki, kendilerini hiç bir şey durduramıyordu?.. Anlaşılıyor ki bu enerji kaynağı İslâm akidesidir. Kelimei Tevhid : Lâ İlâhe İllallah’tır.. İnsanî yaşayış nizamını değiştiren prensip bu yüce akide, kelime idi. işte bu sesin yükselmesi, hayata hakim olması için sadakatle, doğrulukla, imanla dünyanın bütün menfaatleri feda ediliyordu. Can, mal,çoluk çocuk, her şeyden vaz geçiliyordu. O zaman gözler açılıyor, kalpler genişliyor, gözlerin önünden perdeler kalkıyor, hakikatin manzarası olduğu gibi orta ya çıkıyordu, işte ancak bu cemaati, bu kitleyi ; şahsî güzelliğin gururu, ecdatperestlik cehaleti, "dünyevî menfaatlar ve dünya muhabbeti aldatamamıştı.. Ve işte ancak bu cemaat, bu kitle be sese lâyıkıyle cevap verdiler. Ne kadar muhalefete, eziyete uğradılarsa da bütün bu karşı koymalar kırılıp atılmıştı... Hakikat severler, temiz insanlar bu kitlede bu kervanda yerlerini alarak gayelerini başarıya ulaştırdılar. İslâmî hayata kavuştular. Ve Rablerini razı ettiler.

O zaman, bu hareketin başında bulunan lider de kendi şahsî yaşayışı ile.bu hareketin amelî taraflarını ortaya koydu. Her sözü ve fiili ile İslâm'ın hakiki ruhunu gösterdi. O zaman insanlar İslâm'ın ne demek olduğunu anlamaya başladılar. Bu hususu uzun uzadıya anlatacak değiliz. Ancak kir şada bir kaç misal vereceğiz :
Şanlı Resul(S.A.V)'-in hanımı Hz.Hatice (ra.) Hicaz'ın en zengin kadınlarından biriydi... Zatı Saadetleri de onun ticarî işlerine bakardı. İslâm Daveti başlayınca Şanlı Resul (S.A.V) bütün bu işleri bir tarafa bıraktı.Olanca varlığını bu mukaddes işe, aziz davaya vakfetti.. Bütün müşrikler, kâfirler kendisine düşman kesildiler. Kendilerinin ve muazzez hanımlarının nesi var nesi yoksa bir kaç sene içinde hep bu yola harcadılar. İş o raddeye, vardı ki, bir ara Hicaz'ın en zengin tüccarı bulunan Hz.Muhammed (S.A.V) davet ve tebliğ için Taif'e gitmek istedikleri zaman binecek bir merkeb bile bulmakta zorluk çektiler.

Kureyş kavmi de Şanlı Resul (S.A.V)'e bu ülkeye hükümdar olmasını teklif ettiler."Seni kendimize reis yapalım, beğendiğin en güzel kadını sana verelim, senin ayaklarına kapanalım, yalnız şu başlattığın hareketten vaz geç" dediler. Fakat o Şanlı Resul, insanlığın kurtarılması için gelmişti.. Bu maksat uğruna, taşlanmaya ve kötü sözler işitmeye razı idi.Taviz yok, küfürle uzlaşma yoktu...


Kureyş ve Arap ileri gelenleri Alemlerin Fahrine, şöyle diyorlardı: Ya Muhammed(S.A.V), nasıl olur da biz senin meclisine oturur ve senin sözlerini dinleyebiliriz ki, bizler senin meclisine geldiğimizde görüyoruz ki, meclisinizde hep köleler, beş parasız kimseler,(maazallah) aşağı kimseler oturuyorlar. Nasıl olur da biz bu aşağılık züm're ile aynı yerde oturabiliriz. Nasıl olur da biz onlarla aynı seviyeye düşeriz...

Fakat o Şanlı Resul (S.A.V), insanlar arasında aşağılık ve yukarılığı kaldırmak ve insanları aynı seviyeye _ getirmek için gelmişti. Onların hatırı için fakir ve pârası bulunmayan kimseleri kıracak değildi. İnananlara karşılık kâfirlere kıymet verecek değildi...

Bu hareket için Şanlı Resul(S.A.V) kendi kavmini, kendi ülkesini kendi kabilesini, kendi hanedan ve ailesini ve aynı zamanda her şeyini feda etmekten çekinmemişti. Çünkü onun davası, insanları insan etmek, insanlara insanlığı öğretmek, dünya ve ahirette kurtuluşu öğretmekti. 0, kurtuluş reçetesini insanlığa ulaştırmaya memurdu... İşte onun işi, davası, her türlü şahsı, ailevî,^hanedanı, kavmi, vatanî ve memleketçiliğe dair en ufak bir mefhumdan uzaktı...

Mekke'den hicret edip Medine'ye geldiği^ zaman, düşmanlarının dahi kendisine teslim bulundukları emanetleri sahiplerine iade etmek için Hz.Ali (r.a) rı memur etti. Dünya-perest_ bir kimse eline geçirdiği bir şeyi, böyle bir fırsat varken geri iade ettirirmiydi,?.. . İşte bu onun dünya-perest olmadiğinin ispatıydı.. İşte bu ahlâk Arapları hayretten hayrete düşürüyordu. ..

Onüç sene süren çetin çalışmalaradan sonra, Resulullah (S.A.V)in başlattığı İslâmî hareket ve Resulullah (S.A.V)'in kurduğu İslâmî kitle Allah'ın yardımıyla kedine'de Devlet olma imkanı buldu.Bu Islâm Devleti, on sene Şanlı Resul'ün (S.A.V) rehberliği, liderliği altında devam etti. Bu kısa zamanda İslâm ideolojisi teoriden pratiğe indi. Halatın her sahasına tatbik edildi. İslâm bir hayat Nizamı olarak pratikte ortaya kondu.. Böylece o toplumda ve o toplumun fertlerinde İslâmî Hayat tezahür etmeye başladı. Bütün özellikleriyle İslâm Cemiyeti teşekkül etti. Bu Islâm Cemiyeti (toplumu) İslam idaresini öyle örnek olarak öne sürdüler ki, sekiz sene gibi kısa bir zamanda Medine kasabasında kurulmuş bulunan bu küçücük Devlet, bütün Arabistan Yarımadasını idaresi altına aldı. Fevç fevç (guruplar) halk, İslam'ın bu amelî çalışmasını görüyor ve İslama sarılıyorlardı... Halk gözü ile görüyor ve şahid oluyor du ki, gerçek insanlık denen şey ancak İslâmîyettir. İnsanlığı felâha, kurtuluşa götürecek yol ancak bu Hak yoldu. Buna azgın İslâm düşmanları bile kani oldular. Yalnız kani olmakla kalmayıp, bu yeni Dine, bu yeni Hayat Nizamına öyle sarıldılar ki varlarını yoklarını hatta canlarını bile İslâm uğruna feda ettiler.Halbuki bu kimseler bu harekete karşı senelerce döğüşmüş şahıslardı. Halid ibni Velid, Ebu Cehil 'in oğlu Akreme, Ebu Süfyan gibi İslâm düşmanları müslüman olunca Islâm Davasına hadim, hizmetkâr oldular. Hazreti Hamza (r.a)'ın katili Hind (Hz.Hamza (r.a) ın ciğerini yemek isteyen kadın) ve Vahşi, sadaketle baş eğerek gelip Islâm'a teslim oldular. Fakat Şanlı Resul (S.A.V) onlara kin tutmadı. Zaten o Yüce Peygamberin her herhangi bir garaz duymasına da imkan yoktu.

İslâmın meydana getirdiği inkilâp sadece memlekitin idaresi, kanun ve nizamlarını değiştirmekle kalmadı.Zihniyetlerde, hayata bakış açılarında ve düşünce tarzlarında öyle bir başkalık meydana geldi ki, yaşayış usulünde ve bütün ahlâkî davranışta bambaşka bir millet, cemiyet meydana çıktı.

Bu millet, eskiden zinayı mubah gören, kadınların iffetine tecavüz eden ve aynı zamanda içkiye düşkün bir topluluktu. Fakat Islâmiyeti kabul ettikten sonra,içki ve zinanın ortadan kalkmasında önder oldular. Hırsızlığı adet edinmiş ve bunu mübah sayan bu topluluk, bu defa dostlarının evinde bile yemek yerken, acaba caiz olmayan bir şey mi yaptım diye nefislerini sorguya çektiler.. Vaktiyle yol kesmeyi, kervan soymayı adet edinmiş bulunan ve geçimini bu iş üzerine kurmuş olan bu kavim- öyle bir değişti ki; bu ümmetin herhangi fakir bir askeri, İran saltanatı yıkılıp giderken, Iran Kisrasmın milyonlarca altına bedel olan kıymetli tacını, yanına alarak, gecenin karanlıklarında ıssız çöllerden geçerek getirip kumandanına teslim etmiştir... İşte bu Yüce Dinin insanlara yapmış olduğu tesir.. Eskiden bu kav-min fertleri indinde,insan hayatının hiç bir kıymeti yoktu. Kendi çocuklarını kendi elleriyle diri diri toprağa gömerlerdi. Bu insanlar İslâm ile öyle merhametli oldular ki, karıncayı bile ezmekten vicdan azabı duydular. Onlar, o kadar doğru ve temiz bir ahlâka sahip oldular ki, cahiliyet devrinde yapmadıkları kalmayan bu kavmin fertleri, Hayber Kalesi fethedildikten sonra, tahsildarlık memuriyeti ile,' vergi tahsil ederlerken kendilerine büyük bir meblâğ tutan rüşvet teklif edilip de İslâm Devletine verilecek olan verginin azaltılmasını bildirdikleri zaman, bu rüşveti kesin olarak red etmişti. Yahudilerle aralarında olan müşterek mahsulü de yarı yarıya bölerek, onlara "Siz hangisini isterseniz onu alınız." demişlerdi. Yahudiler de tahsildarların bu tavrına şahid olunca, parmakları ağızlarında kalmıştı. Ve gayri ihtiyarî şöyle buyurmuşlardı: "İşte artık yeryüzünde adalet kaim oldu.*

Bu Devletin idarecileri ve valileri, bizzat halkın arasında oturur, gezer ve dolaşırlardı. Tebadan herkes gerekirse gece bile evindeki idareciye işleri ile ilgili müracatını yapabilirdi. Bu ümmetin içinde öyle kadılar yetişti ki, bir Yahudinin iddiası karşısında zamanın halifesini bile mahkemeye getirtti. Halife kendi oğlunu ve kölesini şahid göstermek isteyince kadı bunları kabul etmemek cesaretini de gösterdi. Bu ümmetin içinde öyle kumandanlar yetişti ki, harp sırasında bir şehri tahliye ederken, vaktiyle şehir halkından alınmış'bulunan cizyeleri geri verdi.. "Bu bizim hakkımız
değildir." dedi. Bu ümmetin içinde öyle elçiler yetişti ki, Iran Başkumandanının sarayında kumandanın karşısına çıkarken, İslâmî şahsiyetinden taviz vermedi... Bu usülü açıktan açığa belirtti. Açık bir lisan ile İran Kumandanının karşısında, İran'daki sınıf ayrılıklarını tenkid etti. Bu konuşma 0 kadar tesirli oldu ki, İran Ordusu efradının kalplerinde İslâm hakkında bir sevgi belirdi. Bu ümmet içinde öyle ahlâk sahibi kimseler çıktı ki, hırsızlık yapan kimse kendi ayağı ile gelerek elinin kesilmesini talep etmiş ve diğer bir kimsede zina ettiğini itiraf ederek cezalandırılmasını istemişti. maksat öteki dünyada Cenabı Hakkın huzuruna çıkarken hırsızlık ve zina suçunun cezasını görmüş ve kurtulmuş olarak çıkmaktı. Bu ümmetin ordusunun askerleri para ve dünyalık için savaşmıyorlardı. Sadece Allah yolunda çarpışıyorlardı. Onlar kendi ceplerinden para harcayarak harp meydanlarına koşuyorlardı. Elde ettikleri ganimet malları da kendilerine alıkoymayıp, bölünmesi için kumandanlarının huzuruna getiriyorlardı. Evet bütün bunlar İslâm inkilâbının güç ve tesirini göstermektedir. ..

Gerçekten enteresan bir mesele gözümüzün önündedir. Onüç sene zarfında çok az sayıda bir müslümanla bütün Arap Yarımadası müslüman oldu. Çok az bir insanla böyle bir neticenin alınmış olması dolayısıyla "bu muammayı nasıl halledebiliriz" diye düşünüp duranlar var. Halbuki bu mesele gayet basittir. Yani bir ideoloji üzerine yaşayışın planı çizilmişti. Fakat ilk önceleri halk bu hareketin mahiyetini sezememiştir. Böyle bir değişikliğe niçin lüzum görülüyordu?.. Neticeyi tahmin edemiyenler çeşit çeşit düşüncelere saplanıyorlardı.. Şüphe ve tereddüt geçiriyorlardı. Böyle şairane sözler söyleyen bu insan (neuzübillah) acaba delirmişmidir diye hayret ve dehşet içinde kalmışlardı. Yoksa hayal -perest midir diye kendi kendilerine soruyorlardı. 0 zaman, sadece hisleri uyanık yüksek zekâlı kimseler 0'nu anladılar, O'nun davetine icab ettiler, iman ettiler. Bu zevat, hakikati görüyor ve İslâm'ın insanların kurtuluşu için geldiğini anlayabilen kimselerdi... Zamanı gelince bu akide üzerine bir hayat nizamı kurulunca, halk gözünü açtı. İşin ne olduğunu ve ne neticeler verdiğini de gördüler.0 zaman iyice anladılar ki, yapılmak istenen iş, Allah'ın seçkin kulu tarafından zulmün, ortadan kaldırılması için ele alınmış ve zafere ulaştırılmıştır. Artık bu gerçek kurtuluş hareketine karşı koymaları için bir sebeb kalmadığını anladılar. Ve bütün güçleri ile bu yolda çalışmaya başladılar Ancak basiret gözü kapalı olanlar bu hakikati görmemezlikten geldiler.
İslâmî hareketin cemiyeti değiştirmek için takip ettiği yol, böyle bir yoldur. İşte planı çizilen ; binası kurulan inkilâp böyle yapılmıştı... Biz de bugün,  o plan üzerine hareket edersek yine aynı neticeyi elde ederiz. Elbette şurası da vardır ki; böyle bir iş yapmak için İslâmî imanın şuuru zekâ ve düşünce, sağlam karar verebilmek kudreti, şahsî zaatlardan kurtulmak ve fedakârlıklara katlanabilmek istidadı olmalıdır. Aynı zamanda ihlasla gayret sahibi kimselere ihtiyaç vardır. İnandıkları gaye için çalışıp da başka yönlere dönmeyenler de lâzımdır.

Dünya yaşayışında .kendi şahsî menfaatlarından fedâkârlık eden kimseler bulunmalıdır.. Bu ümit uğruna; anneler, babalar, çoluk çocuklar, dostlar, mal ve mülkler/ feda edecekler olmalıdır. "Biz bunları Allah yolunda kaybettikse ne zararı vardır." diyebilenler bulunmalıdır. Bu maksat uğruna çalışma yolundaki engelleri berteraf edecek kimseler meydana girmelidir.

Böyle bir kitle ilk önce Allah sesini yükseltir; sonra da işe girişirler, ihlasla çalışırlar ve hem Allah'ın rızasını kazanırlar hem de Allah'ın takdir ettiği günde İslâmî hayata, zafere kavuşurlar...

Yeryüzünde tekrar İslâmî haşyeti ..başlatacak olan İslâm Devleti Hilâfet'e giderken; tüm müslümanlar, Şanlı Resul Hz.Muhammed (S.A.V) in başlattığı, geliştirip neticelendirdiği İslâmî hareketin vasıflarını çok iyi idrak etmesi gerekir. Biz burada tüm müslümanları o hareketin vasıflarını, üzerinde taşıyan bir İslâmî hareketin içinde ihlâsla çalışmaya davet ediyoruz. Zira dünyada zilletten ahirete hüsrandan kurtuluşun yolu ancak buradan geçer...

"Ey iman edenleri Allah ve Resulü sizi, size hayat verene davet edince onlara icabet ediniz..."(Enfal : 24)












2 yorum:

  1. 0 zaman :Roma ve İran emperyalizmi süper güç (!) olarak ortada idi. Zümre ve sınıf imtiyazları da hüküm,sürüyordu. Caiz olmayan gayri'meşru menfaat edinmek dahi mevcut idi. Bunun yanı başında aklâkî düşüklükler gayri İnsanî değerler de sosyal yaşantıyı pençesine almıştı.... Memleketin içinde ve' dışında öyle meseleleri? vardı ki, birbirinden karışik bir 'durumda idi.... Halk da cehalet denizinde yüzüyordu. Ahlâkî çöküş fakirlik,sefalet, derebeylik, kavimler ve soylar arasındaki çekişmeler ve çeşitli kargaşalıklar halkı bir girdap gibi içine almıştı.Bahreyn’den Yemen!e kadar bütün Arap ülkeleri Irak'ın verimli toprakları da dahil olmak üzere hep İranlıların tasallutu altında idi. Kuzeydaki mıntıkalarda Hicaz'a kadar Bizans sultası altında bulunuyordu. Hicaz'ın içindeki Yahudi kapitalizmi da iktisaden ülkeyi hakimiyeti altına almış durumdaydı. Zira bunlar tefecilikle Arapların kanlarını emiyor ve ülkelerini sömürüyorlardı. Habeş hükümeti de Hicaz'a saldırmış Mekke'yi tahrip için harekete geçmişti. Bu hükümete mensup zümre' tam bir sulta ve tam bir kudret ile Hicaz'la Yemen arasındaki Necran mıntıkasına yerleşmiş- bulunuyorlardı.

    İşte o zaman Hak Taalâ bu karanlık ortamda insanların yollarını aydınlatıp cehaletin bataklıklarından kurtarıp onları selâmet sahiline çıkartacak,onların proplemlerini köklü çözüm getirecek onları şaşkınlıktan kurtarıp hidayete ulaştıracak bir önder ve bir hidayet rehberi gönderdi. Bu önder en yakın çevresinden itibaren bütün dünyaya şu cihansümül davette bulundu; "La ilâhe illallah, Muhammeden resulullah"; bununla, Allah'tan başka ilâh tanınmaması yani Allah'tan başkasına kulluğun red-edilmesi ve ilâh.olarak sade Allah'ı tanıyıp sadece Allah'ın Resulü Muhammed Mustafa (S.A.V)'in öğrettiği şekilde Allah 'a kul olunması, isteniliyordu. Zira insanlığın tüm dertlerinin tedavisi problemlerinin hallinin reçetesi bu davette cem edilmişti... Çünkü insanların problemlerinin ve içinde bulunduğu çöküntülerin, sıkıntıların asıl kaynağı insanlara yine insanların çeşitli şekilde, fikrî, siyasî, iktisadı,'askerî şekillerde hakim olması, yani başka bir deyişle insanların bir kısmının diğer insanlar üstünde Uluhiyetlik, Rubübiyetlik iddiasında 'bulunmaları ~ve böylece kula kulluk sistemlerinin kurulmasıydı. İşte Allah'ın Resulü (S.A.V) meseleyi bu köklü çözümle halletme yoluna gitmiş ve bu yolda gerekli çalışmayı ihlas ve sebatla, sabırla tavizsiz yapmıştır...
    http://namenstr8.blogspot.nl/2015/04/islam-devleti-hilafete-giderken-islami.html
    https://www.facebook.com/video.php?v=862929277061218&set=vb.100000324607185&type=3&theater

    YanıtlaSil
  2. İSLÂMÎ ÇÖZÜM İÇİN İSLÂM DAVASI "ANA HAYATÎ DAVA” OLARAK İDRAK EDİLMELİ :VE MÜCADELESİ "ÖLÜM-KALIM MESELESİ" SEVİYESİNDE BENİMSENMELİDİR .
    https://www.facebook.com/permalink.php?story_fbid=1024137941370940&id=100013242319421

    YanıtlaSil