13 Nisan 2015 Pazartesi

MÜSLÜMANLARIN GENELİNDE İSLAMI ANLAMAKTA ÇEŞİTLİ ZAAFİYETLERİN OLMASIDIR...İSLAM DEVLETİ HİLAFETE GİDERKEN MESELELERİMİZ;2

İSLAM FİKİR VE METODDUR
Yaratılışımızın gayesi olan sadece Alemlerin Rabbı Allahu Teâlâ'ya kullluk yapmak, ancak İslâmî hayatı yaşamakla mümkün olur. Yani hayatın her sahasında Allah(C.C)un Resulü Hz.Muhammed(S.A.V) vasıtasıyla bize göndermiş olduğu emir, nehiy ve nizamlara göre yaşamak... İslâmî hayatı bir bütün olarak yaşamak ise, ancak İslâm Cemiyetinin olmasıyla mümkündür. Çünkü Allah(C.C) insanı İçtimaî (sosyal) bir varlık olarak yaratmıştır. Yani insan tek başına diğer insanlardan tamamen soyutlanarak ferdî bir yaşam değil de içtimai bir yaşam sürmektedir. Bu fıtrî özelliği gereği insan, içinde bulunduğu cemiyetin hayâtını yaşamak zorunda kalır. Yani cemiyet hayatı insana tesir eder ve ona yön verir. Bundan dolayı müslümanların Islâm Cemiyetinde yaşamaları gerekir. İslâm Cemiyeti ise; İslâmî fikir, mefhum, duygu, kanun ve nizamların insanların hayatına hakim olmasıyla oluşur. İslâmî fikir, mefhum, kanun ve nizamları hayata hakim kılacak olan İslam Devleti yani Hilâfet Devleti olmadan da İslâm Cemiyeti olmaz. 0 halde, Hilâfet Devleti'nin kurulması, "olmazsa olmaz" cinsinden bir zaruret ve aynı zamanda tüm müslümanlar üzerine farzdır.

Ümmet içerisinde bu farz ve zarureti idrak edip de gerekli çalışmayı yapmakta olan müslümanlar yok değil, elbette ki vardır. Fakat bu çalışmanın önüne binbir güçlük, zorluk, engel, sıkıntı çıkmaktadır. İşte bu güçlük, zorluk ve sıkıntılardan birisi de günümüzde müslümanların genelinde İslâmî anlamakta çeşitli zaafiyetlerin olmasıdır. Bundan dolayıdır ki, şimdi ortada çeşitli çeşitli İslâm anlayışları olmaktadır. Bu durum ise müslümanları ortak bir tavırdan alıkoymaktadır... İslâm anlayışındaki farklılık ortadan kalkmadıkca müslümanların ya da müslüman olarak isimlendirilen toplumların Allahu Tealâ'nın Kitabı Keriminde vasıf ettiği "İslâm Ümmeti" olmaları ve vahdeti sağlamaları muhaldir. Onun için İslâmî anlayışı kaynaklara inerek berrak bir şekilde ortaya koymak ve zihinlerdeki çarpık İslâm anlayışılarını söküp atmak Hilâfet Devleti'ne ğiderken yapılması gereken en önemli işlerdendir. . . .

önemli meselelerimizden birisi olan; müslümanların genelinde İslâmî anlamakta ortaya çıkan çeşitli zaafiyetlerin bir yönü de "İslâm'ın fikir ve metoddan" ibaret olduğunun idrak edilmemiş olmasıdır. Bu konuyla ilgili olarak faydalı olacağı düşüncesiyle aşağıdaki makaleyi yayınlıyoruz...

ISLÂM, FIKIR ve METODDUR

İslâm, fikir ve metoddur sözünün manası ne demektir? Böylesi bir izaha (tasnife) bizi iten sebeb nedir?. Metod ile uslüp arasındaki fark nedir? Eğer metod şerî hükümlerden ise uslüpler de şerî hükümlerden değil mi? Biz niçin metod hükümlerinin durumlarla, şartlarla birlikte değiştirilmesinin" caiz olmadığını uslüplerin değiştirilmesinin caiz olduğunu söylüyoruz? Diğer bir çok fikir hükümleri gibi metod hükümleri İçtimaî midir yoksa kat'î midir"; İnşaallah bu makalede bu meseleleri aydınlatmaya çalışacağız....

ANLAMAYA DOĞRU

Ulemâ, İslâmî fikirleri ve şerî hükümleri mevzularına göre sınıflandırma üzerine yürümüşlerdir. Çeşitli mevzulara belirli ünvanlar, isimler koymuşlar. Demişler ki ; "İslam,_akide ve şeriattır." "İslâm, din ve devlettir." "İsİâmın hükümleri, akideler, ibadetler, ahlâk, muameİât, yiyecekler ve giyecekleri ihtivâ eder." ve bundan başka bir çok tarifler.. . . Onlar bunu açıklamak, basitleştirmek ve anlamayı kolaylaştırmak için yapıyorlardı.

işte böylesi tasniflerden birisi olarak biz de diyoruz ki; "İslâm, fikir ve metoddur" "Fikir" kelimesi "Akideler ve akidelere bağlı fikirlerden İsİâmın getirdiği her şeyi içine alır. Bu İslamdaki geçmişlerin hikaye ve haberleri ya da gelecekte vuku bulacak olaylarla ilgili haberleri de ihtiva eder." "Fikir" kelimesi ; ibadetlerle ilgi (cihad hükümleri hariç), ahlâka, yiyecek ve giyeceklere, muamelâtla ilgili şerî hükümleri de ihtiva eder (içine alır).

Muhakkak ki şeriat
bu hükümleri insanlara yerleştirmek ve onların üzerine insânî cemiyeti kurmak için getirmiştir. Bunlar fertlerin ve cemiyetlerin niteliği, alametidir...

"Metod" kelimesine gelince : 0 sadece şerî hükümleri ihtiva eder.. akideler ve akidelerle' alakalı fikirleri içine almaz. Şerî hükümler-metod kelimesi altında bölümlere ayrılmıştır. Bu hükümler mücerred değil fakat bazı maksatların gerçekleşmesi için konmuştur. Bu hükümler şunlardır; Ukubatla (cezalarla) ilgili hükümler ki bunlar ; hadler (Allah tarafından Kitabı Keriminde belirlenmiş olan cezalar)/ta'zir cezalarıdır. Cihadla ilgili hükümler, iyiliği emretmek kötülüğü nehyetmekle ilgili hükümler, dış siyasetle ilgili hükümler, ferilerve devlet tarafından îslâmî Davetin taşınmasının keyfiyeti ile ilgili hükümler, hükmetme nizamı ve hilâfetle ilgili hükümlerdir. Bütün bunlar metod hükümlerindendirler...

Şimdi "bu hükümlerin mücerred değil fakat* bazı maksatların gerçekleşmesi için konulmuştur." Şeklindeki ifademizi izaha çalışalım  Bunun için meselâ şu önneği düşünelim » Hırsızın elinin kesilmesi hükmü... Şari, bu cezayı mücerred olarak ya da ondan hoşlandığından değil, fakat malların korunması için koymuştur. İşte bunun gibi bütün cezalarla ilgili hükümlerle Şari (şeriat koyucu) kendisi maksat kılınan fikrin korunmasını kast etmiştir. Ve metod hükümlerini bu fikrin hizmetine zorunlu kılmıştır. Aynı şekilde, harp, kendisi maksat değildir... Fakat Şari (şeriat koyucu) onu ; Davetin yayılması zulmün def edilmesi, ülkelerin, malların, toprakların nefislerin ve dinin korunması için koymuştur....

Bundan fikir hükümleri ile metod hükümleri arasında fark ortaya çıkıyor. Bu farkı düzenleyen bu hükümleri oluşturandır. Bu ise : Şari'-in (hükmün) kendisini hedef (maksat) kıldığı hükümler fikir hükümlerindendir. Ya da Şari'in (hükmün) kendisini hedefe almayıp da kendisi dışındakini muhafaza etmek için metod kıldığı hükümler ise metod hükümlerindendir.... - •

BU SINIFLANDIRMAYA İTEN FAKTÖR

Günümüzde, müslüman ülemadan ya da bu İsmin arkasına_gizlenmiş kişilerden ve İslâmî Davete saldıran kişilerden çok görüyoruz ki ; "Bugün şerî hükümlere uyulması vacip değildir ve Resulullah(S.A.V)'in ancak onlarla zamanının şartlarına, durumuna uygun düştüğü için amel etti." diye deliller sürerek o kişiler şerî hükümleri çok ihmal ediyorlar. .. 
Ve diyorlar ki ; "Eğer günümüzün şartlarına, durumuna uygun düşerse onları alırız, değilse şeriat onları almaya mecbur kılmıyor. ". . . .

Bu anlayışa binaen onların bazıları Resulullah(S. A. V)' in Davetin taşınmasının keyfiyeti konusunda, idarenin tanzim edilmesi konusunda, harp konusunda cezalar konusunda, devletler arası ilişkiler konusunda yapmış olduğu her şeyin zamanını ve şartlarına uygun düşen üslûplardan başka bir şey olmadığına,' onun için Resulullah'ın onlarla amel ettiğine, bunların kıyamet saatine kadar müslümanların kendisine bağlanmaları ve kopuk kalmamaları emr edilen sabit şerî hükümlerden olmadığına fetva verdiler...

Halbuki onların anlayışları Allahu Teâlâ'nın şu kavline uygun düşmüyor 

"Resul size neyi verdiyse onu alın, sizi neden nehy ettiyse ondan kaçının." (Haşr  7)

Onların bu anlayışları sünnete de uygun düşmüyor. Nitekim Resul (S.A.V) şöyle buyurmuştur :

"Size bir şeyi bırakıyorum ki, eğer ona sımsıkı sarılırsanız benden sonra hiç sapıtmazsınız. 0 Kitabullah ve benim sünnetimdir."

Milâdî 1924 senesinde Kemal Atatürk,Hilâfeti ilga edince, ona hilâfet nizamının Islâm Şeriatında bağlayıcı olmadığına dair fetva çıkartan bir kişi bulundu Ali Abdurrâzık (ulema kisvesine bürünmüş bir şahıs).... El-İslam ve Usül-ül Hüküm (İslâm ve Yönetimin Esasları) isimli bir kitap yazdı.. Abdul Nâsır zamanında da Abdul-Aziz Kâmil vakıflar bakanı sıfatıyla konferanslar vererek yönetimin lâik nizamlara bağlanması için fetvalar çıkarıyordu. "İslâmda sabit olan yön, inançlar ibadetler ve bazı ahlâktır. Bunların dışındakiler işleri elinde bulunduranların görüşlerine ve durumlara göre değiştirilebilir." şeklinde iddialarda bulunarak böylesi fetvalar çıkartıyordu . . .

Böylece dindar müslümanlardan bir çoğu dahi cehaletleri yüzünden, cihadın yerine propagandanın alınmasında, şerî cezaların yerine çağdaş cezaların alınmasında, Hilâfet Nizamı yerine Cumhuriyet Nizamının alınmasında, İslâmî kanunların yerine batı kanunlarının alınmasında ve benzerî şeylerde bir engel, maniâ olmadığını görmeye, zannetmeye başladılar.

Muhakkak ki bu meseleler çok ciddî ve tehlikelidir. Batı fikirlerinin davetçileri bunlarla, hayatın bütün işleri için bir kaynak ve ideoloji olan İslâmî .kökünden yıkmaya ve onu tahrif edilmiş Hıristiyanlık dini gibi sadece inançlar, ibadetler ve bazı ahlâktan ibaret bir din haline getirmeye çalışıyorlar.

Bundan dolayı biz  müslümanların Resulullah(S. A. V) 'in fiillerini doğru bir şekilde anlamaları için bu, "İslâm fikir ve metoddur" tabirini ortaya koymayı zaruri bir ihtiyaç bulduk. İnhiraf (sapıklık) genellikle metod hükümlerinde meydana gelmektedir. . .

Muhakak ki metod ile alakalı şerî hükümler İslâmdan bir cüzdür. Bunlar da fikir hükümleri gibi ve inançlar gibidirler. Onları terk etmek ve önemlerini hafife almak caiz değildir. Onların katî olanının inkarı ise küfürdür.

METOD VE USLUP.

Fakat bilmemiz gerekir ki * Resul(S.A.-V)' in metodla alakalı ameller çerçevesinde işlemiş olduğu amellerin bir kısmı, mevcud vaziyetlerin, durumların, koşulların, gerektirdiği zarfî amellerdir.(hale bağımlı amel) Bir kısmı da her zaman ve mekanda bağlayıcı olan, değişmeyen sabit amellerdir... Birinci kısmı "Uslüp" olarak isimlendiriyoruz. Bunun da şartları vardır. Birincisi  0 mübahlardan olmalıdır. Yani mendup ve vacip değil. İkincisi  Onun kendisi maksat olmamalıdır. Bilâkis o başka bir amelin yapılmasında tamamlayıcı bir unsur olmalıdır. Pakat her mübah da üslûplardan değildir... Bilâkis onun mübah olması gerektiği gibi onun metod hükümlerine tabi olması da .gerekir. Fikir hükümlerine değil!. Buna örnek : Bedir savaşında savaş sahasına ordunun yerleştirilmesi..

Ki o zaman müslümanlar su kuyularının arkalarında kalacağı bir mevki ye yerleştiler. Hendek savaşında, Medine'nin etrafında hendeklerin kazılması.. Nuaym b.Mesu'ud'un Yahudi ve Kureyşli müşriklerin arasını açması için gönderilmesi... Medine'nin çevresinde yahudi kabileleri ile.iyi komşuluk antlaşmalarının yapılması.. Resulullah'ın Sakif ehlinin (müslüman olmadan önceki) putları olan Lât'ı kendi elleriyle yıkmaları yerine Mugîre b. Şube'yi ve Ebu Sufyan'ı. Lât'ı yıkmakla görevli kılması.. Müslümanlardan bir kısmının Habeş'e hicret etmelerine izin vermesi..

İşte bütün bunlar durumumuz, içinde bulunduğumuz şartlar gerek li kılıyorsa onlarla ya da onların benzerleriyle amel etmemiz için bize konulmuş üslûplardandır. .. Eğer durumumuz gerektirmiyorsa onlarla amel etmememiz bizden şer'an istenmiyor..Yani uslüp, yapmakta olduğumuz amelin çeşidinin belirlediği bir meşru ameldir. Bunun her biri Resul(S.A.V)'in yapmış olduğu (yukarıda zikredilen) amellerinin kapsamına girer...
Resul (S. A. V) ' in ameli dışında kalana gelince : Muhakkak ki "uslüp" kelimesi bazı hallerde haram fiiller için de geçerli olabilir. Meselâ ; hırsızlık haramdır. Bir kaç uslüple hırsızlığın yapılması mümkündür. Kapının kırılmasıyla, ya da duvarın delinmesiyle v.b. Buradan da anlaşılıyor ki, uslüp hükmünü amelden alıyor. Yani hangi amelde kullanılıyorsa uslüp de o amelin hükmünü alıyor... Haram amelin işlenmesinde kullanılan her türlü uslüp haram olur.
fakat vacip amele gelince ; onun için kullanılan her uslüp vacip olmaz. Bilâkis belki bazısı mübah olur, belki de bazısı haram olur...
"Metod" olarak isimlendirdiğimiz ikinci bölüme gelince ; Bunlar sabit şerî hükümlerdir. Zamanlar, imkanlar, şartlar(durumlar) değişmiş olsa bile onların değiştirilmesi, geliştirilmesi diye bir şey söz konusu değildir... Meselâ Şari'nin (Allahu Teâlânın) belirlemiş olduğu cezalar nizamları (hadleri)... Bizim bunlardan meselâ hırsızın elini kesme, evli zaninin (zina yapanın) recm edilmesi (taşlanarak öldürülmesi) cezası yerine hapis cezasını koymamız caiz olmaz... Cihad yerine propaganda ile yetinmemiz caiz olmaz.. Hilâfet Nizamı yerine demokrasi, cumhuriyet nizamını koymamız caiz olmaz... Zorunlu işlerin idaresini, Halifenin ya da onun tayin ettiği kişilerin eliyle değil de derneklerin, yardımlaşma kurumlarının, belediyelerin kanalı ile yapmamız caiz olamaz..'.

Resul(S.A.V)'in yapmış olduğu bazı ameller vardır ki, ulemâ onların etrafında ihtilâf etmektedirler. Onlardan bir kısmı o amelleri takip edilmesi vacip metod olarak vasıflandırırken diğer bir kısmı o amelleri takip edilmesi isteğe bırakılmış olan uslüp olarak vasıflandırıyor. Buna bir örnek 'Ehli kuvvetten (kuvvet sahiplerinden) sultayı (idareyi, otoriteyi) elde etmek için yardım talebinde bulunmak.." Açık olmayan belirli bir mesele olduğu zaman ihtilaflı olan diğer meselelerde olduğu gibi ictihad ehline başvurulması zaruri olur. Bu meselede ise, ictihad ehli yardım talebinde bulunmanın uslüp değil metod olduğuna karar kılmışlardır. Yani o sabit şerî bir hükümdür. Onun yerine başkasını almak caiz değildir...

Belki bazı okuyucuların aklına şu gelebilir ki; "mübah uslüp, alınıp alınmaması serbest
olan şeydir, sünnetten değildir..." Bu düşünce hatadır.. Zira sünnette vacib vardır, mendub vardır, mübah vardır. . . Aynı şekilde sünnet, bize haram hükümlerini. mekruh hükümlerini de verir. Müslüman sünnete uyuyorsa o, ancak Resulullah'ın amelinin benzerini, Resulullah ( S . A. V) ' in ameli olduğu için, onun amel ettiği şekilde amel eder. Eğer sen mübahla amel ediyor ya da mübahı terk ediyorsan, biliyorsun ki, şeriat o konuda seni serbest bıraktığı için öyle amel ediyorsun muhakkak ki sen sünnete tabi olursan sana sevab vardır...

DAVETİN TAŞINMA KEYFİYETİ

Düşmana karşı ülkelerini feth etmek için harble karşı koymak Halifenin işlerindendir, ferdlerin işlerinden değildir. . . Devlet siyasetinin işleri, cezalar nizamının işleri, idare nizamının işleri ; tamamı da Halifenin işlerindendir, ferdlerin işlerinden değil.... Ancak Davetin fikren taşınmasının keyfiyeti ferdlerin işlerindendir. Onun için metod hükümlerinin bu yönü ferdler olarak bizimle ilgilidir ve onun hükümlerini anlamamız bizden istenilir...

Bu makalede ancak bazı esaslara dikkat çekebiliriz. Daveti yüklenenlerden bazıları sorarlar  Metod hükümleri (yani davetin taşınma keyfiyeti) kati ve ittifak edilmiş midir?. Yoksa zannî ve müslüman alimler arasında ihtilaflı mıdır?... Gerçek vakıa odur ki; bu metod hükümleri cidden hükümlerin büyük bir kesimini oluşturur. Bunlar içerisinde katı ve üzerinde ittifak edilmiş olanlar vardır. Meselâ ; her müslümanın kudreti kadarıyla daveti taşımasının farzı ayın oluşu gibi... Bunların içerisinde zannî ve üzerinde ihtilâf edilmiş olanlar da vardır. Meselâ ; bir İslâmî partiyle birleşmenin farziyetinin farzı kifaye oluşu ya da farz olmayışı gibi

Yani kimisi farzdır diyor kimisi farzı kifaye dir diyor kimisi de farz değildir diyor... Delili üstün, kuvvetli olan ve tercih_olunan görüş ise, bir İslâmî partiyle beraber çalışmanın vacip oluşudur...

Bazıları da soruyorlar  Bu metod hükümleri bağlayıcı mıdır yoksa ihtiyarî midir, kendisiyle amel edip etmemekte serbestiyet varmıdır?... Yani onlar üslûp sınıfından mıdır yoksa metod sınıfından mıdır?... Cevab, daha önce zikrolunduğu gibidir. Hatırlarsak: Resul (S.A.V)'in Devleti kurmadan önce yapmakta olduğu amellerinden uslüp olanları olduğu gibi metod olanları da vardır. Uslüp olanlarına örnek, kitlesini gizlilikten açığa çıkarmak yani bir kitle halinde olduğunu ilân etmek için, müslümanların saflar halinde tekbir getirerek Kâbe'yi tavaf etmeleri gibi ve Abdullah b. Mes'ud(r.a)-ı Kureyş müşriklerinin duyacağı bir şekilde Kabe'nin yakınında Kur'an okuması için göndermiş olduğu gibi ameller uslüplerdendir... Metod cinsinden olan amellerine örnek ise ; Nefsî müdafaa durumu hariç şiddet kullanmaktan (maddî kuvvetle saldırmaktan)
müslümanları men etmesi dir. Nitekim Allahu Teâlâ'nın şu kavli de buna delâlet etmektedir :

"Kendilerine 'Ellerini zi (savaştan) çekin,namazı kılın, zekat verin denilmiş olanlara bakmaz mısın?.(Nisa:77)

Bizim Resul (S. A. V ) '-in amellerinin hepsini bağlayıcı ya da hepsini ihtiyarî olarak almamız caiz değildir.. Bilâkis her amelin karinesini (maksadı gösteren işaretini) de anlamamız gerekmektedir. Bu ise müctehidlerin amelindendir. Yani ictihad işidir. İhtilâf var ise her müctehid kendi içtihadi ile (diğer insanlar da delilini kuvvet'li bulduğu müctehidin içtihadı ile) amel eder.

Müslümanlar için bir halifenin bulunduğu . durumda; fertler ya da partiler olarak davetçilerin ameli, kâfirlerin İslama girmeleri için davette bulunmayı, müslümanların İslâmî anlamaları .ve ona sımsıkı sarılmaları için davette bulunmayı, iyiliği emr etmek kötülükten nehy etmeyi, müslümanların liderlerine ve geneline nasihatte bulunmayı içine alır...

Bu son durumda yani müslümanlar için. bir halifenin olmadığı durumda; halifenin kurulması için çalışmak katî olarak vacibdir... zannî değildir.'.. Bu vacibi terk eden kimse isyankar olur.. Bu vacibi terk eden ve bu terk edişini de açıkça söylerse o kişi fâsık olur... Bu vacibi inkâr eden kimse de kâfir olur-. Zira İslâm Devleti'nin varlığı şerî hükümlerin büyük kesiminin tatbik edilmesi demektir.İslâm
Devletinin yokluğu ise, şerî hükümlerin büyük bir kısmının terk edilmesi, ihmal edilmesi demektir ki bu da kesinlikle haramdır...

Bu farz, yani İslâmî Hilâfetin ikamesi (kurulması) farzı, farzı kifayedir. (yani yeterlilik üzerine farzdır)... Çalışanların yeterliliği hasıl olmadığı müddetçe onun kurulmasının farziyeti de devam eder. Böylece farzı kifaye, bütün müslümanlar için farzı ayın mertebesinde olur... Yani farzı ayın gibi her müslümanı-'bağlayıcı olur. . Muktedir oldukça bu farzı yerine getirmeye çalışandan günah düşer ve onun için sevap vardır. Bundan geri kalan, o farzı yerine getirmeye çalışmayan kişi ise Allah yanında günâhkardır. 0 her ne kadar oruç tutsa, namaz kılsa, zekât verse de bu vebalden kurtulamaz.. (Çünkü, meselâ namaz kılmamanın ve bali ayrı, onun gibi bir farz olan Hilâfetin ikâmesinin farziyetini yerine getirmemenin vebali ayrıdır. 0 farz yerine getirilmediği müddetçe günah, vebal düşmez ... )

Bazı davetçiler soruyorlar : Fertlerden bir ferd ya da cemaatlardan bir cemaat (guruplardan bir gurub ) İslâmın bir yönüne davette bulunup da Halifenin kurulması için davette bulunmazsa, onlardan o günah düşmez mi?.. Meselâ; imana davet edenler var, ibadetlere davet edenler var, ahlâka davet edenler var, zayıf ve sahih hadisleri belirlemek için hadis araştırmaları yapanlar var.... işte böylesi kişiler İslâma davet doğrultusunda vazifelerini yapmış (üzerlerindeki farzı yerine getirmiş) olmazlar mı? Hatta özellikle vakitlerinin tamamı o yapmakta oldukları davetin işiyle dolu olsa da?...

Cevap şudur ; Muhakkak ki, iman için (akide) için çalışan kişinin bu çalışması onu Hilâfetin kurulması içir çalışmaktan geri koymaz, men etmez.... "Ben akide için çalışıyorum." diyen fakat akideye hizmetle meşgul olduğu gerekçesi ile namazı vaktinde eda etmeyen bir kişiyi görürsen, onun bu durumu onu Allah’ın yanındaki sorumluluğundan uzaklaştırır mı?... Elbette ki hayır.. Aynı şekilde akide ile meşgul olmak, Hilâfetin kurulması için çalışma farziyetini eda etmekten (gücü yettiği halde) men ettiği, engellediği terk ettiği zaman kişiyi sorumluluktan kurtaramam,,.. Üstelik akideye hizmet etmek için çalışmakla, Hilâfetin kurulmasına hizmet etmek için çalışmanın arası kesinlikle ayrılmaz.... Bilâkis, Hilâfetin kurulması için çalışmak akideye hizmetin gereklerindendir... Akideye hizmetin kişiyi sorumluluktan kurtaracağını • iddia eden ya da öyle zannedenler hakkında söylenenler. ... Hadis ilmine hizmet eden ya da ibadetlere, ahlâka ve diğerlerine davete hizmet edenler hakkında da söylenilir....

"Hangi sınıra kadar, kurban vermesi, tahammül etmesi, sabr etmesi müslümanların üzerine farzdır" meselesine gelince  Bu mesele; müctehidlerin hakkında ihtilaf ettiği bir meseledir. Fakat onlar, bizim minimum olarak itibar edebileceğimiz bir kuvvet, miktar üzerinde ittifak ediyorlar. İhtilaf yoktur ki, İslâma ve İslâm hükümlerini tatbik edecek devletin kurulması için davette bulunması, müslümanlar üzerine vaciptir...(sınır üzerinde ihtilâf etmelerine rağmen) müslümanın gayretini, malını ve vaktini bu davet uğruna harcamasının kendisi üzerine vacip olduğu konusunda ihtilâf yoktur.. Bu uğurda karşılaştığı eziyet karşısında sabretmesi ve tahammül etmesinin müslüman üzerine vacip olduğu konusunda da ihtilâf yoktur. . Nitekim Allahu Teâlâ buyuruyor ki ı

"Allah hiç kimseye güc yetiremiyeceğinden başkasını yüklemez..." (Bakara  286)

Yani kişinin gücünün .yettiğini yükler-... Kim ondan geri kalırsa, onun gereğini yapmazsa, yani Hilâfetin kurulması için çalışmazsa, o kişi, o şeye gücü olduğu halde el çekip vaz geçen olur...

Fakat "hangi hadde kadar azami gayretini ortaya koyması ve sabr etmesi, o kişi için mendub (güzel övgüye değer bir iş) olur" meselesine gelince  Muhakkak ki o konuda had, sınır yoktur. Onun için canını ve malını kurban etmesi en güzel olanıdır. Nitekim Resulullah(S.A.V) buyurmuşlar ki 

"Şehidlerin efendisi Hamza'dır. Ve zalim bir idarecinin karşısında iyiliği emr,- kötülüğü nehy ettiği için öldürülen kişidir."

Ey müslümanlar!

"Rabbinizden olan mağfirete ve eni göklerle yer kadar olan cennete (kavuşmak için) yarışın; o muttakiler için hazırlanmıştır."
(Ali İmran ı 133)

(Not : Bu makale, Lübnan'da aylık olarak yayınlanan (jlı )

El-Wai isimli bir İslâmî fikir Ve kültür dergisinden alınmıştır.)







*********************************************

1 yorum:

  1. Bu son durumda yani müslümanlar için. bir halifenin olmadığı durumda; halifenin kurulması için çalışmak katî olarak vacibdir... zannî değildir.'.. Bu vacibi terk eden kimse isyankar olur.. Bu vacibi terk eden ve bu terk edişini de açıkça söylerse o kişi fâsık olur... Bu vacibi inkâr eden kimse de kâfir olur-. Zira İslâm Devleti'nin varlığı şerî hükümlerin büyük kesiminin tatbik edilmesi demektir.İslâm
    Devletinin yokluğu ise, şerî hükümlerin büyük bir kısmının terk edilmesi, ihmal edilmesi demektir ki bu da kesinlikle haramdır...

    Bu farz, yani İslâmî Hilâfetin ikamesi (kurulması) farzı, farzı kifayedir. (yani yeterlilik üzerine farzdır)... Çalışanların yeterliliği hasıl olmadığı müddetçe onun kurulmasının farziyeti de devam eder. Böylece farzı kifaye, bütün müslümanlar için farzı ayın mertebesinde olur... Yani farzı ayın gibi her müslümanı-'bağlayıcı olur. . Muktedir oldukça bu farzı yerine getirmeye çalışandan günah düşer ve onun için sevap vardır. Bundan geri kalan, o farzı yerine getirmeye çalışmayan kişi ise Allah yanında günâhkardır. 0 her ne kadar oruç tutsa, namaz kılsa, zekât verse de bu vebalden kurtulamaz.. (Çünkü, meselâ namaz kılmamanın ve bali ayrı, onun gibi bir farz olan Hilâfetin ikâmesinin farziyetini yerine getirmemenin vebali ayrıdır. 0 farz yerine getirilmediği müddetçe günah, vebal düşmez ... )

    YanıtlaSil