6 Mayıs 2016 Cuma

SİHİR VE BÜYÜ - 1*DEN**7

SİHİR VE BÜYÜ - 1
M. Bahaddin Yüksel

Bilinmesi gereken bir mesele de sihir ve büyüdür. Maalesef bazı insanlar ilmin pek yaygın olmadığı dönemlerde, yaptıkları sihirlerle insanları kandırmışlar ve bunları insanlara keramet olarak yutturmuşlardır. Onlar, iplerin içine cıva doldurup altından ısıtmalı veya ısınmış zeminlere atmışlar (cıva sıcakla temas ettiği zaman hareket etmeye başlar) ve cıvanın ısınmasıyla hareket ettirdiği ipleri göstererek insanları sihirleşişlerdir. Durumun farkında olmayan insanlar bunu, o kişilerin kerameti olarak değerlendirmişlerdir.(50)

Bu ve buna benzer bir takım acaib şeylerle insanların gözlerini boyamış ve keramettir diye yalan söylemişlerdir. Oysa bunlar sihirdir ve hakikatı yoktur. İşte insanlar da bu gibi bazı sihirlere aldanıp bunları keramet olarak değerlendirmişler ve fıtrî (tabii) kanunlara zıt olarak vukua gelen mucizeler cümlesine ilhak etmişlerdir. Oysa hakikat hiç de öyle değildir. Bu yüzden bizim burada sihir ve büyüyü izah etmemiz gerekti.
El-Ezheri’ye göre sihir, lügatte; bir şeyi hakikatından başka göstermeye denir. Öyle ki, sanki sihirbaz batılı hakmış gibi gösterir veya bir şeyi hakikatının dışında başka bir şekilde, hakiki yüzünü gizleyerek değişik gösterir.(51) Cevheri de sihirin, aldatmak manasında olduğunu söylemiştir.(52) Kurtubi de aynı şekilde sihiri; hile ile bir şeyi hakikatından başka bir şekilde göstermek şeklinde tarif eder ve sözlerin ele alınarak kişiye sözlerini ve bir takım eşyaları başka başka şekillerde göstermesi olarak tarif eder. Örneğin; uzaktan serabı, su imiş gibi gösterir.(53) Alusi ise sihirden muradın, harikulade bir şeymiş gibi bir şey yapmaktır der. Nitekim Peygamber Efendimiz bir hadisinde; “Belagatta sihir vardır.”(54) buyurmuşlardır. Çünkü hatip, sözleriyle insanları, kendi düşündüğü gibi düşünmeye sevk etmiş, meselelerin kendi anladığı gibi anlamasını sağlamıştır.
Sihirde asıl olan şey, onun bir şeyi hakikatından dışında sanki başka bir şeymiş gibi göstermesidir. Yani toprağı insanlara altınmış gibi gösterebilir ama, hakikatta o toprak altın değil, fakat sihirbaz insanlara onu öyle gösterir. İşte bu sihirdir. Büyü ise bundan farklıdır. İnşaallah onu da ileri açıklayacağız...
Maalesef tasavvuf ehli bu gibi sihire başvurmuş ve insanlara bir takım sihirlerle keramet gösterisinde bulunarak onları aldatmışlardır. Oysa yaptıkları gerçekte vaki olmayıp, her şey hadisenin insanlara öyle gösterilmesinden ibarettir. Nitekim İslâm alimleri de onların yaptığı bazı acaib şeylerin sihir olduğunu belirtmiş ve hakikatta mümkün olmadığı halde bir kimsenin sihirle su üstünde yürüyebiliyor ve havada, boşlukta duruyormuş gibi görülebileceğini ifade etmişlerdir. Fakat bunlara hiç bir şekilde itibar edilmemesi gerektiğini söylemişler ve kitaplarında yazmışlardır.(55) İbni Kuteybe, meşhur kitabında “Te’vili Muhtelifil Hadis” adlı kitabında “Sihirbaz, bir söz söyler ve yerle gök arasında uçar ve su üzerinde yürür.” ibarelerini kaydettikten sonra Halife Ömer b. Abdulaziz’e yazılan bir mektupta Umman valisinin yazdığı şu yazıyı nakleder: “Bize bir sihirbaz kadın getirildi. Biz onu suya attık fakat suya batmadı.” (İbni Kuteybe, Hadis Müdafaası, sf.293) Kurtibi ise şöyle der: “Tüm Müslümanlar görüş birliği göstermiştir ki, sihirbazların yaptıkları Peygamberlere has mucize nevinden olan gökten kurbağa ve çekirgenin indirilmesi, eldeki bastonun aniden yılan yapılması, ölülerin diriltilmesi, dilsiz insanlar ile bir aylık çocukların konuşturulması gibi harikulade haller yalnız Peygamberlere mahsustur. Sihirbazlar, bu tür harikaları yapmak isteseler bile Allah (c.c) onların vasıtasıyla bunları yaratmaz."(56)

Allah’u Tealâ, Nebîlerinin dışında hiç bir kimseye mucize türünden bir şeyler vermemiştir. Bu sözümüze mucize ile keramet ayrılığından bahisle itiraz etme ihtimaline biz deriz ki; mucize keramet ayrımı diye vakıada bir şey yoktur. Sözde olan bu farklılık, vakıada değil dilde (sözde)dir. Zira her ikisinin de ifade ettiği mana aynıdır. İkisi de tabiattaki fıtrî (kevni) olarak cereyan etmekte olan kanunlara ters olup bu fıtrî kanunlarla izahı mümkün olmayan fevkal beşer (beşer üstü) meydana gelen hadiselerdir. Aynı olan bu gerçeği iki isim vermekle mesele çözülmüş olmayacak ve hakikattan kaçılmış olunmayacaktır. Taftazani, şerhettiği Akaidi Ömer Nesefi’de mucize ve kerametin her ikisinin de (yukarıda izahını yaptığımız gibi) adeta (tabiatta cereyan etmekte olan fıtrî kanunlara) mugayir olan hadiselerdir, diye tarif eder. Yani ortada farklı olan bir şey yok, aksine aynı manayı ifade eden iki farklı “kelime” vardır. Keramet, insanlara olayları farklı göstermek için giydirilmiş masum kılığıdır.
Ama maalesef sihir türünden şeylerle velilik taslayan bazı insanlar, Yunan ve Hint felsefesinden aldıkları bu kültürü ispatlamak için, sihir yaparak mucize türü şeyler göstermek istemişler ve bunda da çok başarılı olup insanların kendilerine inanmalarını sağlamış, insanların üzerinde dünya saltanatlarını kurmuşlardır.
Korlaşmış demiri diline vuran birine veli, yaptığını da keramet diyen kişiler, aynısını ve hatta daha dehşetini yapan gayri müslimlerinkine de “istidraç” demişlerdir. (Böylece fıtrî kanunları Peygamberler, Müslümanlar, gayri müslimler yanı herkesin yaptığı ve yapabileceği bir inanışa ulaşılmış olundu.) Oysa her iki olayın ne keramet, ne de istidraçla ilgisi vardır. Bunlar tamamen insanın yaratılışında, fıtratına Allah’u Tealâ’nın vermiş olduğu tabii kuvvetlerdir. İnsan kendisinde mevcut olan bu kabiliyet ve istidatları kullandığı zaman, korlanmış demiri diline vurur, cam yiyebilir, kırılmış cam veya bıçak üzerinde yürüyebilir, çivi üzerine yatıp üstünde beton kırdırabilir, ateşe elleyebilir, bakışlarıyla insanı hipnotize veya derinden etkileyebilir, vb. Gözüyle demir eğmek keramet değil, kâfirin veya Müslüman’ın yapabildiği bir kabiliyettir. Bu gibi ilginç ama insanın tabii yaratılışında potansiyel olarak mevcut olan kabiliyetleri bugün daha çok gayri müslimler yapıyorlar. Bu durum sözde şeyhlerin, gayri müslimlerin rahlelelerine oturup, bir dizi tedris eden öğrenci şeyhleri görüyor olmak, sözümüzün doğruluğunu göstermektedir.
Sihirle alâkalı olarak Peygamber Efendimiz şöyle buyuruyor: “Siz helâk edici yedi günahtan sıkınınız: .... sihirdir.” (Riyazüs Salihin, c.3, Hadis no, 1645)
“Ancak sihiri yapabilmek için bir takım marifetlere, bilgilere sahip olmak gerekir. İşte bu noktada bilgi ve marifet söz konusu olunca sihirin de kendisine has usul ve metodları bulunan bir ilim dalı olduğu neticesine varılır ki, her çeşit ilimde olduğu gibi bunda da ona vakıf olmuş, usul ve metodlarını kavramış mütehassıslar vardır. Ve bunlara “sihirbaz” denilir.” (Kemaleddin Erdil, Yaşayan Hurafeler, sf.43)
Sihirbazlar, kendi oluşturdukları ortamlarda insanları sihirlerler. Çoğu kerametler de kendinden menkuldür. Bu yalanları söylemekten de çekinmezler. Zira onlar için bu haram değil meşrudur. Onlar bununla da yetinmeyip Hz. Peygamber’e de yalan hadis uydurup dinin mahiyetinde Allah’a ortak koşmuşlardır.
Tasavvuf ehli kimseler, insanların kendilerini dinlemeleri için yalan uydurmaktan geri kalmamış, dini uydurdukları yalan haber hadislerle ve dine yamamak için batıl dinlerden yaptıkları kültürlerle oluşturdukları tasavvuf itikadıyla İslâm’ı bulandırmışlardır. Bunların yalanlarını ayıklayıp dinin aynı safiyette kalması için gayret sarf eden İslâm alimleri, onların zındık olduğunu, yalan haber uydurup insanlara anlattıklarını beyan etmişlerdir.(57)

Tasavvuf ehli insanlar aşağı yukarı her meselede İslâm alimlerine muhalefet etmişlerdir. Anlattığımız bu meselelerde de muhalefet etmişlerdir. Bu sebeple bazı kitaplar “Bazı kimseler veli için uçma ve su üzerinde yürümeyi tecviz etmişledir” şeklinde yazmaktadır. Burada şunu unutmamak lazım: Görüşler nakledilirken bu tasavvuf ehli insanların görüşüdür veya değildir diye bir ayırım yapılmadığı için, bazılarına meseleler karışık gelmiştir. Oysa yukarıdaki halleri tecviz edenler zaten bu halleri iddia eden tasavvuf ehli kimselerdir. Bu kimseler ehli sünnet alemlerinin içerisine dahil edildiği için, belirttikleri görüşler de ayırt edilmemiştir. Yani bir yerde ehli sünnet burada ihtilaf etmiştir denildiğinde burada ihtilaf eden tasavvuf ehli insanların görüşleri onların adlarıyla etiketlenmemiştir. Oysa tevhitten başlayan bir ihtilaf vardır. Bu sözümüz mübalağa değildir. Dolayısıyla tevhitten başlayan bir ihtilafın olduğu yerde bir ismin çatışı altında toplanmak mümkün görünmemektedir. Bunu şunun için izah ettik: Fıtrî kanunlara ters olan harikulade halleri İslâm alimleri sadece Peygamberlere has kılarken, tasavvuf bunu diğer insanlara da teşmil etmektedir. Mutasavvıflar da ehli sünnet ismi altında cem edildiği için “İslâm alimleri bu hususta ihtilaf etmiştir” denmektedir. Oysa bu yanlış olup bir çok kişinin de hakikat karşısında tereddüt etmesine neden oluyor. İnanışlarında bile İslâm’a muhalefet eden bu kişilerin görüşünü ise İslâm alimlerine yamamak büyük bir iftiradır. Bu dini teslim alacak yeni neslin batıla sapmasına neden olur.
Meselâ kendisinden hiç böyle haller ve sözler nakledilmeyen İmam Ebu Hanife’nin kitabı “Fıkhul Ekber”e “keramet haktır” şeklinde bir ilaveyle iftira edilmiştir. Bütün müçtehitler hakiki veli olmasına rağmen, onlardan böyle sözler veya haller nakledilmemiştir. Oysa namaz için camiye bile gelmeyen bazı insanlara bunun sebebi sorulduğunda, kendisinin her vakit için bir anlık zaman diliminde Kâbe’ye gidip geldiğini iddia ederler. Oysa Allah Rasul’ü Mekke’den çıkarılınca gözleri yaşla dolu halde Mekke’ye dönüp bakmış ve “Çıkartmasalardı senden ayrılmazdım” demiş ama, ne kendisine ne de hasretlerinden türkü yakıp özlemin yüreklerini yaktığı sahabe bir anlık zaman diliminde git gel yapmamışlardır. Allah ve Rasul’ün övgüsüne mazhar olmuş sahabe bile böyle bir şey yapmazken, şu modern devrin taşımacılık şirketlerine taş çıkartacak şeyhlere ne demeli acaba???...


Dip Notlar :

(50) - Revaiul Beyan Tefsiru ayetil Ahkam Minel Kur’an, Muhammed
Ali es-Sabuni, c.1, sf.71

(51) - age, c.1, sf.62

(52) - age, c.1, sf.62

(53) - age, c.1, sf.62

(54) - age, c.1, sf.63

(55) - age, c.1, sf.75-77
(56) - age, c.1, sf.76, Eğer Allah (c.c), Peygamberlerine verdiği mucizelerin benzerlerinden diğer insanlara da verseydi, bu mucizenin her kısmından vermesi tabii olacaktı. Mucize olan gaybtan haber vermeyi de insanoğlunun yapması gerekirdi. Yani evliya denilen kimselerin, gaybı da bilmesi, ara sıra gaybtan haber vermesi gerekirdi. Oysa Allah (c.c) mucizeleri nasıl Peygamberlerine has kıldıysa, yine mucize olan gayb bilgisini de Peygamberlerine has kılmıştır. Bkz. Ali İmran: 179, Cin: 26-27
(57) - Kurtubi, el-Cami Li Ahkamıl Kur’an, c.1, sf.78, Hadis Tarihi, Talat Koçyiğit, sf.165, Hadis Tarihi, Ekrem Ziya Umeri, sf.63-65, Menhecut Tahdis Fi Ulumul Hadis, Receb İbrahim Sakar, sf.188-189
(Devamı gelecek sayıda)... 


SİHİR VE BÜYÜ -2 
Bahaddin Yüksel

Büyüye gelince, büyü sihirden farklı bir şeydir. Sihrin hakikati yoktur, ama büyünün hakikati vardır. Karı koca arasını açmak,arkadaşlar arasında düşmanlık meydana getirmek veya tam zıttı kişiler arasında muhabbet meydana getirmek ve buna benzer halleri meydana getirmek için yapılan büyünün hakikati vardır. Büyünün tesiri vardır ve haktır, yani hakikatte mevcuttur. Nesei’nin rivayet ettiği bir hadiste, Lebid b. Asam yaptığı bir büyüyle Hz. Peygamber (as)’ı büyülemiştir. Bunların tesiri vardır ve hakikattir. Bundan dolayı Kuran, büyüden korunmayı öğretti.
yapan üfürükçülerin şerrinden sabahın Rabbına sığınırım.”(58)
Özetleyecek olursak, sihir bir şeyin olduğundan farklı gösterilmesi olup hakikati yoktur. Bir sihirbaz, toprağı altın gösterebilir, ama hakikat ta toprak yine topraktır. Yani toprağın hakikati değişmiyor. Sadece sihrin etkisinde kalan kişi toprağı altın şeklinde görmektedir. Ama büyünün hakikati vardır. hakikati olduğu içinde tesir eder. Yapılan büyü ile kişilerin arası açılır veya muhabbet meydana getirilebilir.
Ne var ki sihir ve büyüyü ayırt etmede hataya düşülmüş ve ikisi birbirine karıştırılmıştır. Oysa Kuran, bu ikisini ayrı ayrı şeyler olarak beyan etmiştir. Konuyla ilgili ayet şöyle:
“Allah tarafından kendilerine, yanlarında bulunanı tasdik edici bir elçi gelince Ehli kitaptan bir gurup, sanki Allah’ın kitabını bilmiyormuş gibi sırtlarının arkasına atarcasına terk ettiler. Süleyman’ın hükümranlığı hakkında onlar, şeytanın söylediklerine tabi oldular. Halbuki Süleyman kafir olmadı, lakin şeytanlar kafir oldular. Çünkü insanlara sihri ve Babil’de Harut ile Marut’a indirileni öğretiyorlardı.”(59)
Burada iki şeyden bahsediliyor: Biri sihir, diğeri de Harut ile Marut’a indirilen şey. Bu ikisi arasında da atıf vavı (Y) bulunmaktadır. Arapça gramerinde bilinen bir gerçektir ki atıf vavı mugayyerâtı gerektirir.(60) Yani atıf, atfedilenle matufun aleyhine ayrı ayrı şeyler olduğunu gösterir. O halde sihir ile Harut ve Marut’a inen şeyler farklı farklı şeylerdir. Ayetin devamında Harut ile Marut’a inen bu şeyi insanların hangi hususta kullandıklarını ayet şöyle belirtiyor:
“Halbuki o iki melek herkese “Biz imtihan için gönderildik, sakın yanlış inanıp da kafir olmayasınız” dedikten sonra ancak (büyü ilmini) öğretiyorlardı. Onlar, o iki melekten karı ile koca arasını açan şeyleri öğreniyorlardı. (Büyücüler), Allah’ın izni olmadan hiç bir hususta zarar veremezler. Onlar (büyücüler) kendilerine fayda vereni değil de zarar vereni öğrenirler.” (61)
Görüldüğü gibi, büyü ile insanların arasını açmayı öğreniyorlardı. Büyünün tesiri vardır, bu ayetle sabittir. İşte bir çok kimseler, bu büyüyü , sihirle karıştırmış ve sihrin de bir hakikati olduğu vehmine kapılmışlardır. Oysa sihrin bir tesiri yoktur. O sadece, bir şeyi mahiyeti dışında göstermek için insanların gözlerini boyamaktır. Kuran da sihri bu şekilde beyan etmiş, bunun bir hakikati olmayıp gözleri boyamak şeklinde hakikati tespit etmektedir.
“Siz atın, dedi Onlar atınca insanların gözlerini boyayıp sihirlediler, onları korkuttular ve büyük bir sihir getirdiler.” (62)
Firavunun Sihirbazları Hz. Musa ile cedelleşirken ortaya ip ve odun parçaları atmıştılar. Fakat halkın gözlerini sihirledikleri için, bu attıkları şeyler, onlara yılan gibi gözüktü. Aynı hakikate işaret eden bir başka ayet ise şöyledir:
“Hayır, siz atın, dedi. Bir de baktı ki, sihirleri sayesinde ipleri ve sopaları gerçekten de koşuyor gibi görünüyor.“(63)
Her iki ayette de görüldüğü gibi sihir, öyle olmadığı halde bir şeyi mahiyetinden başka göstermektir.
Bundan dolayı da hakikati yoktur.
İşte burada, Hz. Musa ile Firavunun sihirbazları mücadele etmekte, sihirbazlar sihirleriyle insanların gözlerini boyuyorlardı. Tıpkı şimdiki ve önceki veli adı altında, sözde kerametlerle insanların gözlerini bazı kimselerin boyadıkları gibi. Oysa onların yaptıkları bu gibi şeyler, insanların gözlerini boyayan sihirden başka bir şey değildir. Nitekim Cassas, tefsirinde bu, sözde veli kimselerin mucize benzeri fevkalade şeylerin bir sihir ve aldatmaca, bir göz boyama olduğunu Peygamberden başka hiç bir kimse için caiz olmayan bu gibi şeylerin, bir takım insanların elinde görülse dahi, hakikati olmayan sihir olmasından dolayı inanılmaması gerektiğini belirtmektedir.(64)
Allahu Teala’nın kadrini gereği gibi takdir edemeyenler, elbette ki Peygamberinin kadrini gereği gibi takdir edemeyeceklerdir. Ve O Nebilerdeki gibi, kendileri de bir takım beşer üstü halleri iddia ile onların hakikatını perdeleyecekler ve kim bilir, belki de bilerek hakkı batılla karıştıracaklardır. İşte Firavun ve yardımcıları olan sihirbazlar.... Mucizeler gösterip insanları Allah’u zül celale imana davet eden Hz. Musa’nın yaptıklarının bir hakikat ifade etmediğini göstermek için, firavun ve avaneleri, onun bu yaptığına misilleme (nazire) getiriyorlar ve bunun içinde randevu alıp buluşuyorlar. Bir tarafta Hz. Musa’nın temsil ettiği Hak, diğer tarafta batılı temsil eden Firavun ve aveneleri. İşte insanların her zaman ve zeminde mensup oldukları iki gurup. Batılın müdafacıları her zaman davalarını batıl ile ispat etmeye çalışmışlardır. Hakkın yolcuları ise, Rablerinin tevfik ve inayetiyle, hakkı batılın kafasına vurup beynini parçalamışlardır.
İşte yine hak ve batıl karşı karşıya. Sihirbazlar Firavun’un izzeti adına, deyip ellerindeki ip ve sopaları yere atıyorlar ve Peygamber mucizelerini gölgelemek istiyorlar. Tıpkı bazı kimselerin, son Nebinin mucizelerine nazire getirerek yaptıkları gibi. Sonra Allah (cc) ‘ın emriyle Hz. Musa asasını yere atıyor ve bu asa diğer bütün hakikatı ifade etmeyen hilecilerin hilelerini yiyor. Allah’ın izniyle Hak, batılın beynini parçalıyor. (65) Çünkü Allah subhanehu, insanların beyinlerinin berrak olmasını, Nebilerinin eliyle gösterdiği mucizelere karşı, bunun ilahi olduğunu anlayıp iman etmeleri için kafalarının berrak olmasını istiyor. Onu bulandıracak her hileyi ve sihri ortadan kaldırmak istiyor. Rabbimiz zülcelal bundan razı olmamaktadır.
Bakara süresindeki 102. Ayete bakınız. Sözümüzü tasdik eden bu ayette, Muhammed Ali essabunı, şöyle söylemektedir: Yahudiler sihir ve göz boyamacılığa uydukları gibi Babil memleketindeki iki salih kişi veya meleğe de tabi olmuşlardı. (Yani sihrin yanı sıra büyüyü de kullanıyorlardı.) Allahu Teala bu iki kişiyi, insanları deneme maksadıyla, büyü öğretmeleri için yeryüzüne göndermişti. Bunu büyücülük yapmak için değil, ancak onu ortadan kaldırmak için gösteriyorlardı. Böylece insanlar mucize ile sihrin (ve büyünün) farklı şeyler olduğunu anlamış olup, (sihirbazların, peygamber mucizelerine getirdikleri nazireler karşısında tereddüde düşmeden Rablerinin risaletini kabul etsinler ve bu ortamda onların düşüncelerini karıştırabilecek sihir ve büyü gibi şeyleri, hakiki olan mucizelerden ayırt edebilsinler.)
Allah kullarını istediği şekilde imtihan eder. Nitekim Talutun kavmini, nehir ile imtihan etmişti. O zamanda (Hz. Musanın zamanı) sihir fazlaca kullanılıyordu. Sihirbazların gösterdiği bu acaib hallerden dolayı insanlar Peygamberlerin mucizelerinde şüpheye düştüler. Bu sebepten dolayı da Allah zülcelal, bu kişilerin yaptığı sihir (ve büyülerin) izale edilmesi için iki melek gönderdi.(66)
Onlara, mucizeyi perdeleyecek herhangi bir hak tanımayan Allahu Teala, şimdi, şu sözde şeyhlere mi mucize nevi haller veriyor?!!
Bütün bunlar hak ve hakikatten nasibi olamayan, yalan söylemekten geri kalmayan tasavvuf ehli insanların safsatalarıdır. Onların şatafatları (saçmalamaları, hezeyanları) meşhurdur. Bunu onlar da inkar etmiyor ve edemezler.


Dip Notlar :
(58)- Felak,4
(59)- Bakara,101,102
(60)- Hucciyyetu Sünne, AbdulGani
AbdulHalık,s.297
(61)- Bakara,102
(62)- Araf ,116
(63)- Taha,66
(64)- Tefsiri Ahkam-ul Kuran,
Cassas,c1,s.48
(65)- Enbiya 18
(66)- Tefsiri Ayatil Ahkam,c1,s.65

(Devamı gelecek sayıda)...


SİHİR VE BÜYÜ - 3
Böylece, Peygamber ve veli, aynı harikulade şeyi yapsalar, bu Peygamber için mucize, veli için ise keramet olur diyenlerin sözünün ne kadar da saçma olduğu anlaşılır.(67) Ölen kişinin ameli, artık bitmiştir(68) diyen Peygamber (as) acaba yanılmış mıydı da Allah (cc) onun ardından mucizeler gönderiyor? Bunu şunun için söylüyoruz: Peygamberden öte fıtri kanunlara ters bir hadiseyi yapmanın mümkün olmadığını bilen bunun farkında olan bazı tasavvuf ehli insanlar, yalanlarına meşru bir zemin bulmak için, “Bizim bu yaptıklarımız bize ait değil, tabi olduğumuz Peygamberin devan eden mucizesidir. Bize ait tarafı ise, onun gibi bir Peygambere tabi olmanın verdiği şerefin keramet olarak elimizdeki tezahürüdür” derler. Resulullah’ın boynuna sarılıp onunla beraber çile ve sevinç anlarını birlikte yaşayan güzide ashabı değil de gecikmeli olarak daha sonraki asırların, islami bir Hıristiyan tipi ruhbanlığa çeviren şu modern evliyaların elinde tezahür edişinin nedenini de açıklama zahmetinde bulunurlar mı, bilemeyiz ama bir Yunan-Hint kültürünün, islam'a uyarlanmasındaki başarısızlık, bilmem izahı gerektiriyor mu? Nebilik bitmiş ve onunla birlikte tabii kanunlara ters olan haller de bitmiştir.
Rivayete göre Hz. Ömer, minberde iken savaşan ordunun kumandanına “Ya Sariye, cebel cebel“ diye seslenmiş ve mimberden uzak mesafedeki, düşmanı görmüştür. Evet, rivayet böyle. Gariptir ki bunun Sariye için mi, yoksa Hz. Ömer için mi keramet olduğunda bir karara varamamıştır ehli Tasavvuf.(69)
Anlatmış olduğumuz İslam'ın prensipleriyle bağdaşmayan böyle bir haberin, hakikat ifade etmediğini İslam hakikatını anlayanlar anlayacaklardır. Hz. Peygamberin sahabesi, savaşta öldürülürken, sırtının arkasında mızrağını hedefleyip kendisini vurmaya çalışan Vahşi’den haberi olmayan Hz. Hamza, dini öğretsinler diye Rasulden istenen fakat, yolda şehit edileceklerini bilmeyen sahabe ve Allah’ın Rasulu, dişini kırıp dudağını yaralayacak olan kafirden habersiz olan Allah'ın Rasulü, savaşta devesi kaybolup fitnecilerin “Haydi söylesene nerede olduğunu, eğer Peygambersen” dedikleri halde, nerede olduğunu göremeyen Allah'ın Rasulu, öldürülen Peygamberler, öldürülürken durdurmayan Allah (cc), ve nihayet, sırtına saplanacak hançeri görmeyen Hz. Ömer, mesafeler ötesini mi gördü? Nebiler katledilirken bir engel koymayan Allah (cc), bazı sahabe ve tabiinin ölmesini engellemek mi istedi? Oysa Allah'ın Müslümanlara yardımı, uzaktan, sahabeye film seyrettirir gibi görüş yaptırmak değil, melekleri onlara yardıma koşturması süretiyle olur.
Zaten kaynaklarda bu rivayeti sağlam bulmamış, zayıf olduğunu bildirmiştir.(70) Zayıf bir rivayet için İslam'ın temel inançlarını nefsinde hiç bir kimsenin değiştirmeyeceğine inanıyoruz.
Peygamber Efendimiz de böyle bir şeyi onaylamıyor ve şöyle buyuruyor: “Şahidin gördüğünü gaib olan göremez.(Diğer bir ifadeyle, olay yerinde bulunanın gördüğünü, orada bulunmayan kimse göremez.)”(71)
Uzaklara sesini duyurmak Hz. Peygamber Efendimize mahsustur. Çünkü bu da beşer üstü bir hadise olup Peygamberlerden başkasının yapabileceği bir şey değildir. Nitekim Peygamber Efendimiz bunu sadece kendisinin yapabileceğini de belirtmiştir. Berâ’nın rivayet ettiği bir hadis şöyledir: “Bir keresinde Allah Rasulü (sas) bize hitap etmekteydi. Öyle ki yuvalarındaki kuş yavruları dahi duyuncaya kadar yüksek sesle şöyle sesleniyordu: “Ey diliyle iman ettim deyip de kalbi imanın ihlasına ulaşmamış kimseler; Müslümanların gıybetini yapmayınız ve onların ayıplarını araştırmayınız. Kim ki kardeşinin kusurlarının ardına düşerse, Allah da onun kusurlarının peşine düşer ve Allah kimin kusurunun peşine düştüyse onu evinin içinde dahi rezil eder.” (Hafız Ebi Naim Ahmet b. Abdullah el - Esbehani, Delailun Nübüvve, s.378 Darul Vai, Haleb-1977)
Abdullah b. Büreyde’in babasından rivayetinde bir hadis şöyledir: “Bir gün biz Allah Rasulü (sas)’in arkasında namaz kılmıştık. Rasululah namazı bitirdikten sonra kızgın bir halde ve sesini yuvalarındaki kuş yavrularına duyuracak kadar yüksek bir sesle şöyle seslendi: Diliyle iman ettim deyi de iman henüz kalbine girmemiş olan topluluk, Müslümanlara sövmeyiniz, onların kusurlarını araştırmayınız.”
Şunu bilin ki kim kardeşinin kusurunu araştırırsa, Allah, onun ayıbını gizleyen örtüsünü yırtar ve onun kusurlarını ifşa eder. O evinin bir köşesinde veya evinin örtüsüne gizlenirse dahi bundan kurtulamaz. (Delailun Nübüvve,s.378)
Hz. Aişe annemizin rivayet ettiği bir hadiste Rasulullah (sas) Cuma günü minberde iken oturun diye insanlara seslenmişti. Abdullah İbn Revaha Beni Ganemde bu sözü duydu ve oturdu. Bunun üzerine Allah Rasulune şöyle denildi: Allah'ın Rasulu, sen insanlara “ oturun” demiştin de, işte şu İbn Revaha seni duydu da olduğu yere oturuverdi. (Delailün Nübüvve,s.378)
Hz. Peygamberin ashabından olan Abdurrahman b. Muaz, şöyle bir hadis nakleder: Rasulullah (sas) Minada bize hitapta bulunmuştu. Öyle bir konuşmuştu ki adeta kulaklarımız açılmıştı ve biz onun sesini evlerimizde duyuyorduk. Rasulullah böyle bir ses tonuyla insanlara Hac farizasını öğretiyordu ki bir ara şöyle demişti: Haydin taşlarınızı atın! (Delailün Nübüvve,s379)
Şu hadiste delalet ediyor ki sahabe, olağan tarzda bir görüş (Hz. Ömerin gördüğü söylentisi gibi) veya olağan üstü bir duyuş (Sariyenin duyduğu gibi) göremez ve duyamazlar. Mealini vereceğimiz bu hadisin söyleyeni bize Allah'tan dinimizi getiren tek kişi olup kendisinden sonra dini bulandırmak isteyenlerin sözlerinin yalanını ortaya çıkarmaktadır. Hadis şöyle: “Ebu Zerrin (ra) rivayet ettiği bir hadiste Allah Rasulu (sas ) şöyle buyurmaktadır: ”SİZİN GÖRMEDİĞİNİZİ GÖRÜR VE SİZİN DUYMADIĞINIZI DUYARIM.” (Delailün Nübüvve,s.379)
Evet, bu sözün sahibi Hz. Muhammed (sas)’ dir. Hz. Peygamber ashabına karşı üstünlüğünden bahsetmektedir. Ama Hint-Yunan kültürünün müdafii insanların o kültürdeki inancı İslam'a aktarıp islam'ı da ayakları yere basmayan bir din yapıp islam'ın ve müslümanların kan ağladığı şu zamanda sırf müridlerinin üzerinde ilahi nitelikte bir saltanat kurma çabasında olan bir takım şeyhleri(!) yüceltme sevdasında olan insanların Peygamberi , yanında yetişen bir Ömer seviyesine düşürüp şeyhine de yer bulmaya çalışması doğal olacaktır.
Keramet olarak iddia edilen diğer bir husus da, Meryem annemizin hazır yiyecekler bulmasıdır. Esasen, müsebbihlerin ötesindeki Allah'ı bulan, Rezzak olan Allah'ı fark eden ve bunu hiç unutmayan bir insanın bunu halk anlayışı bir keramet olarak değerlendirmesi mümkün değildir.
Hak Teala şöyle buyuruyor:

“Zekeriyya onun yanına, mabede her girişinde orada bir rızık bulur ve “Ey Meryem, bu sana nereden geliyor” der, o da “Bu Allah tarafındandır. Çünkü Allah dilediğine sayısız rızık verir”derdi.” (72)
Bu ayetin mücmel geçmiş olması bazı kimseleri yanıltmış ve Meryem annemizin sözünü yanlış anlayarak toplumdaki anlayışla keramet olarak yorumlanmıştır. Bu onların sebepler zincirine takılarak ayetin mücmelliği ve belagatında yanılmalarındandır. Hakikatte, bunun bizim anlattıklarımıza ters düşen hiç bir tarafı yoktur. Önemli olan islâm'ın prensipleri doğrultusunda hadiseyi anlamaktır.
Şimdi olaya dikkatlice bakalım: Ayetlerden anlaşıldığına göre İmra'nın karısı Hanne, Allah(cc)’a adakta bulunur ve Meryem annemizi doğurur. Adağı hüsnü kabul buyuran Allah (cc) Hz. Zekeriya’yı, Meryem annemizin yetişmesinde memur etmiştir.(73)
Ergenlik çağına kadar Meryem annemizin bakımını Zekeriyya (as) yakınlarının yardımıyla sağlıyordu. Kaynaklar bize bu hususta şöyle bilgi vermektedir. Salebi Arais adlı kitabında İbn Esir de El, Kamil de şöyle söylemektedirler: Zekeriya (as), Hz. Meryem in bakımını üzerine aldı ve onu Yahya (as)’ın annesi olan teyzesine teslim etti.(74) Yine aynı kaynaklarda büyüyünceye kadar, Zekeriyya (as)’ın Hz. Meryem'e süt anne tuttuğu belirtilmektedir.(75) Dikkat edilirse Hz. Meryem bu zamana kadar yani ergenliğe erişinceye kadar yalnız başına değil insanların arasında yaşıyor. Salebi’nin Arais kitabında, bildirdiğine göre, Hz. Meryem ergenlik çağına basınca Zekeriyya (as) onun için mescitte bir oda yaptırdı.(76) Görüldüğü üzere Hz. Meryem, artık ergenlik çağına ermiş ve Allah’a ibadetle mükellef olmuştur. Hz Zekeriyya’nın yaptırdığı bu yerin mahiyeti konusunda ciddi hiç bir rivayet mevcut değildir. Bazıları merdivenle çıkılan bir oda, bazıları mescidin çok özel bir köşesi , bazıları da odaları, mescitleri mihrap diye isimlendirirlerdi. Oraya da ancak Zekeriyya (as) girerdi vs. gibi yorumlar getirmişlerdir.(78) Fakat bunlar ciddi bir rivayet olmaktan uzak dayanağı belli olmayan bazı kişilerin yorumlarıdır.
Kesin olan bir şey varsa oda Meryem annemizin mescid de kaldığıdır. O orada Zekeriyya(as)’ın bakımı altında ilim ve irfanıyla yetişiyordu.
Hanne, ”Erkek, kız gibi değildir” demekle(79) kızın mescit hizmetine ve orada ibadete, mahrem olması, zaafı, hayız dan, nifastan rahatsızlanmaktan beri bulunmaması sebebiyle erkek gibi elverişli olmadığını belirtmek istemişti.(80) Çünkü İmra'nın karısı Hanne, Hz. Meryem'i mescide hizmetçi olarak vermek istiyordu. Sonra onu alıp bir beze sararak mescide götürdü. Harun (as) ‘ın oğullarından olan o zaman, Bey tul Makdis mescidinde sayıları otuzu bulan din bilginlerinin yanına koyduğunu Salebi ve İbn Esir bizlere bildirmektedir.(81)

Dipnotlar:
67- Kestelli ,s177
68- Müslim rivayet etmiştir, Buhari(terc),c4,s.592
69- Kestelli,s.177 (haşiyenin haşiyesi)
70- Kitabus sevaik el-Muhrika ala ehlil Bidai vez Zındıka,şihabuddin Ahmet b. El -Heytemi,s.62
71- Huccetullahil Baliga, Şah Veliyyullah b. Abdurrahim ed-Dehlevi,c.1,s.272 Tahkik,Seyyid Sabık
72- Ali İmran,37
73- Ali İmran,35,36,37
74- Peygamberler Tarihi,M Asım Köksal,s.305
75- age, aynı yer
76- age, aynı yer
78-Medarikuy Tenzil ve Hakaikut Te’vil,Nesefi,c.1,s.155
79- Ali İmran,36
80- Peygamberler Tarihi, Köksal,s.304
81- age aynı yer
(Devamı gelecek sayıda)

Sayı 99...1418-SAFER...HAZİRAN 1997-...Yıl-9

SİHİR VE BÜYÜ -4 Bahaddin Yüksel
(Geçen Sayıdan Devam)
Evet Meryem annemiz mescitte de yalnız değildi. Otuz kadar bilginle beraberdi. Yani toplumdan ayrılmış tek bir hücrede hapis hayatı yaşamamaktadır. Bu İslam'ın prensiplerine de ters düşer. İslam hiç bir kimsenin toplumdan tecrid edilmesini istemez. Aksine ceza olarak insanın sürgün edilmesini ön görürken bile bir toplumdan yine başka bir topluma gönderir. Yoksa insanlıktan tecridi hiç bir suçu olmayan insana öngörmez. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: “Eğer cennetin kokusunu almak ve genişliğine nail olmak istiyorsanız insanlardan ayrı kalmayınız.”(82)
Bazı kimseler, Hz Meryem'in odasının kilitlendiğini söylemektedirler. Böyle bir ayet, hadis veya sahabe kavli yokken hangi delile dayanarak. Böyle bir iddiada bulunuyorlar, hayret bir şey doğrusu? Oysa yüce Rabbimiz Kuranda şöyle buyuruyor:“Ey Meryem , Rabbine ibadet et, secdeye kapan ve rüku edenlerle beraber sende eğil.”(83)
Hz. Zekeriyya'nın, Allahu zül celalin emrinin önüne geçip Hz. Meryem'i odaya kilitleyemeyeceği açıktır. Eğer böyle bir kilitleme vuku bulmuş olsa bile, o odanın muhakkak bir penceresi, bir menfezi de olacaktır.
Evet, biz sözü buraya kadar getirdik. Bundan sonrasını yemeğin Hz. Meryem'e nasıl geldiğini, mücmel olarak gelen bu ayeti, beyan etmeye tek yetkili olan Hz. Peygamber Efendimizden dinleyelim: “ Hafız Ebu Ya’lâ diyor: Bize Sehl ibn Zencele.... Cabir'den rivayet etti ki “ Bir keresinde Rasulullah (as) bir kaç gün yemek yemeden durdu. Sonra bu ona ağır gelmeye başladı.”
Hanımlarının evlerine uğradı. Onlardan hiç birinde de bir şey yoktu. Onlardan çıkıp kızı Fatıma’ya geldi ve “Kızcağızım, yanında yiyebileceğim bir şey var mı? Karnım aç” buyurdular. O da “Anam babam feda olsun, yok” dedi. Resulüllah (S.A.V.) Fatıma’nın yanından çıktıktan sonra, bir komşusu Fatımaya iki ekmek bir et gönderdi. Fatıma bunları aldı ve bir kaba koyarak:‘Allaha yemin ederim ki Allah Rasulünü kendime ve yanımdakilere tercih ederim” dedi. Halbuki hepsi de bir parça yemeğe muhtaçtılar. Hasan'ı ve Hüseyin'i Rasulullah (as) gönderdi. (as) geri geldi. Fatıma, anam babam fedadır, Allah bize bir şey gönderdi,ben de onu sana sakladım,” dedi. Resulüllah, “getir onu kızcağızım,” dedi. Fatıma anlatıyor: “Kabı getirdim, açtım bir de baktım ki ekmek ve etle dolu.” Hz. Fatıma kaba bakıp da içindekileri görünce adeta dili tutuldu. Ve anladı ki bu, Allah'ın bereketindendi. Allah'a hamt, Peygamberine de selat ve selam ederek Rasulullah (as) ikram etti.
Rasulullah(as) onu görünce Allah’a hamd etti ve: “Kızcağızım, bu sana nereden geldi?” Diye sordu. O da:“Ey babacığım bu Allah katındandır. Muhakkak ki Allah dilediğini hesapsız rızıklandırır.” dedi.
Rasulullah (as) tekrar Allaha hamd etti ve: “Kızcağızım,seni İsrailoğullarının efendisi olan Meryem’in bir benzeri kılan Allah’a hamdolsun. Allah Meryem’i rızıklandırıp da bundan sorulduğunda; bu Allah katındandır.” dedi.(84)
İşte, Allah Rasulü'nün, Meryem annemizin sözünü tefsir ettiği şu sözünden daha güzel bir tefsir olamaz.
Efendimizin (as) sorduğu sual ile, Fatıma annemizin verdiği cevap, Hz. Zekeriyya ile Meryem annemizin verdiği cevap aynıdır. Hz Fatıma da Hz. Meryem gibi, sebeblerin ötesindeki Allah'ı görüyor ve asıl müsebbih olan Allah zülcelalin, bu rızkı gönderdiğini ifade ediyor. Nitekim Hz. Fatıma'nın, Allah'tır, dediği bu yemeği ona komşularının getirmesiyle, Hz. Meryem'in de Allah'tandır, dediği yemeğin arasındaki benzerliği yapan Allah'ın Rasülü'nün bizzat kendisidir. “Meryemin bir benzeri kılan Allah'a hamd olsun” (85) sözünden anlaşılıyor ki Hz. Peygamber, meryemin durumu, kızı Fatıma ile aynıdır. Bilmem, Allah Rasülü'nün bu ifadelerinden sonra, bildiğini okuyan bir müslüman olabilir mi?
İşte mescitte 30 kadar bulunan bilginler, kendileriyle beraber Allah huzurunda secdeye kapanıp rüku eden Meryem’e, yemeği verenlerin ta kendileridir. Nitekim mescit, insanların ibadet için geldikleri, kapısı herkese açık olan bir yerdir. Gelip gidenlerin de vermeleri de ihtimal dahilindedir.
Mescitte özel yer edinmenin, cehennemden bir yer edinmek olduğunu söyleyen Hz. Peygamber Efendimizin sözüne bakılırsa, Meryem annemizin bulunduğu yerin duvarla çevrilip hapsedildiğine pek de itibar edilmez. Demek ki insan sebeplerin ötesindeki Allah Subhanehuyu görmeli ve rızkın gelmesini ona nisbet etmeli. İşte ayetin vurgusu, Allah zülcelalin, “sen otur ben sana rızık dağıtayım” değil, “sebeplerin arkasında sana nasıl rızık verenin ben olduğumu, bu Meryem hadisesine bakarak gör, öğren ve ibret al,”dır. Ayet bunu ifade ederken, hadiste aynı konuya parmak basarak, Meryem gibi sebeplerde takılıp kalmayan kızı Hz. Fatıma'yı bu gibi mümine yaraşır şuur içerisinde gören Resulüllah'ın tebcil etmesinden (yüceltmesinden) ibarettir.
Peygamberler, Allahın yeryüzünde en sevgili kulları olmalarına rağmen, risaletini tebliğ uğrunda aç kalırken, son Nebi Hz. Muhammed (as) beşeriyyetin en efdali olmasına rağmen günlerce aç kalıp karnına iki taş bağlayarak sahabelerinin kapılarını tıklatıp yiyecek istediğini bilen bir müslüman, mücmel gelen Hz. Meryem'in bu sözünü, elbette ki bazı kötü niyetli kişilerin oyununa gelerek yanlış anlamayacaktır. Peygamberler dahi çalışıp elinin emeğini yer, hiç bir şey bulamazsa insanlarda varsa yardımlaşırlardı. Yani olağan üstü bir şey ortada yoktur. Olursa o da sadece Peygamberlere mahsustur. Örneğin, ülkesinde meydana gelen kıtlıktan aç kalan bir peygamber olan Hz. Yakup (as) oğullarını günlerce olan bir yolculukla Mısıra, oğlu Hz. Yusufa gönderiyor. Rabbimiz bunu bize Yusuf suresi 58-70. Ayetler arasında anlatmaktadır. Bu kıtlıktan kurtulmak için çaba gösteren Hz.Yusuf beşer üstü değil, fıtri kanunlar çerçevesinde hareket ediyor. Ayakları yere basmayan Hint-Yunan kültürünün etkisinde kalan bazı müslümanların, İslam'da da bu gibi beşer üstü bir efsane hayatı bulmak istiyorlar. Ama bu İslâm'ın gönüllerde bulandırılması ve İslâm yerine efsanevi tarzı bir hayatı getirecektir ki bu, islam'ın hayattan silinmesi demektir.
Ayeti bu gibi kimselerin anladığı gibi anlamak eğer bir kasıt yoksa, sebeplerin ötesindeki Rabbul Alemini görmemektendir. Şimdi ayete dikkatlice bakalım: Orada Allah’u zülcelal şöyle buyuruyor:
“Zekeriyya, onun yanına mihraba her girişinde orada bir rızık bulurdu.”(86)
Ayette, zaman, devamlılık arz edip her girmede vuku bulmaktadır. Eğer Zekeriyya her girmesinde, Allah’ın vasıtasız olarak Hz. Meryem'e gönderdiği yiyecekle karşılaşıyorsa, o zaman Allahu Teala'nın onu Meryem'e kefil kılmasının, onun bakımını üstlendirmesinin bir anlamı kalmaz ki! Onun ruhunu ve ahlakını, bir bitki yetiştirir gibi yetiştiren zaten Allah’tır.(87)Yiyeceğini de vasıtasız gönderiyorsa o zaman ayetin ifade edeceği anlam iptal olur. Oysa Allah zülcelal şöyle buyuruyor:
“Zekeriyyayı, Meryem'in bakımıyla görevlendirdik.”(88)Ve yine ayete bakıyoruz: Ayette devamlılık arz ediyor. Yani ayette devamlılık var ve Zekeriyya (as)’ın her girişinde aynı hadise oluyor ve her seferinde Zekeriyya (as) soruyor. Bu meyanda ayeti dikkatlice bir kez daha okuyalım: “Zekeriyya, onun yanına mabede her girişinde orada bir rızık bulur ve Ey Meryem, bu sana nereden geliyor” der o da “Bu Allah tarafındandır, çünkü Allah dilediğine sayısız rızık verir” derdi.(72) Demek ki her girişte soruyor ama yine soruyor...
Şayet Hz. Meryem'in sözüyle kast edilen, yiyeceğin vasıtasız olarak Allah’tan gelmesi ise o zaman Hz. Zekeriyya'ya büyük bir iftira edilmiş olur ve Allah’ın ayeti mahalli dışında anlaşılmış olur. Çünkü, farzedelim ki, Hz. Zekeriyya sordu Hz. Meryem'de yiyeceğin vasıtasız olarak Allah’tan geldiğini söyledi. O zaman Allah'ın Meryem'e vasıtasız olarak yiyecek gönderdiğini anlayan Hz. Zekeriyya (as)’ın bir daha sormaması gerekir. Çünkü belli ki Allah Meryem'i vasıtasız rızıklandırıyor ve Nebilerde Allah’ı en iyi bilen, ondan bir zaman gafil kalmayan Allahın öğrencileridirler. Fakat farz ettiğimiz vasıtasız yiyeceğe inanacak olursak, Hz. Zekeriyya bir türlü sebepleri aşamayan Allahtan vasıtasız gelen bu yemeği her girişinde sorup sebep perdesinin arkasındaki Allahı göremeyen, Rabbinden gafil biri olacaktır. Zira Meryem Allah tarafından vasıtasız olarak rızıklandırılmaktadır. Bu nasıl bir Peygamberdir ki bir türlü sebepleri aşamamakta ve Allah'ı fark edememekte. Oysa bir Nebi böylesine Allah’tan gafil kalamaz. Bu olsa olsa dünya sahnesinde balıklama yüzenlere mahsusdur. Meryem Allah'ın terbiyesinde yetişip, sebepleri aşarken Zekeriyya (as)’ın bir hamlığından bahsetmek ayeti İslam'ın hayat sahnesinden silip ayakları yere basmayan bir ruhbanlığa dönüştürmek için kasıtlı yorumlayan kötü emelli kimselerin olabilir. Zekeriyya (as)’ın her soruşu, o yemeği bu sefer kimin getirdiği idi. Çünkü ona her seferinde farklı farklı kimseler yiyecek getiriyordu.
Esasen Meryem annemizin bakımını üstlenmek için Hz. Zekeriyya ile kura çekişen bu mescitte kalan alimler hiç olmazsa ona yiyecek vermekten geri kalmayacaktır. Bu hususta Salebi ve ibn Esir şu bilgileri veriyorlar: Harun (as) oğullarından olan ve o zaman Beytul Makdis mescidinde sayıları otuzu bulan din bilginlerinin yanına koydu. Şeybe oğulları Kabe işine baktıkları gibi, bu bilginler de Beytul Makdis mescidinin işlerine bakıyorlardı. Hanne onlara: Şu önünüzdeki çocuk, bir adaktır! Deyince namaz imamları ve kurbanlarının vazifelisi İmranın kızı olduğu için, hepsi de onu alıp bakma arzusuyla çekiştiler. Zekeriyya (as) onlara “Ben, buna bakmaya sizden daha layık ve müstehak bulunuyorum” dedi. (89) Fakat daha sonra bu kimseler Hz. Zekeriyya ile yarışmışlar ve kalemlerini suya atmışlardır
Ama Hz. Zekeriyya kazanmıştır. Hz. Meryeme bakmakta bu kadar iştiyak duyanların, ona yemek getirmeleri ve hürmet duymalarında garipsenecek bir durum yoktur.
Şimdi, konuya bir değişik açıdan bakalım. Peygamberler Allah'ın izniyle, Allah'a iman edilmesi için mucizeler gösterir demiştik. Bununla birlikte Cenab-ı Allah Nebilerine, risalet görevi gelmeden önce onlar Peygamber olmadan önce de yüce Allah, onların elinde mucizeler gösterebilir. Bazı Peygamberler daha çocuk yaşta iken konuşmuşlardır. Bunlardan birisi de Hz. İsa'dır. 
“Nihayet (Meryem) onu (İsa'yı) kucağında taşıyarak kavmine getirdi. Dediler ki; Ey Meryem! Hakikaten sen çok garip bir iş yapmışsın! Ey Harunun kız kardeşi, senin baban kötü bir insan değildi. Annen de iffetsiz değildi. Bunun üzerine (Meryem) çocuğu gösterdi. “Biz, dediler beşikteki çocukla nasıl konuşuruz?” Çocuk şöyle dedi: Ben, Allah'ın kuluyum. O bana kitabı verdi ve beni Peygamber yaptı. Nerede olursam olayım, O beni mübarek kıldı, yaşadığım sürece bana namazı ve zekatı emretti..”(90). Bu tabii (fıtri-kevni) kanunların açıklayamayacağı bir şeydir. Cenabı Allah, bunu Hz. İsa (as)’da tecelli ettirmiştir. Bunun gibi Peygamber olmadan önce kendisine vahiy gelen Hz. Yusuf'un kıssası anlatılır Kuranda.(91).
 “Yusuf'u götürüp bir kuyunun derinliklerine bırakmayı kararlaştırdılar. Biz ona, kardeşlerinin bu işlerini kendileri farkına varmadan haber vereceksin, diye vahy ettik”
Ve nihayet. Kadiri mutlak olan Allah (cc) Nebileri daha dünyaya gelmeden önce de fevkalade haller meydana getirir. Örneğin Hz. Peygamber Efendimiz, daha dünyaya teşrif buyurmadan önce ve hatta annesi Amine, kendisine hamile değilken, babası Abdullah’ın alnında beyaz bir parıltının parladığı kaynaklarda rivayet edilmektedir.(92) Bu daha doğmamış olan bir Peygambere Cenabı Allahın verdiği mucizedir. Oysa Abdullah, Allahu Teala'nın şeri emirlerine itaatten yorulmuş biri de değildir ki keramet göstersin. Bilakis Müslimde geçen bir hadiste Rasulullah, babasının Cehennemde olduğunu haber vermektedir:
“Enes (ra)’dan bir kimse , ya Rasululah babam nerededir? Diye sordu. Rasulullah, ateştedir buyurdu. Bunun üzerine o kimse arkasına dönüp gidince Rasulullah onu çağırdı ve: Muhakkak benim ve senin baban ateştedir buyurdu.”(93)
Cehennemlik olan bir kişide elbetteki, onun faziletinden dolayı, alnında bir nur parıldayacak değildir. Bu “Ey insanlar, içinizden çıkacak çok büyük bir şahsiyete alamet ve beşaret olarak size gösterdiğim şu şahsın alnındaki nura bakınız. Bilin ve anlayın ki size benden bir rahmet ve nimet olarak gelecek kişinin gölgesi üzerinize düşmüştür.” Şeklinde ifade edilebilecek bir Peygamberliğin öncesi tebşirdir. Bu Abdullah’tan dolayı değil, Hz. Peygamberden dolayıdır.
Ve yine, Amine’nin doğum esnasında, kolaylıklar ve gördükleriyle meydana gelen bir takım harikulade halleri kaynaklar nakletmektedirler.(94) Bu da Amine’nin şeri hükümlere uymasından dolayı, faziletine binaen olan hadiseler değil dünyaya göz açan, insanlığın en şereflisinin doğmasıyla Allah’ın insanlara yukarıdaki mesajı vermesindendir. Bunlar Amine’den değil Nebi Hz. Muhammed (S.A.V.)’tendir.
Ahmet b. Hanbelin Müsnedinde şöyle bir hadis vardır:
“Birisi dedi ki; Ey Allah'ın Rasulu , annem nerededir. Hz. Peygamber annen ateştedir dedi. O adam, peki senin ehlinden ölen kimse nerededir deyince Nebi (as) şöyle buyurdu: Senin annenin, Benim annemle beraber olmasından razı olmadın mı?” (95) Rivayetinde işaret ettiği gibi dünyaya gelmeden önce de, gelişlerini tebşir için mucizeler vuku bulmaktadır.
Eğer Meryem annemize vasıtasız, sebepsiz yiyecek geldiğini kabul etsek bile, bu Hz. İsanın gelişini tebşir için Meryem annemizde, tıpkı Amine ve Abdullah’ta vuku bulan hadiseler gibi olurdu. Zira tabii (fıtri) kanunlarla açıklanamayan mucize nevi haller, Nebilerin ötesine geçmez. Hz. Meryem olayını, Hz. Peygamberin, Hz. Fatıma ile aralarında geçen olayla nasıl tefsir ettiyse ki (biraz önce geçmişti) öyle anlamalıyız. Meryem annemizin hakkındaki bu kadar açıklamamızı şimdilik kafi görüyoruz.
DİPNOTLAR
83- Ali İmran,43
84- İbn Kesir,c4,s1240
85- age,aynı yer
86- Ali İmran,37
87- Ali İmran 37
88- Ali imran,37
89- Peygamberler Tarihi; A. Köksal,s.304.305,
90- Meryem,27-31 ve devamı
91- Yusuf,15
92- Hz. Muhammed (as) ve İslamiyet,M.A.Köksal,Mekke Devri,s36
93- Müslim,Kitabul İman,347
94- Hz.Muhammed(as) ve İslamiyet,Köksal,Mekke Devri,s.46ve de.
95- Ahmet İbn Hanbel,Müsnet,c.4,s.11

Devamı Gelecek Sayıda
BİLGİ
Sahih-i Buhari’yi şerh eden
İbni Hacer El-Askalanî (H.852-M.1448) şöyle demiştir:
Hallac Mansur zındık olduğu için idam edilmiştir. Sihri öğrenip mucize ve harikûlade şeyleri insanlara göstermeye çalışıyordu. H.359’da idam edilmiştir

Sayı 100...1418-R.Evvel...1997-Temmuz...Yıl-9

SİHİR VE BÜYÜ-5
Şimdi şüphe edilen diğer konuya geçelim. Keramet olarak değerlendirilen bir diğer husus da, Belkıs’ın tahtının kısa bir zaman diliminde getirilişidir. İnsan Allah'u Teala’nın taktir ettiği ölçüde yücelecek ve böylece Allah indinde yüce bir mevkiye sahip olacaktır. Allah (cc)’dan gafil bir insanın kadir kıymet adına ifade edeceği bir şeyi yoktur. İnsanlık adına yüce ufukları, Allah'u Teala’ ya ibadet ve bu ibadetin hakkını verebilmiş mümtaz şahsiyetler yakalayabilir. Bunlar yüceliğe merdiven merdiven yükselirken kalp derinliğine basamak inebilmiş insanlardır. İşte bu erdeme erişebilen kimselerdir Peygamberler. Kainatın yaratıcısı Allah (cc)’ın kelamına muhatap olmuş, Rabbisinin verdiği ahlâk ile ahlâklanmış, insanlığa insanlığı öğretmekle görevlendirilmiş, insanlığın öğretmenleridirler Peygamberler. Zulümatın karanlığında boğulmuş ufukta nur parıltısı arayan insanları nura çıkartacak, Allah’tan aldığı yudum muallimlerdir Peygamberler. Kurtuluşun yolunu gösterecek, “Haydin kurtuluşa gelin” diyecek kılavuzlardır Peygamberler. İnsanların kendi nefislerine tercih edecekleri saygı duyup itaat edilecek insanlığın efendileridirler onlar. “Ümmetim” deyip acılara katlanan reddedilse de tekrar anlatan hayatlarını ümmetinin mutluluğu için feda edebilen Allah’ın biricik öğrencileridirler Peygamberler. Kadri ve kıymeti anlaşılamayıp mahzun giden o yücelere selam olsun, makamları en yüce,(kabul edilirse) şefaatları siz ve bize olsun.
Evet, onlar anlaşılamadı, kadri kıymetleri bilinemedi. Bir çok yalancı Peygamberler peyda oldu. Nebilik iddia ettiler. Oysa Nebilik artık bitmişti.(96)
“Muhammed içinizden herhangi bir adamın babası değil, o Allah'ın elçisi ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah her şeyi bilendir. (Ahzab:40) 
İşte bu zavallılar gibi bazı insanlar Nebiye itaat tan yüz çevirmiş ve kibirlenmiştiler. Peygamberin yapabileceği şeyleri kendileri de iddia etmişler ve bir türlü itaate yanaşmamışlardır. Bu anlayış günümüze aynı cehalet anlayışıyla taşınmış devam etmiş ve devam de edecek görünmektedir. Çünkü cehaleti miras alacak, babalarımızı büyüklerimizi bu yol üzerinde bulduk diyecek her devrin insanları eksik olmamaktadır.
Nebiler en üstün olanlardır, dedik. Onlar ilahi hitaba ve hitabın tebliğini görevle üstün oldukları gibi, Rablerinin kendilerine cennetle verecekleriyle de en üstün olan onlardır. Bu yüzden Allah'u Teala, onları uyulması gereken ahlak örneği ve öğretmenleri kılarken bir yandan da ilahi şeriatı alma hususunda tam bir itaatı emretmektedir. Bu konudaki bazı ayetler şöyledir:
Hz. İsa (97) ile ilgili ayette:
Allah'a karşı gelmekten sakının, bana itaat edin. " (Zuhruf:63)
Hz. Nuh(98) ile ilgili ayette:
Allah'a kulluk edin; O'ndan sakının ve bana itaat edin. (Nuh:3)
Hz.Hud(99) ile ilgili ayette:
Allah'tan sakının ve bana itaat edin. (Şuara:131)
Hz.Salih(100) ile ilgili ayette:
Artık Allah'tan sakının, bana itaat edin. (Şuara:144)
Hz.Lut(101) ile ilgili ayette:
Artık Allah'tan sakının ve bana itaat edin. (Şuara:163)
Hz.Şuayb(102) ile ilgili ayette de:
Artık Allah'tan sakının ve bana itaat edin. (Şuara:179)
Ve Kuran’da adı zikredilen veya zikredilmeyen bütün Nebilere tam itaat emrediliyor ve onlara iman dinden kabul ediliyor.
“Biz her Peygamberi ancak Allah’ın izniyle itaat edilmesi için göndermişizdir.” (Nisa:64)
Ve sonra son Nebi Hz. Muhammed (as) geliyor. Ona itaat (104)
“De ki: "Allah'a ve peygamberlere itaat edin. Yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah inkar edenleri sevmez. (Ali İmran:32)ve bu itaatın imandan oluşundan bahsediliyor.(105)
“Hayır; Rabb'ine and olsun ki, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem tayin edip, sonra senin verdiğin hükmü içlerinde bir sıkıntı duymadan tamamen kabul etmedikçe inanmış olmazlar. (Nisa:65)
İşte bütün bunlar insanlık piramidinin zirvesini oluşturan, Allah’ın kendisine seçip ayırdığı en hayırlı (106)
“İsmail'i, Elyesa' ı, Zülkifl' i de an. Hepsi iyilerdendir. (Sad:48) ve her isteklerini kabul edip onları yaratılmışların cümlesine tafdil ettiği insanlardır.
Kuran, Nebilere erişilemez diyor ama ne yazık ki Nebilerin makamının yüceliğini anlayamayan aynı cehalet, günümüzde de var. Bunu diğer meselelerde de görebileceğimiz gibi Hz. Süleyman’ın Sebe hükümdarı Belkıs’ın tahtını getirmesiyle ilgili kıssada da görebiliriz. Nasıl mı? Belkıs’ın tahtını getiren kişiyi, Hz.Süleyman’ın ümmetinden biri yaparak. Evet Hz. Süleyman’ın kendi kudretinde olmayan bir mucizeyi, Hz. Süleyman’ ın aynını yapmaktan aciz olduğu ve yardımına muhtaç olduğu , zulümattan nura çıkartılmağa muhtaç bir kula vermekle yaptılar, aynı yanlışlığı. Kur’an Nebileri yüceltirken, ümmetinden bir beşer önünde küçülttü ehli Tasavvuf. Allah, Hz.Süleyman’a ilim verip onu insanlardan üstün kılıp yüceltirken(107)
And olsun ki, Davud'a ve Süleyman'a ilim verdik. İkisi "Bizi mü'min kullarının çoğundan üstün kılan Allah'a hamd olsun" dediler. (Neml:15)
Nebiden ilim öğrenecek insan önünde cüceleştirmek isteyen aynı zihniyetin bu anlayışını bilmiyorum, acaba hangi salim bir vicdan kabul eder.
Hayır, bu hakikati ifade etmiyor. Dikkat ediyor musunuz, tasavvuf anlayışı bir kerameti meşru bir zemine oturtmak isteyenler, genelde önce ki şeriatlara yöneliyorlar?
Sebebi bellidir. Bundan maksadın da ne olduğunun izahını yapmayı gereksiz görüyorum.
Hz. Süleyman şöyle buyuruyor: (Hz.Süleyman) dedi ki: Ey ulular, onlar teslimiyet gösterip bana gelmeden önce hanginiz o melikenin tahtını bana getirebilir.”(108)
“Süleyman: "Ey cemaat! Bana teslim olmalarından önce, hanginiz o kraliçenin tahtını yanıma getirebilir? " dedi. (Neml:38)
Evet, Bir Peygamber tahtın gelmesinde bir takım kimselere baş vuruyor. Bunlardan birisi cinlerden ifrittir. Cinlerin bu gibi şeylere kabiliyetleri vardır. Onlar tahtı kısa bir zaman diliminde getirebilirler. Bazı tefsirler, bu ifrit cininin kötü biri olduğunu söylerler.Bu kimselerin Hz.Süleyman’ın tebasından seçkin kimseler olduğu, yani belli bir grubun olduğunu söyleyebiliriz. Buradan da “Ey ulular” sözüyle bu kimselerin kötü olmadığı sonucu ortaya çıkar. Nitekim ifritin ayette geçen
“Gerçekten bu işe gücü yeten güvenilir biriyim”(Neml:39)sözüne bakılırsa bu anlaşılacaktır. Zira İfrit: “Güvenilir biriyim”diyor ve Allah (cc) onu bu sözünde ikrar ediyor. Yani bir tekzip yok.
Sonra da “Kitaptan ilmi olan kimse dedi ki”(110) (Neml:40) cümlesi geliyor. Her şeyden önce şunu söyleyelim ki bu kişinin kim olduğu hakkında çok ihtilaf edilmiş, kim olduğu hakkında görüş birliği edilememiştir. Bahsettiğimiz cehaleti irtikap etmiş olan tasavvufta ve onlara tabi olanlara göre, bu Asaf b.Berhiya adında Hz. Süleyman’ın katibi veya veziri zannedilen, ümmetten bir kuldur. İsmi azamı bildiği söylenir. (111) Elbette ki bu bir söylentiden öteye gitmeyen ve bahsettiğimiz hakikatlere ters düşen kabulü mümkün olmayan bir şeydir.
Fi Zilal’de de geçtiği gibi bu kişinin Asaf b. Berhiya olduğu düşüncesi bir mesnede bir hakikate dayanmamaktadır.(112)İslam alimleri bu kimsenin kim olduğu hakkında çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir. Bazıları bunun melek, bazıları Cibril, bazıları da Hızır olduğunu söylemişlerdir. Dolayısıyla ismi hakkında da çok söz söylemiştir.(113)
Kuranda insan, cin,melek ve diğer canlı ve cansız her şeye Allah'u Teala “kul” (abd) dediği için (114) bu kişinin cin, melek veya insan mı olduğu tefsir adına öncelikle katilik ifade etmeyecektir. Fakat İslam’ın genel kaidelerini ele aldığımız zaman bu kişinin Hz. Süleyman’ın zulumattan nura çıkaracağı ümmetinden biri olmayacağı açıktır.
Ayette geçen “kitap” kelimesinden muradı, Nesefi, Levhul Mahfuz şeklinde tefsir eder.(115) Oysa Levhul Mahfuzdaki bilgiyi melekler veya Peygamberler, yüce Rabbimiz vasıtasıyla biliyorlardı. Meleklerin aralarındaki konuşmaya kulak hırsızlığı yapan cinler, bu sayede bir şeyler öğreniyorlardı. Sözlerine bin bir yalan katan cinlerden, insanların bir sahih bilgi öğrenmesi mümkün değildir. Zaten ayetten anlaşılan kitaptan verilen bu ilmin Allah’ın vahyetmesiyle veya melek göndermesiyle veya perde gerisinden Rabbimizin direkt hitabıyla verildiği açıktır. Çünkü yüce Rabbimiz şöyle buyuruyor:
“Allah’ın bir beşerle konuşması ancak, ya vahiyle ya perde gerisinden veya bir elçi gönderip dilediğini vahyetmesiyle olur.”(Şura:51)
İşte İslam’ın bu temel esprisine bakarak söylenilebilecek en doğru şey, Yüce Allah’ın Hz. Süleyman’ı Belkısın tahtını getirmede, cehaletin bataklığında boğulmuş da bir Nebiye ihtiyaç duymuş bir kişiye muhtaç bırakmayacağıdır. Fakat bu kişinin bundan öte kim olduğunu tesbit etmek güçtür. Rivayetler ihtilaflıdır. Bizim düşündüğümüz gibi düşünüp de onun, hidayete muhtaç bir kişi olmayacağını anlayan müfessirler, melek veya Cibril veya başka bir Peygamber hatta Hz.Süleyman’ın bizzat kendisi olduğunu söylemişlerdir.(117) Çünkü aynını yapmaktan karşısındakini aciz bırakan beşer üstü şeyler yaparak insanları şaşkın bırakan ümmetten biri değil, bilakis Peygamberin kendisidir. İşte İslam alimleri bunun da farkında oldukları için, o kimsenin bir melek, Cibril veya o zamanda yaşayan bir başka Peygamber olabileceğini belirtmişlerdir. Ama doğruya ulaşmak için hidayet bekleyen bir kişi asla.
Ehli Tasavvuf der ki: Keramet istenilmez, verilir. Aslında halk anlayışı bir kerameti iddia edenler, bütün bu boş iddialarının Kuranın ifade ettiği keramet ve tekrimle hiç bir alakası yoktur. Ve onlar diyorlar ki, keramet istenmez verilir. Söz konusu kişi ayette şöyle diyor:
“Kitaptan ilmi olan kimse ise, gözünü açıp kapamadan, ben onu sana getiririm” dedi.
İşte, Ayet açıkça ortada. Kitaptan Allah’ın kendisine ilim verdiği kimse bu olayı “Ben onu sana gözünü açıp kapamadan getiririm” diyor. Eğer keramet, istenilmeyen aksine verilen şeyse, bu keramet değildir. Evet bu hakikaten de bizim dediğimiz gibi, olmakla beraber, Ehli tasavvuf anlayışındaki taassubun soğuk çehresiyle, bu hakikatın kabulünde bir kez daha karşılaşacağız. Ama hakîkat açık beyan ortadadır.
İşte buradan diyoruz ki, mucize türü şeyleri, beşer için de ancak peygamberler yapar. Böylesi bir harikayı isteme değil iddia ile savunanlar,ya Peygamber veya cinlerden biri veya bir melektir. Bu şahsın üçünden hangisi olduğunu bilmek mümkün değildir. Çünkü bu konuda, bir nas mevcut değildir. İnsan gaybı da bilemediği için, bu Allah’ın indinde bir sır olarak kalacak ve insanlar bu sırrı İslam'ın temel espirisine göre anlayıp anlamamakla imtihan edileceklerdir.
DİPNOTLAR:____________
96- Ahzab,40
97- Ali imran,50,Zuhruf,63
98- Şuara,108,110, Nuh,3
99- Şuara,136,131
100- Şuara,144,150
101- Şuara,163
102- Şuara,179
103- Nisa,64
104- Ali imran,32,132
Nisa 59
Maide92
Enfal20,46
Nur,54,62
Muhammed,33
Mücadele 13
Tegabun 12
105- Nisa,65
Ahzab 36
Nur 63
Nisa 115
106- Sad 48,
Enam85,
107- Neml 15,16,
108- Neml 38,
109- Neml 39,
110- Neml 40,
111- Celaleyn bkz.Neml40
112- Fizilalil Kuran Seyyid Kutub,c.11.s147
113- İbn Kesir,c.11,s.6150
114- Meryem,93
115- Medarik, Nesefi,c.3.s.203
116- Şura,51
117- Nesefi,İbn Kesir,Fizilal, Neml,40.ayetin tefsirine bkz.
 1418- R.AHİR C. EVVEL SAYI:101 1997-AĞUSTOS-EYLÜL



 (sihir-büyü)-6
Bahaddin Yüksel
Keramet olarak değerlendirilen ve ısrarla üzerinde durulan bir diğer konuda, mağarada mahsur kalan üç kişinin kıssasıdır.
Cenabı Allah, insanları ve cinleri, sadece kendisine ibadet etmeleri için yaratmıştır. (118) İnsan, kendisini yaratan, besleyen, büyüten, koruyup gözeten rabbisi önünde saygıyla belini bükecek ve Ona secde edecek. İnsan, Rabbisine tazarru edecek (yalvaracak) hayatının her anında yaratanını istimdat edecek ve Ona duada bulunacak. İşlerine Allah (cc)’dan bereket niyaz edecek ve özetle insan dua edecek. Yüce Rabbimiz şöyle buyuruyor:
“Yeryüzü islah edildikten sonra orada bozgunculuk yapmayın. (Allah’ın azabından) korkarak ve (rahmetini) umarak Ona dua edin. Muhakkak ki muhsinlere Allah’ın yardımı yakındır.(119)
Evet, Rabbul alemin olan Allah, insanın dua etmesini istiyor. Eğer kul dua ederse, Allah subhanehu buna icabet edecek, duayı kabul buyuracaktır:
“Rabbiniz (şöyle) buyurdu; Bana dua edin, size icabet edeyim.”(120)
Evet, kul, Rabbisinin önündeki küçüklüğünü bilecek ve Ona duada bulunacak. İşte böyle bir şuurla yapılacak duayı yüce Rabbimiz kabul buyuracağını bildiriyor. Kul dua edecek, Rabbi kabul buyuracak. Çünkü Allah Zülcelal duaları işitendir. (121)Kainatta nerede olursa olsun, Allah yardıma çağıranı, çağırdığı anda da ezelde de bilendir. Kula düşen kendindeki aczi görüp itiraf etmek ve Rabbisine dua etmektir. Ona yakışan da zaten budur. Nitekim Cenabı Allah şöyle buyuruyor:
“Ey Muhammed, de ki: "İbadetiniz olmasa Rabbim size ne diye değer versin? " Ey inkarcılar! Yalanladığınız için, azap yakanızı bırakmayacaktır.122
Demek ki dua etmek, Müslüman’ın şiarındandır. Dua edildiği vakit, Allah kabul eder. Hatta insanın Allah (cc) indindeki değerinin ölçüsü de dua etmesidir.
Kurana baktığımız zaman, görüyoruz ki, Dua edenin üzerindeki sıkıntıyı kaldıracağını vaat eden Allah, bu kimsenin iyi veya kötü insan olmasını, muttakî veya fasık olmasını ayırt etmemiştir. Örneğin, yüce Rabbimizin şu kelamına bakalım:
“İnsana bir zarar (sıkıntı) dokunduğu zaman, yan yatarak, oturarak veya ayakta durarak (bütün hallerde o zararın gitmesi için) bize dua eder. Biz ondan sıkıntıyı kaldırınca, sanki kendisine dokunan bir sıkıntıdan ötürü, bize dua etmemiş gibi geçip gider. İşte böylece haddi aşanlara, yapmakta oldukları şeyler süslü gösterildi.”(123)
Şimdi soruyoruz, dua ettiğinden dolayı üzerinden sıkıntısı kalkan bu kişi, keramet mi yapmış olur? Oysa ayetteki insan, duadan hemen sonra da azgın insandır. Yani adam, haddi aşanlardandır. Duasıyla üzerinden sıkıntının kalkmasına biz keramet diyemeyiz. Ama, Allah (cc)’in “haddi aşan” olarak belirttiği bu insanın gösterdiğine maalesef dolaylı yoldan ehli tasavvuf, keramet adını vermişlerdir. Nasıl mı verdi, manevi sıkıntının somutlaştığı zamanda! Şöyle ki: İnsan dua ettiği zaman sıkıntısı kalkar, Allah’ın kabulüyle. Bu insan (ayete bakarak söylersek) muhlis veya müsrif olsun fark etmez. İşte, bu sıkıntının kalkmasına biz keramet demeyiz. Biz her musibet anında, yüce Rabbimize dua ederiz Allahu Tealâ da, bu sıkıntımızı kaldırdığı zaman, biz keramet gösterdik demeyiz. Bunu da zaten kimse iddia etmiyor. Peki bu sıkıntı, müşahhas olur da kalkarsa ona keramet denir mi? Aynı şekilde denmez tabi. Mesela şu ayete bakalım
“Dağlar gibi dalgalar onları kuşattığı zaman, dini tamamen Allaha has kılarak Ona yalvarırlar. Allah onları karaya çıkararak kurtardığı vakit, içlerinden bir kısmı orta yolu tutar. Zaten bizim ayetlerimizi, nankör gaddarlar bilerek inkar eder.”(124)
Celaleyn bu kelimeyi iman ve küfür arasında bir yol izlerler şeklinde tefsir etmiştir. (125) ki, Kuran’da yüce Rabbimiz, böyle bir anlayışın hakiki inkarcılık olduğunu bize haber vermektedir.(126) O halde, dua etmeleri sebebiyle dağ gibi dalgalar birden durgunlaştı diye, bu kimseler keramet gösterdi diyemeyiz. Zaten söz konusu kişiler, işin öncesinde de sonrasında da Allah’a asi olmuş kimselerdir. Nerde kaldı keramet.! Ama burada anlaşılması gereken husus: Duanın Allah indinde makbul olduğu, edildiği takdir de icabet edileceğidir. Verilmiş olan böyle bir vaatten ötürü, dua eden ve bu duasının Allah tarafından kabul edilmesi üzerine, “işte bu bir keramettir” demenin ilim irfan adına ifade edeceği hiç bir hakikat yoktur. Evet, işte bunun gibi dua edildiğinden dolayı müşahhas bir musibetin kalkmasından dolayı bir kimseye keramet atfedilmez. Zira Allah (c.c) bu şeyi hem kafir hem de Müslüman için (ayetlerde de geçtiği gibi) zaten vermiştir. Şu ayetlere dikkatle bakalım:
“O sizi karada ve denizde yürütendir. Hatta siz gemilerde bulunduğunuz o günlerde içindekileri güzel bir rüzgarla alıp götürdükleri ve (yolcular) bununla neşelendikleri zaman, o gemiye şiddetli bir fırtına gelip çatar, her yönden dalgalar onlara hücum eder ve onlar, çepeçevre kuşatıldıklarını anlarlar da dini yalnız Allah halis kılarak Ant olsun eğer bizi bundan kurtarırsan mutlaka şükredenlerden olacağız diye Allah’a yalvarırlar. Fakat onları kurtarınca bir de bakarsın ki yine haksız oldukları halde yeryüzünde azgınlıklar yaparlar” (128)
Dua ettikten sonra, yine azacaklarını bildiği halde Allah'u zülcelal, onların gözüyle gördükleri bu musibeti kaldırmasından dolayı, bu azgın kişilere biz, keramet mi gösterdiklerini söyleyeceğiz. Bir diğer bir ayete bakalım:
“Gemiye bindikleri zaman, dini yalnız Ona has kılarak (ihlasla) Allaha yalvarırlar. Fakat onları salimen karaya çıkarınca, bir bakarsınız ki (Allaha) ortak koşmaktadırlar.” (129)
Ayette de görüldüğü gibi Cenabı Allah, kendisine her zaman isyan etmiş ve hatta şirk koşan bir insana bile gözlerinin gördüğü müşahhas bir belayı, yine gözlerinin gördüğü bir ortamda kaldırmış, onları o sıkıntıdan kurtarmıştı. Soruyoruz şimdi: mağaranın önüne düşen kayayı,gözle görünen bu belayı salih amelleriyle duada bulundukları zaman kaldıran Allah’ın bu yaptığı ve önceden de yad ettiği bu fazlı kereminden dolayı, bu insanlar keramet mi yaptı diyeceğiz. Aynısını dağ gibi dalgaların arasında dua ile yapan, Allah’a öncesinden de sonrasından da isyan etmiş ve hatta şirk koşmuş insanların da yaptığı bu şeyler bir keramet midir.? Hayır. Bütün bunların kerametle bir ilgisi yoktur. Zira böyle bir Yunan-Hint kültürünün kendisi İslam da yoktur. Gelin görün ki Hint-Yunan kültürü arasında hakiki İslam'ı bozmak, müminlerin inanmadığı İslam'ı onların gönüllerinde bulandırmak isteyen bazı hainlerin bu görüşlerine meşru bir zemin bulmak için, vakıasını değiştirerek öne sürdükleri bu ayetlerle, bu hain insanların verdiğini İslam’dan değil bizzat İslam’ın kendisi sanan ve gömüldüğü taassup penceresinden bizim bu dediklerimize bakan, aldatılmış bu zavallı insanlara, söylediğimiz hakikatları kabul etmelerinin güçlüğünün de farkındayız. Çünkü efsane bir din arayışı içerisinde olan bu insanlara, tasavvufun kilit vurduğunu, düşünce fonksiyonlarını kilitlediğini görüyor ve buna hayatta mükerreren şahit oluyoruz. Ne yazık ki bu insanlar, üzerinde bulundukları büyüklerinin metodu üzere, bu halk anlayışı kerameti gelenekselleştirme çabasının İslâm coşkunluğu içerisinde devam edeceklerdir.
Şimdi, Allahu Tealânın gökten rahmet indirmesi, sizin bir kerametiniz midir.? Rabbimiz şöyle buyuruyor:
“Sizi bulutla gölgeledik, size kudret helvası ve bıldırcın kebabı indirdik ve verdiğimiz güzel nimetlerden yeyiniz dedik. Hakikat ta onlar, sadece kendilerine kötülük ediyorlar.” (130)
Bu ayet İsrail oğullarına hitab etmektedir. Onlar her zaman Allah’-a isyan etmiş toplum olmalarına rağmen Allah (cc) onlara, bize vermediğini veriyor. Hiç birini ayırt etmeden topluma veriyor. Tasavvuf anlayışı keramet, salih, muhlis, muhsin kimselere gelir, şeklindedir. Eğer ayettekiler kerametse, o zaman Allah’a isyan etmiş, Ona şirk koşmaktan başka bir şey bilmeyen bu israiloğulları, bizden daha salih,daha muhlis ve daha muhsin kişiler olması lazım gelirdi. Onların hepsi de bu ikrama muhatap edilmişti. Şimdi bunlar keramet midir? Kerametse, Ümmeti Muhammed aşağılık bir ümmet de onun için mi bize verilmedi? Nitekim bir sonraki ayette içi nimet dolu bir şehre girmeleri ve Rablerinden hazır nimetlere konmaları isteniyor ama onlar kabul etmiyor ve isyan ediyorlar. Onlara bir çok nimetler verilmişken onlar azıp başka şeyler istiyorlar.
Bazıları Ümmeti Muhammed olmalarının kendilerine, öbürlerine verilenlerden verilmesi sonucunu doğuracağını söyleyerek insanları aldatırlar. Daha önce geçtiği gibi, kerameti iddia edenler, Muhammed (s.a.s)’a ittibamız karşılığında sahip olduğumuz şerefin elimizde tezahür eden şeydir, keramet. Yani bu sebepten dolayı bu harikulade hallere sahip oluyoruz derler. Peki, hani Allah subhanehu bu ümmete bıldırcın ve kudret helvası gibi hazır ziyafet veriyor mu? Nitekim Nesefi tefsirinde kudret helvasının kar yağar gibi gökten yağdığını bıldırcın kuşundan dilediği kadarını hazır olarak bulup dilediği kadarını yiyebildiğini bildirmektedir.(131) bir diğer ayette şöyle buyuruyor yüce rabbimiz:
“Bir zamanlar Musa, kavmine şöyle demişti: Ey kavmim, Allah’ın size (lütfettiği) nimetleri hatırlayın. Zira o içinizden peygamberler çıkardı ve size hükümdarlar kıldı. Alemlerde hiç kimseye vermediğini size verdi.(132)
Tefsirlerde bu nimetin, kudret helvası, bıldırcın etinin indirilmesi, denizin yarılması(133) bulutlarla gölgelendirme(134)gibi nimetler olarak geçer. Ve ayette bu nimetlerin başka ümmetlere nasip olmadığı beyan buyuruluyor. Bu yüzden, “ben Muhammedi’n (s.a.s) ümmetindenim,” deyip de harikulade şeyler iddia etmek, akıllı kişilerin kârından değildir. (Geçen ayetlerdeki beşer üstü hadiselere bakıp, onlara iniyormuş bana da inebilir denemez. Zira olaylar tamamen Peygamberin mucizeleridir, onun hayatıyla sınırlı olup iman etmeleri için vuku bulmuştur. Buna da yukarıdaki ayette geçen “Musa kavmine şöyle demişti: Ey kavmim, Allah’ın size (lütfettiği) nimetleri anın” Yani o anda Hz. Musa hayattadır ve Hz. Musa’nın risaletini tescil için mucizeler iniyor.)
Esasen kerametin bunlarla da hiç bir ilgisi yoktur. Kerametin vakası bunlardan tamamen farklıdır. Cenabı Allah her şeriatta, insanları farklı yollarla imtihan etmiş ve hatta şeriatlarda değişiklik yapmıştır. Bu yüzden Maide 48. ayetin, bir ümmeti, önceki şeriatların bağlamayacağı, her ümmete ayrı ayrı şeriatların verildiğine delil getirilir. (Bkz.Medarik) Buradan hareketle, Ehli tasavvufun yabancı kültürlerinden ithal ettiği keramet anlayışını, meşru bir zemine oturtma gayretlerinde, neden hep önceki şeriatlara baş vurduğunu sanırın anlamak zor olmasa gerek. Oysa onlar, kerametin istenmeyeceği, fakat verileceğini söylerler. Eğer kayanın açılması kerametse, neden bu üç kişi duayla keramet istiyorlar? Cevabı açık, çünkü bu keramet değil, bilakis Allah’ın “Dua edin, icabet edeyim”hakikatına ilticadır da o yüzden bunu açıklayan şu ayete bakalım:
“İçinizde olanı en iyi Rabbiniz bilir. İyi kimselerseniz bilin ki O şüphesiz, Kendine baş vuranları bağışlar.” (135)
“Mümine (düştükleri sıkıntılarda) yardım etmek de bize hak olmuştur.”(136)
Çünkü cenabı Allah, salih amellerle kendisine yaklaşanları sevmiş ve ona yardıma vaatte bulunmuştur. Bir hadisinde Resulullah, Cenabı Allah’tan şöyle rivayette bulunuyor:
“Doğrusu bana, kendilerine farz kıldıklarımı ifa etmekle yaklaşanlar gibisi olmadı” (137)
devamı gelecek sayıda...
DİPNOTLAR
118 Zariyat,56
119 Araf,56
120Mümin,60
121 Ali İmran,38,İbrahim,39
122 Furkan,77
123 Yunus,12
124 Lokman,32
125 Celaleyn,Lokman,32
tefsirine bkz.s.382
126 Nisa,150-151
128 Yunus,22,23
129 Ankebut,65
130 Bakara,57
131 Medarik, Nesefi,c.1,s,49
132 Maide,20
133Celaleyn,112, Medarik,
c,1,s,278
134 Medarik,c,1,s,278
135 İsra,25
136 Rum,47
137 Buhari, Rikak,38
devamı gelecek sayıda...
Sayı 102...1418-C.Ahir...1997-Ekim...Yıl-9

ARAŞTIRMA-İNCELEME
Bahaddin Yüksel
SİHİR VE BÜYÜ 7
Önceki sayıdan devam.
Biz, burada keramet olarak yanlış değerlendirilen diğer iddialarla sözü uzatmak ve sayfaları kabartmak istemiyoruz. Bu hususta yanlış ve hatalı olarak değerlendirilen daha bir çok halk anlayışı sözde kerametler, hain emelli insanların oyununa gelen şu Müslümanların, İslam’a hizmet maksadıyla bizzat İslam’ı efsanevi bir hurafeye çevirme gayretlerinde ne kadar da gayretli olduklarını acıyla görmekteyiz. İçinde coşan duyguları, kabına sığmaz bir volkan edasıyla şirkin zerresine haykıran Müslüman, şirkin bataklığında sessiz ve sedasız bir ruhban edasının yürek devletini kurma çabası gösteriyor ki, tasavvuf müminlerin gönüllerindeki İslam’ı ifsat etmiş ve görevini yerine getirmiştir. İtiraf edilmesi gereken bir hakikattir ki: Tasavvuf küfrün intikamını almak için İslam’ın bayrağına sapladığı hançerdir ve bu hançer yerinden çıkarılmadığı müddetçe, dünyadaki müminler ağlamaya devam edecek ve cehennem daha bilmem kaç hayranıyla mezar arenasında buluşacak.
Daha önce de geçtiği gibi Peygamberler, İnsanların kendilerine aydınlık yolunu, hidayet ve rüşt yolunu göstermeleri için uymaları gereken Allah’ın insanlar arasından seçip diğerlerine üstün tuttuğu kimselerdir.(138) Gaybtan bilgileri de Allah, sadece bu seçkin Peygamberlerine bildireceğini, başkalarına bildirmeyeceğini Kuranda belirtmiştir.(139) Fakat, tasavvuf ehli insanlar bunu Peygamber-den başka ümmetten bazı kimselerin de bilebileceğini iddia etmişler, buna da Hz. Musa’nın iki denizin birleştiği yerde bulduğu zatı örnek vermişlerdir.(140) Oysa Allah (cc) Peygamberlerini yüceltip insanlara “Haydin, hidayete, rüşte ulaştırması için bu Nebilerime tabi olun” hakikatını ifade ederken, ehli tasavvufun bu Nebileri nasıl küçülttüklerine ve onları cehaletle nasıl vasıflandırdıklarına şu ayetle birlikte bir bakınız:
“Musa ona: Sana öğretilenden, bana doğruyu bulmama yardım edecek bir bilgiyi öğretmen için sana tabi olabilir miyim dedi.”(Kehf: 66) Ayete bakınız, Tasavvuf anlayışına göre bu zat, bir Peygamber değildir ve büyük Peygamber Hz. Musa (as) bu zattan kendisini doğruya, hidayete, rüşte ulaştırması için “sana tabi olabilir miyim” diyor. Kuran doğruya ulaşmak, hidayeti bulmak için Peygambere uyun derken, maalesef bu gibi insanlar hakkı batılla karıştırmışlardır.
Tefsirler tasavvufçuların bu yanlış görüşünü verdikten sonra, hak ve hakikata uygun olabilecek ihtimalleri vermişlerdir.(141)Mesela Ali Özek başkanlığında hazırlanan Kuran Mealinde ayet şöyle tefsir edilmiştir.
“Derken, kullarımızdan bir kul buldular ki, ona katımızdan bir rahmet (vahiy ve peygamberlik) vermiş ve yine ona tarafımızdan bir ilim öğretmiştik”.(142) Bu tefsirde de olduğu gibi mezkur zat, bir Peygamber ya da bir melektir. Zira Allah (cc)’ın bir insana ilim öğretmesi üç yolla vuku bulur ki; buda peygamberlere mahsustur. Bu yollardan biriyle ilmi alan melek de söz konusu olan zat olabilir. (143)Şunu da hatırlatalım ki, bazılarının dediği gibi bu yollardan biri olan “vahiy” sanıldığı gibi Peygamberden başkası-na caiz değildir. Ayette perde gerisin-den,cümlesi geçiyor. Yani Allah Resulüne, sessiz olup direk kalbine ilga etmesi (ki vahiy olan sünnetlerin genel gelişi böyledir) veya perde gerisinden görünmeksizin hitab veya bir meleğin (cebrailin) vasıtasıyla vahyetmesi şeklinde hükümleri bildirir ve onları bilgilendirir. Bütün bunlar Nebilere mahsustur.
Biz burada sözü keserek, Kur’andaki keramete geçelim. Böylece tasavvuf anlayışı bir keramet olarak iddia edilen şeylerin hepsine açıklamalarla sözü uzatmak yerine, hakkın aydınlığında zihinleri şüphelerden ve hurafelerden biiznillah kurtarmış olalım. Kerametin hakikatı anlaşılınca da bütün keramet anlayışı ve temellendirmeleri kendiliğinden geçersizliliğini ve anlamsızlığını gösterecektir.
Kainata bakınız, bitkiler vardır akletmezler, hayvanlar vardır düşün-mezler, taş, toprak,su vardır idrak edemez. Bütün bunlar kendi dünyası içerisinde bir kemal, bir bütünlük içerisindedirler. Güzellik olmasaydı, biz çirkin nedir bilemeyecektik. Güzellik var ki bizde çirkinliği seçebiliyor ve fark edebiliyoruz.
Hareket edebilen, yürüyen, koşan hayvanları gördüğümüz zaman, hareket edemeyen, yürüyüp koşama-yan bitki veya toprak gibi şeylerden ne kadar da üstün yaratıldıklarını görüyoruz.
Ve nihayet, yaratılışıyla, akli oluşuyla, hareket edişiyle, süreçte, boyca, faideli azalarıyla tam bir bütünlük içerisinde olan insanın şu yeryüzünde yaşayanların en üstünü olduğunu görüyoruz. Allah, insanoğlunu, öyle güzel yaratmış ki ondan daha güzel, şu yeryüzünde daha başka hiç bir canlı yoktur. Kendinize bir bakınız, şu azam şurada olsaydı daha güzel ve daha faideli olurdu diye bir düşünceyi dahi insanın aklına getirtmeyecek kadar güzel yaratan Allah’ın nimeti, insan üzerinde ne kadar da büyüktür. Allah subhanehu, insanı tam yaratmıştır. Onun eline küçücük bir çöp parçası batsa acısını duyar ve o çöpü vücut kabul etmez. Çünkü vücudun dışarıdan alacağı hiç bir fazlalığa ihtiyacı olamayacak kadar tamdır. Vücudun her hangi bir yerinden bir et parçası koparsanız, vücut bunun acısını duyar. Çünkü verecek hiç fazlalığı da yoktur. Allah insanı bir yaratmış ama tam yaratmıştır. Yüce Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Biz İnsanoğ-lunu, kıvamın en güzelinde yarattık.”(144)
İşte insanoğlunun kerameti Kur’anda Allah’ın indinde budur. Yazımızın başında, kerametin kerüme, yekrümü sülasisinden mastar olup, manasının; kıymetli olmak, yüce olmak manalarına geldiğini söylemiştik. Kur’andaki keramette bu Lügat manasından uzak bir şey değildir.
Evet, Kur’anda insanın kerameti, insanın diğer canlılardan daha üstün yaratılmış olmasıdır. Diğer bir ifadeyle keramet; Allah’ın insanı, bitkilerden, böceklerden, hayvanlardan, cinlerden ve hatta meleklerden de üsten yaratıp meleklerin secde ettiği makama oturtup ona “üstünlük” kaftanını giydirip Halifem” demesidir. Keramet, yani üstünlük-kıymetlilik, insanın Allah indinde diğer bütün yaratıklara Allah’ın tercih edip meleklere secde ettirecek yüce yüce makamlara oturtmasıdır. İşte Kur’anda Allah’ın belirttiği keramet budur. Hz. Peygamber Efendimiz şöyle buyuruyor:
“Mümin Allah indinde meleklerden daha üstündür.”(145)Bu hadiste Efendimiz (S.A.V.) kerametin ismi tafdil siygasını kullanarak, kerametin üstün olmak manasına geldiğini belirtmiş ve böylece kerametin, Allah’ın insanı diğer varlıkların ötesinde meleklerden de daha üstün yaratıp onu aleme tafdil etmesi manasında olduğunu belirtmiştir. Evet, hadiste Resul böyle tarif ediyor. Keramet Allah’ın insanı varlık alemine tafdil etmesidir. Allah indinde keramet budur. Nitekim şeytan aleyhi lane, Rabbimizin bu hükmüne razı olmuyor ve itiraz ettiği şu sözünde Rabbimizin belirlediği keramet hükmüne karşı çıkıyor:
“Hani bir zaman Meleklere, Ademe secde edin demiştik. İblisin dışında hepsi secde ettiler. İblis ben dedi, çamurdan yarattığın bir kimseye secde mi ederim. Dedi ki şu Benden üstün kıldığına da bir bak! Yemin ederim ki eğer beni kıyamete kadar yaşatırsan pek azı dışında onun neslini kendime bağlayacağım.”(İsra 61-62) Bu ayette geçen a²8Åh«6 kelimesi, Allah zül celalin belirlediği keramet kavramına delalet ederken şeytanın işte bu içeriği kabullenemeyişini göstermektedir. Çünkü keramet Allah’ın insanı varlıklara üstün kılmasıdır ve şeytan da böyle bir kerameti kabullenemiyor. Bu şeytana yakışan bir davranış olabilir. Bunda şaşılacak bir şey yoktur. Fakat asıl şaşılacak şey, açıkladığımız Kur’anın bu keramet hakikatını kabul etmeyip kendi üstün kılınışına razı olamayan ve kerametin anlamını, büyüklerini buldukları yol üzerinde gördükleri şekliyle anlatma ve temellendirme geleneğini sürdürmeye devam eden düşünceleri kilitlen-miş zavallıların durumudur.
Kerametin, insanı Allah’ın diğer varlıklardan üstün tutmasıdır. şeklindeki ifademize ışık tutan yüce rabbimizin şu ayetine bakalım:
“Biz, hakikaten insanoğlunu ŞAN ve ŞEREF sahibi (keramet sahibi) kıldık. Onları (çeşitli nakil vasıtalarıyla) karada ve denizde taşıdık, kendilerine güzel rızıklar verdik. Yine onları yarattıklarımızın bir çoğundan üstün kıldık.”(İsra:50)
Bu ayeti kerimede, insana verilen kerameti, müfessirler, bizim yukarıda beyan ettiğimiz şekilde tefsir etmişler ve insanın diğer varlıklardan üstün yaratılması şeklinde olduğu-nu açıklamışlardır.
Nesefi bu ayette, insana verilen kerametin neler olduğunu şöyle tarif etmekte: (insanoğlunun kerameti, yani üstün, yüce yaratılması) akıl,dil yazı yazma yeteneği, güzel bir yüz,orta bir boy, dünya ve ahiret için işlerini evirip çevirebilme yeteneği, üstün gelebilme, eşyaları hizmetinde kullanabilme yeteneği, eliyle yemek yiyebilme gibi vasıflarla donatılmış olmasıdır.”(147)
Ve yine bu hususta Celaleyn şöyle der: “(Keramet, insanın) ilim, dil, orta boyla yaratılması ve diğerleridir ki bundan dolayı insan ölümünden sonra taharetlenir.”(148)
Ali Özekin başkanlığında hazırlanan Kuran mealin insanın kerameti şöyle tefsir edilmiştir: “Görüldüğü gibi bu ayette Allah Teala, insanoğluna olan lütuf ve ikramının bir hülasasını yapmakta ve alemdeki özel yerine işaret etmektedir.” Müfessirlere göre insanın şan ve şerefi ve diğer varlıklardan üstünlüğü (yani kerameti) Allah’ın ona verdiği el, göz, kulak gibi organlarını daha becerikli bir şekilde kullanması, aletler icat etmesi, olaylar arasındaki sebep-sonuç alakasını görmesi ve bu sayede geleceğe yönelik programlar ve hazırlıklar yapması, iyi-kötü, doğru-yanlış, güzel-çirkin, kavramlarına sahip olması, kısacası maddi ve bedeni,ahlaki ve ruhi meziyetlere haiz olmasıdır.
Ayette geçen a²8Åh«6 fiilini müfessirler böyle açıklamışlardır. Buradaki a²8Åh«6 fiili _«X²8Åh«6fiiliyle aynı manadadır.(149) Lugatta kerrame ve ekrame fiilleri: yüceltti,tenzih etti, tafdil etti, üstün kıldı manalarına gelmektedir.(150) Nitekim Celaleyn, bu ayette _«X²8Åh«6kelimesini tafdil eyledik, üstün kıldık şeklinde tefsir etmiştir.(151)
Demek ki keramet, Allah (cc)’ın insanoğluna verdiği değer, kıymet, üstünlük, diğer bütün yaratıklardan faziletli olmasıdır. Kim ki bu değeri korur, Allah’ın emirlerini eda eder, nehiylerinden kaçınırsa o bu değere layıktır. Nitekim Kuran, bu kimseye “Veli” demektedir.
Zira Allah (cc), velinin tarifini yaparken onları iman etmiş takva sahibi kimselerdir demektedir. Demek ki veliliğin iki şartı var; İman ve Takva. İman bellidir: Delile dayalı vakıaya uygun kesin tasdikten ibarettir. Takva ise: Allah’ın nehiylerinden içtinap, emirlerini eda etmektir. Allah (cc) müminlerden sadece bunu istiyor, dağları devirmesi veya uçması, suda yürümesi değil. Ama siz ve bizim oturup ta veliliğin şartına ve tarifine bir takım ilaveler etmemiz, hakikat namına ifade edeceği hiç bir değeri yoktur. Zira Kuran bunu iman ve takva ile tarif etmiş ve müminlere bunu böyle bilmeleri istenmiştir. Bundan öte Allah’ın tarifinde ilaveler yapmak değil, cennet ehli olmak isteniyorsa bildirilenle yetinip ne ilave ne de çıkarma yapmadan Allah’tan ne geldiyse onu öylece kabul edip, emirlerini yerine getirmesi yakışır.
Şayet, Allah’ın verdiği bu değere sahip çıkmamış, emir ve nehiyler, onun hayatına hükmetmişse, yine bu kimsenin derecesini Allah (cc) belirtiyor
“Onlar hayvandan da aşağıdır” şeklinde belirtiyor. (Furkan 44)
O halde insanın kerameti, yani kıymetli oluşu, Allah (cc)’ın emri ve nehiyle kendisini mukayyet kılmasına, emir ve nehiyleri hayatının cephesi için düstur almasına, onu hayata bakış açısı kılmasına bağlıdır.
Bundan öte, diğer dinlerde inanılan şeyleri İslam’a taşıyıp da denizler arası vasıtasız yürüyüş yaptığından bahseden yalancı sofistlerin anlattıkları bu şeylerin ne kadar komik olduğu ortaya çıkacaktır. Hz. Nuh (as), o tufandan ancak gemiyle kurtuldu. Yani her şey beşer tabiatında cereyan etti. Peygamber olmasına rağmen. Taifte atılan taşlar Resulul-lahın ayağını kana boğarken onu bu taşlara karşı korumaya çalışan Hz. Zeyd idi. Olağan üstü hiç bir şey yok ortada. Allah’ın yeryü-zünde en şerefli kulu, habibi Muhammed Mustafa dır. Söyleyeceğimiz şu söze katılmayan hiç bir müslümanı biz tahayyül edemiyoruz, o halde buyurun hep beraber diyelim: “Biz o şanlı Resulün akan kanının bir damlası için bütün canımız feda olsun.” Biliyoruz, bu sözümüzden önce Allah’ın hakiki veli kulları canlarını bizden önce feda etmeye hazırdırlar. Yanılmadınız. çünkü Allah indinde Hz. Muhammed(as) yüce yüce makamlardadır. Böyle bir şahsiyetin yüceliğine rağmen Taifte ayakları kanarken, Medine’ye hicret ederken, bunaltıcı sıcağın altında susuzluk dudakları çatlatırken zırt pırt getirip götürmeyen Allah, soruyoruz: “siz devrin modern Müslümanlarına, şimdi Allah size mi kıyamıyor da havada uçurup suda yürütüyor!!! Hem de ortada bir dert ve bela yokken. Devletini kurmada hiç bir, ama hiç bir beşer üstü müdahalede bulunmayan Allah, ve bu Allah’ın Resulü atılan tükürük ve küfürlere rağmen katlanıl-maz eziyetler altında Allah’ın hükümlerini ikame ederken, siz müritlerine cici gözükmeye çalışan, şirk bataklığı içerisinde küffarın ikramları altında kendinden geçmiş mürşidi bidatlara mı olağan üstü hallerle yardımda bulunacak?!.” Müslümanlara yapılan zulümlere rağmen, hoş zikir saatle-riyle kendinden geçen şu sofistlerin, acaba o Nebiden Allah katında üstün tutulup da kerametler verildiğine hangi saf bir yürek inanır. Hz. Peygamber (S.A.V.) sıcak toprak üstünde adım adım yürürken, çalışıp elinin emeğini bulamadığı zaman da sahabesinden isteyerek yerken, her şeyiyle bir beşer olup, Allah bu Nebisini uçurtmazken, Allah’ın hükümlerini uygulayacak bir devletten yoksun oluşunun yüklediği farziyetten habersiz ve ilgisiz şu asrın modern velilerine hava trafiği yaptırdığına mı inanacaksınız?!!!!.
Hayır, bu din ayağı yere basan bir dindir. Hurafelerle dolu efsane bir din değildir.
Tabi, bizim bu anlattıklarımıza bakarak, bizi yadırgayacak, ayıplayacak ve bazı kimseler bir takım sözler söyleyeceklerdir. Bunları biliyor ve bekliyoruz. Bunları Allah Resulü de biliyor ve bekliyordu. Hz Peygamber Efendimizin verdiği bu haberi duyan Hz. Abdullah İbni Mesud, bu haberi diğer sahabelere haber vererek şöyle demiştir:
“Küçüğün büyüklendiği, büyüğün ortadan kaybolduğu, bidatların sünnet kabul edildiği bir gün, asıl sünnete dönülmek istenildiğinde, sünnetlere bidat denildiği bir fitne devri geldiği zaman, ne yapacaksınız? (Muhatapları bunun üzerine) kendi-sine: Bu devir ne zaman gelecek? diye sorduklarında, O şu cevabı vermiştir. Güvenilir kimselerin azaldığı, başkanlarınızın çoğaldığı, fukahanın azalıp, kurraların arttığı, dine hizmet gayesinin dışında dini ilimler öğrenildiği zaman” Aynı soruya İbni Abbas da Efendimizden şu nakli yapmaktadır. “Halkın benimsediği bidatlar sünnet kabul edilip, bu bidatlardan bir şey değiştirilmeye kalkışılınca da ,sünnet değiştiriliyor......”diye feryat edildiği zaman. (152) Keza, Hz.Ali son zamanlarda zuhur edecek olan bu fitneden Peygamberimizden nakille Hz. Ömer’e rivayet edince, Hz. Ömer: “Ya Ali, bu ne zaman olacak?” diye sordu. Hz. Ali (ra) da ona şu cevabı verdi: “Dine hizmet gayesinin dışında, dini ilimler öğrenildiği zaman, İlim tatbik edilmediği zaman, dünya menfa atı ameline tercih edildiği zaman.”(153)
Evet, Allah Resulü hak söylemiştir.
Kınayıcının kınamasına iltifat etmeden biz Rabbimiz zulcelalden, yeni neslin dinini gönüllerinde berrak, aydınlık ve ilk safiyetine kavuşturmasını diliyoruz. Tasavvuf kibir inden arınmış Namaz, Oruç, Haç, ibadetinden daha ehem olan Raşidi Hilafet Devletini kurma şuuruna erişil-mesini bütün müminler adına Rabbimden niyaz eder ve yüceler yücesi, Kadiri mutlak Allah zül celalin selamı, bereketi ve rahmeti siz ve bizim üzerimize olsun. Hamd alemlerin rabbine mahsustur.
DİPNOTLAR
138 Meryem,58
139 Ali İmran,179,Cin,26-27
140 Kehf,60-82
141 Bkz.Nesefi,Celaleyn.
142- Kehf,65
143 -Şura,51
144 -Tin,4
145 -Medarik,c.2,s.322
146 -İsra,70
147 -Medarik c.2,s.322
148 -Celaleyn,s.263
149-Mu’cemu Garibul Kuran,
Muhammed Fuad Abdul
Baki,s.178
150 Mu’cemul Vasid, K-R-M mad.
151 Celaleyn,s.263
152M.Yusuf Kandehlevi,
Hayatus Sahabe,c4,s.1613(rasulü
Ekrem ((S.A.S)) zamanında
sünnet, Hüsamettin Yıldırım,
s.25-26)
153-age,c.4,s.1614 (H.Yıldırım,
age,s.26)


3 yorum:

  1. Büyünün en büyük panzehiri, yapılan büyüyü “takmamak”tır. Dolayısı ile büyü psikolojik bir şeydir ve büyü için kullanılan araçların hiç-birinde kişiyi etkileyecek bir güç yoktur. O şeye istenildiği kadar okunsun-üflensin. Etkilenme, kişinin o şeylerin mutlakâ etkisi olacağına olan inancından kaynaklanan psikolojik etkidir.
    ***
    Biz, burada keramet olarak yanlış değerlendirilen diğer iddialarla sözü uzatmak ve sayfaları kabartmak istemiyoruz. Bu hususta yanlış ve hatalı olarak değerlendirilen daha bir çok halk anlayışı sözde kerametler, hain emelli insanların oyununa gelen şu Müslümanların, İslam’a hizmet maksadıyla bizzat İslam’ı efsanevi bir hurafeye çevirme gayretlerinde ne kadar da gayretli olduklarını acıyla görmekteyiz. İçinde coşan duyguları, kabına sığmaz bir volkan edasıyla şirkin zerresine haykıran Müslüman, şirkin bataklığında sessiz ve sedasız bir ruhban edasının yürek devletini kurma çabası gösteriyor ki, tasavvuf müminlerin gönüllerindeki İslam’ı ifsat etmiş ve görevini yerine getirmiştir. İtiraf edilmesi gereken bir hakikattir ki: Tasavvuf küfrün intikamını almak için İslam’ın bayrağına sapladığı hançerdir ve bu hançer yerinden çıkarılmadığı müddetçe, dünyadaki müminler ağlamaya devam edecek ve cehennem daha bilmem kaç hayranıyla mezar arenasında buluşacak.
    Daha önce de geçtiği gibi Peygamberler, İnsanların kendilerine aydınlık yolunu, hidayet ve rüşt yolunu göstermeleri için uymaları gereken Allah’ın insanlar arasından seçip diğerlerine üstün tuttuğu kimselerdir.(138) Gaybtan bilgileri de Allah, sadece bu seçkin Peygamberlerine bildireceğini, başkalarına bildirmeyeceğini Kuranda belirtmiştir.(139)
    http://namenstr8.blogspot.nl/2016/05/sihir-ve-buyu-1.html
    http://www.iktibasdergisi.com/buyu-ve-nazar-gercek-midir/

    YanıtlaSil
  2. Büyünün en büyük panzehiri, yapılan büyüyü “takmamak”tır. Dolayısı ile büyü psikolojik bir şeydir ve büyü için kullanılan araçların hiç-birinde kişiyi etkileyecek bir güç yoktur. O şeye istenildiği kadar okunsun-üflensin. Etkilenme, kişinin o şeylerin mutlakâ etkisi olacağına olan inancından kaynaklanan psikolojik etkidir.
    https://www.facebook.com/permalink.php?story_fbid=324337254684349&id=100013242319421
    https://harun1974.wordpress.com/2017/01/29/buyu-ve-nazar-gercek-midir/
    http://www.haksozhaber.net/seytanin-mahiyeti-nedir-ii-32341yy.htm
    Bu gün 2017 bilim ve teknolojinin açığa vurduğu şeyleri 1400 sene evvel Muhammed sas vahiy alarak bir çok şeyi ayet olarak açıklamıştır.
    http://namenstr8bredahollanda.blogspot.nl/2017/03/bu-gun-2017-bilim-ve-teknolojinin-acga.html

    “Kuşkusuz, Allah hiçbir toplumun durumunu, onlar kendilerinde olanı değiştirmedikçe değiştirmez.”(Rad 11)

    Not.Kişinin kendisinde bulunan eski fakat yanlış olan bilginin,Yeni duyduğu doğru bilgiyi HAZMETME si zordur.Süt içen bebeğe yemek sunulması gibi.
    Hatalı olmayan alim yoktur.Bizim dikkate alacağımız İslami akide konusu.Allâh, senin hakikatindir, özündür, varlığındır.
    ***Sözü çok tehlikelidir.Yanlıştır.**
    https://www.facebook.com/permalink.php?story_fbid=313021395815935&id=100013242319421&pnref=story
    http://www.istekuran.com/index.php/20-felak-catlama-suresi

    YanıtlaSil