2 Kasım 2015 Pazartesi

DÜŞMANA KARŞI HAZIRLIKLI OLMAK

“Ey insanlar, Allah’ın verdiği söz gerçektir. 
Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın, sakın şeytan sizi Allah’ın affına güvendirerek ayartmasın.
Şeytan kesinlikle size düşmandır. Onu siz de kesinlikle düşman biliniz. O taraftarlarını cehennemliklerden olmaya çağırır.” (Fatır-5-6)   
Yüce Allah insanı yaratmış sonrada onun nasıl bir hayat yaşaması gerektiği konusunda da yine kendisi gibi bir insanı elçi seçerek onun uyması gereken kurallarını da elçileri aracılığı ile bildirmiştir. Elçilerin çağrılarına olumlu cevap verenlere yine kendisi bir isim vererek onlara Allah taraftarları elçinin çağrısına olumsuz cevap verenlere de şeytanın taraftarları diye iki guruba ayırmıştır. Yanlış anlaşılmasın Allah bunları ayırmıyor aksine insanoğlu iradesinin ve tercihinin sonucu olarak kabullerinin veya reddettiklerinin neticesin de bu isimleri almaktadır. Yoksa Allah insana tercih hakkı vermeden onun iradesine başvurmadan onu hiçbir şekilde bir isim ile isimlendirmemektedir. Fakat şu da bir gerçektir ki insanoğlu ilk yaratılışı itibariyle günahsız, masum ve İslam’ı anlamaya ve yaşamaya meyilli doğar. Hristiyan akidesi ise bunun tam tersi bir tezi savunarak insanın günahkâr olarak dünyaya geldiğini iddia etmektedir. Bu tür bir iddianın kesinlikle ciddi delillerden yoksun olduğunu sanırım söylemeye bile gerek yoktur. İnsanlar duruşlarını ve saflarını kendi hür iradeleri ile belirler neticesinde de nerede duracaklarına yine kendileri karar verirler.  İnsanoğlu dünyada şu iki saftan birinin üzerinde durur. Ya Allah taraftarı ya da şeytanın taraftarı bir üçüncü yol ve duruş kesinlikle yoktur. Şeytanın taraftarlarının farklı farklı isimler ile isimlendirilmesi bizleri aldatmamalı. Zira Allah’ın hükmüne karşı hüküm geliştiren ve bunların hayat tarzı olması için çaba ve gayret gösteren her türlü fikir izim, ideoloji adı ne olur ise olsun şeytanın taraftarıdırlar. Onların isimlerinin çok olmasına karşın Allah kendi taraftarlarına Müslüman ismini vermiş. Onun tarafında olanların artık başka bir ismi benimsemeleri veya kabul etmeleri kesinlikle mümkün değildir. Zira bakın rabbimiz ne buyuruyor: “Allah’ a çağıran, Salih amel işleyen ve  “şüphesiz ben Müslümanlardanım” Diyen kimseden daha güzel sözlü kim vardır? (Fussilet-33) Allah’ın taraftarları olarak bu isim ile yetinmeliyiz. Bu ismin önüne ve arkasına hiçbir şekilde bir ek veya sıfat getirmemeliyiz. Mesela Müslüman Türk, Müslüman Kürt, Sünni veya Şii Müslüman vb. Bunların hepsi Allah taraftarı olmaya engel bir fitnenin çıkmasına zemin hazırlamaktadır. Aklımızı başımıza alıp Allah’ın verdiği isim ile yetinmeliyiz. Bütün bunları niçin söyledim ister iseniz şimdide onu sizler ile paylaşmaya çalışayım: Halkı Müslüman olarak isimlendirilen veya bilinen coğrafyaya baktığımız zaman bir Müslüman olarak içimiz yanmaktadır. Gördüğümüz manzara hiç de içler açıcı değil. Zira yurtlarından yuvalarından edilmiş milyonlarca Müslüman her gün Akdeniz’den çıkan çocuk cesetleri ve varil bombaları ile öldürülen ve kanları dökülen Müslümanlar. Peki! Bunların hepsi durup durur iken mi halkı Müslüman olan toplumların başına geldi? Elbette ki cevabımız hayır. Kendi ellerimizle yaptıklarımız yüzün den başımıza bunların geldiğini hiç unutmayalım. Bilelim ki Allah kullarına asla zülüm etmez aksine insanların bir kısmı bir kısmına zülüm eder. İlk insan ve şeytanın karşılıklı hamleleri ile başlayan bu hayat bu oyun ve bu mücadele şu an itibariyle de devam etmektedir. Şeytan ve taraftarları bu mücadelede o gün ve bu gün çalışmalarına gayretlerine, hiç ara vermez iken Allah taraftarları maalesef düşmanları kadar çalışıp gayret göstermediler. Şeytan ve dostları yeri gelip tek bir ümmet olup hakkın üzerine saldırır iken Allah taraftarları ihtilafta rahmetin olduğu saf satası ile uyutuldular halende uyutulmaya devam ediliyorlar. Şeytan ve taraftarlarının ellerindeki tek kozları insanlara vesvese vermek ve boş hayaller peşinde koşturmak. Bütün delilleri heva ve heveslerine uymaya çağırmak ve nefsini ilah edinmekten geçmektedir. Oysa Allah taraftarlarının yanlarında aydınlatıcı ve yol gösterici bir kitapları varıdır. O kitap şeytan ve taraftarlarının her türlü hile ve kandırmacaları hakkında bütün bilgi ve yöntemleri en ince noktasına varıncaya kadar açıklamıştır.  Hepsi önemli ama şu ayet konumuzu izah açısından daha da bir önem arz etmektedir.  “Ey insanlar, Allah’ın verdiği söz gerçektir. Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın, sakın şeytan sizi Allah’ın affına güvendirerek ayartmasın. Şeytan kesinlikle size düşmandır. Onu siz de kesinlikle düşman biliniz. O taraftarlarını cehennemliklerden olmaya çağırır.” (Fatır-5-6) Allah‘ın taraftarları Allah tarafından kendilerine gönderilen kitabı esas gönderiliş amacından uzaklaştırarak Allah’ın hiçte murat edip arzulamadığı bir konuma indirgediler. Diğer bir ifade ile kitaba uymaları gerekenler kitabı kendilerine uydurdular. Bunun sonucu olarak da bu gün işler acısı duruma düşüp düşmanlarının ellerinde oynanan bir oyuncak oldular.  Allah kendi taraftarlarına devlet ve güç vaat etmiş iken bunlar : ”Efendim İslam’ın devlet talebi yoktur. İslam herhangi bir devlet sistemi önermez” deme gaflet ve cahilliğini inananlara yutturmaya çalıştılar. Sizlere soruyorum hangi düşünce, hangi ideoloji, hangi fikir yeryüzünde iktidar ve devlet olmayı amaç ve gaye edinmez?  Demokrasinin böyle bir talebi olacak aziz İslam’ın olmayacak! Böyle bir düşünceyi kabul etmek veya propagandasını yapmak en basit tabir ile ihanettir, hatta delalettir. Evet, bizler kitabımızın bizden istediklerini ya yapmadık ya da ciddiye almadık: Mesela bizler ile dinimiz konusunda mücadele edip, yurdumuzdan çıkaran düşmanlarımıza karşı gerekli tedbirleri almadık. Özelliklede savunma sanayi konusunda işi hafife aldık. Oysa işin hafife alınacak bir tarafı kesinlikle yoktu: Bakın bununla ilgili olarak birkaç ayet mealini sizler ile paylaşmak istiyorum: “Düşmanlarınıza karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve savaş atları hazırlayın (çağın gerektirdiği teknolojik gelişmelere uygun silah ve mühimmat) Onlarla Allah’ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve bunlardan başka sizin bilmediğiniz fakat Allah’ın bildiği diğer düşmanları korkutursunuz. Allah yolunda her ne harcarsanız karşılığı size tam olarak ödenir. Size zulmedilmez. Ey peygamber!  Ve sana tabi olan Müminlere Allah yeter. Ey Peygamber! Müminleri savaşa teşvik et. Eğer içinizde sabırlı yirmi kişi bulunursa, iki yüz kişiye galip gelir. Eğer içinizde sabırlı yüz kişi bulunursa, inkâr edenlerden bin kişiye galip gelirler. Çünkü onlar söz dinlemeyen ve laf anlamayan bir kavimdirler.” (En’fal-60-64-65) Bu ve buna benzer yüzlerce ayet ve ayetleri bulmak ve sizler ile paylaşmak mümkün iken meramımızı ifade bakımından bu kadarı ile yetiniyoruz. Hilafetin saltanata dönüşmesi ile birlikte İslam’ın hükümleri sayılar ile belirlenir oldu. Mesela İslam’ın şartı beş imanın şartı altı, namazın şartı on iki, otuz iki farz, elli dört farz, Kuran’ın şu suresini okur isen şu kadar sevap alırsın, şu suresi diğerinden daha faziletlidir gibi kitabı indirenin hiç de murat etmediği bir takım okuma ve anlama metotları geliştirdik. Oysa yüce yaratan ne elçileri arasında nede indirdiği son kitabın hükümlerinin uygulanması konusunda iman edenlerden hiç birisini diğerinden ayırt etmemeleri gerektiği hususunda kesin söz almıştı: “Deyin ki : “Biz Allah’a bize indirilene Kuran’a İbrahim,İsmail,İshak,Yakup veYakupoğulları’na indirilene, Musa ve İsa’ya verilen Tevrat ve İncil ile bütün diğer peygamberlere Rablerinden verilene iman ettik. Onlardan hiç birini diğerinden ayırt etmeyiz ve biz ona teslim olmuş kimseleriz.” ( Bakara-136) Evet, kitabın mensupları rotalarını diğer bir ifade ile kıblelerini bir kez şaşırmışlardı.  Ondan sonrada bir daha doğruyu bulamadılar. Çünkü gömleğin düğmesi baştan yanlış düğmelenmiş son düğmenin doğru düğmelenmesi mümkün değildir.  Oysa Kuran’ın bütün hükümleri İslam’ın ve imanın şartı idi. Meleklere iman nasıl imanın şartı ise İslam’ın düşmanlarına karşı savaşa hazırlıklı olmak,  savunma sanayini onlara güvenmemek teknolojik gelişmeleri takip etmek, düşmanların sahip olduğu silahlardan daha gelişmiş silah ve savaş aletlerine sahip olmakta bir iman şartı ve esasıdır. Yanlış anlaşılmasın bütün bunlar İslam’ın düşmanlarını Müslümanlara saldırmaktan caydırmak amacına yöneliktir. Zira İslam öldürmeye değil yaşatmaya taliptir. Şu bir gerçektir ki İslam’ın düşmanları teknolojik ve savunma sanayi konusunda halkı Müslüman olan coğrafyaya karşı büyük bir üstünlük sağladılar. Geliştirmiş oldukları savaş aletleri olan silah, bomba, uçak ve insansız hava araçları ile Müslüman halkı önce kendi aralarında bölüp parçaladılar sonrada onları bir birleri ile savaştırarak semirmelerine ve sömürmelerine zemin hazırladılar. Yine zaman zaman onları kurtarmak adına ülkeleremüdahale edip kurtarıcı rolü oynamaya devam ettiler ve ediyorlar. Son yüz yılda özelliklede son yirmi yılda ve şu an itibariyle o kadar fazla saldırı ve işgal var ki örnek vermekte zorlanıyorum. Müslüman coğrafya kan ağlıyor ve bunuda ne yazık ki sakat bir kader anlayışına bağlıyorlar. Oysa düşmanları çalışıp teknolojik açıdan savaş aletleri geliştirir iken bizler Kuran’ın hangi süresini okur isek daha çok sevap alırız tartışmaları ile zaman kaybettik. Sonrada niye bu hale geldik diye hayıflanmaya başladık. Kitabımız ise bir işi bitirdin mi hemen diğerine başla demişti. Bu gün dünyaya hâkim olan batıl güçler kendileri her türlü teknolojik ve ölümcül silahlara sahipler özelliklede nükleer silahlara örnek olması açısındanSiyonist İsrail’in iki yüz kadar nükleer başlıklı füzelere sahip olduğu biliniyor. Aynı zihniyet Irak’tanükleer silah var diye koskoca bir ülkeyi işgal edebiliyor. Yine son günlerde İran üzerinde oynanmak istenen oyunlara benim şahit olduğum gibi sizlerde şahit oluyorsunuzdur. Peki, çare ne? Cevabımız Allah’ın son gönderdiği vahyi hayatımızın merkezine okutturtmak hayata onun bakışı ile bakmak onu sadece okumak değil okuduklarımızı anlamak ve anladıklarımızı imanın ve İslam’ın şartları olarak kabul edip öyle yaşamaktan geçmektedir. Allah’a emanet olunuz. - See more at: http://www.iktibasdergisi.com/dusmana-karsi-hazirlikli-olmak/#sthash.B8rgIrbr.dpuf

10 Temmuz 2015 Cuma

Müslümanları bekleyen büyük felaket!

Müslümanları bekleyen büyük felaket!

“Kur’ân İslâm’ı” söylemine karşı yazdıkları sebebiyle sosyal medyada linç edilen Yeni Şafak yazarı Yusuf Kaplan, tehlikeye dikkat çekti.

Eklenme: 10 Temmuz 2015, 12:02 / Güncelleme: 10 Temmuz 2015, 12:04 / 15,498 Okunma / 39 Yorum
Bazı çevreler tarafından Kur'ân düşmanı ilan edildiğini belirten Yusuf KaplanKur'ân'ın Müslümanların hayatından nasıl uzaklaştırılmaya çalışıldığını dikkat çekici bir yazıyla gözler önüne serdi.
Kur'ân'Ia Sünnet'in birbirinden ayrılamayacağına özellikle vurgu yapan Kaplan, aksi halde Müslümanları büyük felaketlerin bekleyeceğini hatırlattı.
Son günlerde İslamcılık üzerinden yeniden tartışmaya açılan meseleye farklı bir bakış getiren Kaplan, Kur'ân'ın hayat rehberi olması gerektiğini yineleyerek bunun önündeki engellerin neler olduğunu da tek tek sıraladı.
İşte Kaplan'ın yazısındaki çok çarpıcı tespitler:
"ÜÇ BÜYÜK PROJE
Oryantalistlerin geliştirdiği üç büyük proje var:
1-Osmanlı'yı unutturmak.
2-İslâm düşüncesinin Gazâli'yle bittiğini masalını yutturmak!
3-Hz. Peygamberin konumunu sarsmak.
Batıklar, ilk ikisini başardılar. Şimdi sıra üçüncüsünde. Karikatür krizleri boşuna çıkmadı, değil mi?
Batılılar artık şunu çok iyi biliyorlar: Müslümanların İslâm'la ilişkilerini koparmanın yolu hadisleri, peygamberin konumunu ve mezhepleri tartışmak. Sonra sıra Kur'ân'a gelecek.
Çok tehlikeli bir proje bu: Kaynaklarını yitiren Müslümanlar kaygan zeminlerde patinaj yapmaya, birbirleriyle boğuşmaya başlayacak. EhI-i Kıble birbirine girecek! Bunun yolu da, Hz. Peygamberin (sav) konumunun sarsılması ve devre dışı bırakılmasından geçiyor!

“KUR'ÂN İSLÂM'I”: DİNE UYMAK YERİNE DİNİ KENDİNE UYDURMA PROJESİ

Protestanlığın kurucusu Martin Luther”in 95 tezini astığı Wittenberg Kilisesi'ne gitmiştim bir kaç yıl önce.
Wittenberg Kilisesi”nin girişinde bir pano vardı ve panoda aynen şu cümle yer alıyordu:“Artık ben de İncil”i anlayabileceğim.”
İyi de kimsin sen? Çapın ne? Daha önemlisi de, “yetkin/liğin ne?”

Oysa Luther'in kilisesinin girişinde yer alan panodaki bu söz, dinin protestanlaştırılmasının mottosudur.
Ya da şöyle söyleyelim: “İncil Hıristiyanlığı”nın temelidir: Hıristiyanlığı temelinden yıkan, önüne gelenin, kafasına, arzularına, hatta keyfine göre İncil yazmasına yol açan yıkımın temel gerekçesi.

İnsanın, dine uymak yerine, dini kendisine uydurmasının kapılarını sonuna kadar açan protestanlaşmanın âmentüsü.
O yüzden, bugün önüne gelen kafasına göre İncil yazıyor: “Benim İncil”im bu!” diyor.
O yüzden eşcinseller kafalarına göre İncil yazıyor. Feministler kafalarına göre İncil yazıyor. Ateist papazlar kafalarına göre İncil yazıyor!

KUR'ÂN'I PAÇAVRAYA ÇEVİRECEK BİR SÖYLEM!

Son zamanlarda, sıklıkla, “Kur'ân İslâmı”ndan sözeden insanlara rastlıyorum.
Önce şunu söyleyeyim açık açık: “Kur'ân İslâmı”ndan sözeden biri, eğer kötü niyetli ya da görevli değilse, ne söylediğini bilmeyen biridir.

“Kur”ân İslâmı” söylemi, ancak çapsız insanların eseri, ayartıcı ve insanı ana kaynağını Kur”ân”ın oluşturduğu İslâm”dan saptırıcı bir söylemdir.
Kur”ân İslâmı”nın ne kadar tehlikeli bir söylem olduğunu söylerken, İslâm”ı protestanlaştırıcı, sonuçta İslâm”ı paçavraya çevirecek bir söylem olduğunu söylemiş oluyorum.
Anlama kıtlığı çekeceklerin zannedecekleri gibi, Kur”ân”ı devre dışı bıraktıracak bir şey söylemiş olmuyorum. Aksine, “Kur”ân İslâmı” söylemini dillendirenlerin, Kur'ân'ı devre dışı bırakacaklarına dikkat çekmiş oluyorum.

ÇAĞ KÖRLEŞMESİNİN KÖRLEŞTİRİCİLİĞİ

Çağ körleşmesi yaşıyoruz: Algılama biçimlerimiz İslâmî idrak ve zihin setleri üzerinden işlemiyor.
Müslümanca bir zihin ve idrakten yoksun olduğumuz bir zaman diliminde, Kur'ân'ı sadece mevcut seküler zihin ve algılama biçimleri üzerinden algılamaktan kurtulamayız. Bu da seküler algılama biçimlerini Kur”ân”a giydirmemize yol açar ve tam anlamıyla cinayetle sonuçlanır.
Ümmîleşilmeden, zihnimizi, algılama biçimlerimizi ve dilimizi İslâmîleştirmeden Kur'ân İslâm”ından sözetmek, İslâm”ın çağın ağları ve bağları, bağlamları ve kavramları ile anlamaya kalkışmaktır.
Ki, bu tam anlamıyla çağın algılama biçimlerini Kur'ân'a giydirmek ve İslâm'ı tanınamaz hâle getirmekle sonuçlanacak bir cinayettir.
Kur'ân kaynaktır, Sünnet-i Seniyye, ırmak. Aslolan hakikat yolculuğuna çıkmak, hakikate varmak. Irmak, gürül gürül akacak ki, Kaynak, hayat fışkıracak...

PEYGAMBER'İ DEVRE DIŞI BIRAKAN DİN, KISA DEVRE YAPAR!

İyi de, hakikat yolculuğuna nasıl çıkacağız?
Bu sorunun cevabı şu tespitte gizli: Kur”ân asıldır, Sünne-i Seniyye usûldur. Aslolan, hakikate vusuldür / varmaktır.
Yani: Usûl olmadan, vusûl olmaz. Usul yoksa, fusûl (kopma / sapma) kaçınılmazdır.

Hakikate vusûl”ü sağlayacak usûl”ü bize veren, hakikatin misali ve timsali, vasatı ve vasıtası olan Efendimiz”dir.
Eğer “ben de Kur'ân'ı anlayabilirim”, diyerek, peygamberi devre dışı bırakırsanız, İslâm kısa devre yapar. Önüne gelen, “İslâm budur” diye saçmalamaya başlar. Böyle yapmakla, kendisini peygamberin yerine koyduğunu da, din icat ettiğini de göremez.
Batılıların, Kur'ân'a değil de, Hz. Peygambere saldırmalarının, hadisleri tartışmaya açmalarının temel nedeni, Peygamberi devre dışı bırakmak ve insanların kafalarına göre din icat etmelerinin ve dini paçavraya çevirmelerinin kapılarını sonuna kadar açmaktır.
Müslümanların yaşadıkları ikinci büyük medeniyet buhranı, İslâmî zihin ve idrak biçimleri ve yerlerini yitirmeleriyle sonuçlandı.
Müslüman zihninin ve idrakinin yok olduğu, Müslümanların, İslâm”ın çağrı”sının kurmadığı bir çağ'ın ağları ve bağları, bağlamları ve kavramları ile konuştukları, bunun farkında bile olmadıkları bir dilsizlik ve yersizlik ortamında, Kur'ân İslâmı”ndan sözetmek, geri dönüşü zor büyük bir felâketle sonuçlanır sadece."

6 Temmuz 2015 Pazartesi

Geliyorum diyen felâket: “Kur’ân İslâm’ı” söylemi


Yusuf Kaplan

Yusuf Kaplan

Geliyorum diyen felâket: “Kur’ân İslâm’ı” söylemi

04:00 Temmuz 06, 2015

Bu yazım geçen yıl yayımlanmıştı burada.
Son aylarda II. FG Vakası yaşanmasına yol açacak, adına “Kur'ân İslâm'ı” denen, sünneti, hadisleri, mezhepleri inkâr eden, tıpkı Martin Luther'in yaptığı gibi yeni bir din icat edilmesiyle sonuçlanacak bir tehlikenin, “Müslüman Luther'lerin” ülkenin yönetimine sızmaya çalıştığını, bizzat en tepedeki yetkililerden öğrendim.
O yüzden meselenin önemine ve hayatiyetine binaen bu yazımı gözden geçirerek yeniden yayımlama ve gelen tehlike konusunda halisane bir niyetle ikaz etme ihtiyacı hissettim.
YÜZYILLIK İKİ TEHLİKELİ PROJE
İki yıkıcı oryantalist proje var. Meseleyi kişileştirmeden, kimseyi kırmamaya özen göstererek bu iki hayatî sorunu kısaca mercek altına almak istiyorum. Umarım, herkes anlamak istediği gibi anlamaz.
Batılıların iki asır önce teorik temellerini attıkları oryantalist söylemin İslâm dünyası için geliştirdiği iki tehlikeli proje var.
Birincisi, İslâm'ın protestanlaştırılması, sekülerleştirilmesi, böylelikle hayattan uzaklaştırılması projesi.
İkincisi de, İslâm dünyasının diriliğini, dinamizmini, canlılığını koruyan, her şeye rağmen İslâm'la irtibatını sürdürmesini sağlayan 500 yıllık mücahede ve mücadeleyle Selçukluların kurdukları, yine 500 yıllık mücadeleyle Osmanlıların korudukları, Ehl-İ Sünnet omurganın çökertilmesi projesi.
Bu iki projenin hedefi, Müslümanları birbirine düşürerek, bir daha ayağa kalkamayacakları kadar büyük bir darbe vurmak.
Bu iki projenin somut olarak hayat geçirilebilmesi için belirlenen hedef, hadislere ve Hz. Peygambere (sav) saldırmak. Bu saldırının, uzun vadede, en kalıcı ve yıkıcı sonuç verecek saldırı biçimi olduğunu düşünüyor Batılılar.
Soru şu burada: Batılılar, neden Hz. Peygambere ve hadislere saldırıyorlar peki? Düşünün!
Sıra Kur'ân'a gelecek! Bazı âyetler öne çıkarılacak ve sonuçta, “bu kitap saçma -hâşâ- bir kitap” diyecekler! Müslümanlar da bu durumu tevil edip duracaklar.
ÖRNEK, HIRİSTİYANLIĞIN TARİHİ
Muharref Hıristiyanlığı Aziz Pavlus kurdu. Peygamber olsa, insanlar din icat edemezdi oysa.
İlke şu burada: Tevhid'in koruyucu kalkanı, Nübüvvet hakikati.
Luther “İncil Hıristiyanlığı” çağrısı yaptı. İncil'i çağın zihin kalıbına göre okudu. Her şeyi yıktı. Sahte bir din icat etti.
İslâm”ı bekleyen tehlike de bu!
“Kur'ân İslâmı” söylemi, geliyorum diyen en büyük felâketlerden biridir. İslâm'ı protestanlaştırma projesidir çünkü bu söylem.
KUR'ÂN ASIL, SÜNNET USÛL'DÜR
Din, kuru bilgi kaynağı değildir. Hayat kaynağıdır. “Yaşayan Kur'ân” olarak tavsif edilen Hz.Peygamber olmazsa din kalmaz. Peygamberi devre dışı bırakan bir din kısa devre yapar.
Elbette ki, Kur'ân, Temel'dir. Sünnet, o Temel üzerinde yükselen ve Temel'i ayakta tutan Sütun. Sütun çökerse, gökkubbe de, Temel de çöker.
Şu yani: Usûl olmadan tefsir de, hadis de, fıkıh da olmaz; işlemez.
Kur'ân asıldır; Sünnet-i Seniyye, usûl. Aslolan hakikate vusûldür / varmak. Usûl yoksa vusûl de yoktur. Fusûl / sapma vardır.
Başka türlü kurman gerekirse bu cümleyi: Kur'ân Kaynaktır. Sünnet, Irmak. Aslolan hakikate varmak. Irmak, gürül gürül akacak ki; Kaynak, hayat fışkıracak.
ÖNCE ÇAĞDAŞ HURAFELERDEN ARINMAK!
İslâm'ı hurafelerle doldurdular, diyorlar. Luther de öyle demişti. Ama asıl hurafeyi o üretti: Sahte Din.
Dine Karşı Din icat edecekler! O yüzden “Uyuma!” diyorum.
Şunu iyi bilelim: Kimseden çekmedi bu din, hurafe temizliyoruz, diyerek zihninin çağdaş hurafelerle iğdiş edildiğini göremeyen çapsızlardan çektiği kadar!
Hurafeleri temizleyeceğiz, diyorlar. Böyle diyenlere şu soruyu sormak zorundayız: İyi de, kimsin “sen”?
Hurafe “sen”sin: Ç/ağ'ın, insanın zihnini iğdiş eden seküler hurafelerinin kölesi!
VARIŞ NOKTASI NE, KALKIŞ NOKTASI NEREYE DÜŞER?
Kalkış Noktası ve Varış Noktası olmadan Kur'ân'a gidemeyiz. Çağın kavramlarını ve bağlamlarını Kur'ân'a giydiririz sadece.
Soru şu burada: Varış Noktası belli, Kur'ân ve Sünnet. İyi de Kalkış Noktası neresi?
Çağ'ın ağları ve bağları, bağlamları ve kavramları. Yani bizim çağrı'mızın kurmadığı, zihnimizi ve idrak biçimlerimizi allak bullak eden, bizi İslâmî duyuş ve düşünüş, varoluş ve yaşayış biçimlerinden uzaklaştıran ve devâsâ bir ağ'a dönüşen seküler çağ! Kalkış Noktası burası. Bu ağ!
ÜMMÎLEŞME'DEN ASLÂ!
O yüzden, bura'yı zihnen ve idrak açısından terketmeden, çağ'ın ağlarını ve bağlarını, kavramlarını ve bağlamlarını aşma çabası göstermeden yani Ümmîleşmeden Kur'ân'a gidemeyiz: Çağdaş hurafeleri Kur'ân'a giydirir, her şeyi tarumar ederiz! O yüzden önce Zihinsel Hicret şart, diyorum.
Özetle 200 yıllık oryantalist proje şunu hedefliyor:
Hadisler tartışılsın! Ardından Peygamber'in konumu tartışılsın ve devredışı kalsın!
Sonuçta, Her kafa Kur'ân'ı yorumlasın, neredeyse kelle sayısı Kur'ân çıksın. Nifak çıksın ve insanlar dinden uzaklaşsın, kaçsın!
Sözün özü: Hadisleri, Hz. Peygamberi tartışmalı hâle getirip Kur'ân'ı kıt akıllarına göre yorumlayan Müslüman Lutherler icat edecekler!
Oysa, diğer dinler paçavraya çevrildi. Niçin? Peygamberi olmadığı için.
Tevhid, peygamber varsa, korunur. Yoksa, önüne gelen “tanrılığa” soyunur.
Son söz: Hadisler, Kur'ân'ın önüne geçiyor, diyenler, kendilerini hadislerin de, Kur'ân'ın da önüne geçirdiklerini görebiliyorlar mı acaba?
*
twitter.com/yenisafakwriter

6 Haziran 2015 Cumartesi

MÜSLÜMANLARIN GENELİNDE İSLÂMÎ ÖLÇÜNÜN HAKİM OLMAYIŞI.İSLÂM DEVLETİ HİLAFET'E GİDERKEN MESELELERİMİZ ;

Yaratılışımızın gayesi olan sadece Alemlerin Rabbı Allahu Teâlâ'ya kulluk yapmak, ancak İslâmî hayatı yaşamakla mümkün olur. Yani hayatın her sahasında Allah(C.C)'ın Resulü Hz.Muhammed(S.A.V) vasıtasıyla bize göndermiş olduğu emir, nehiy ve nizamlara göre yaşamak... İslâmî hayatı bir bütün olarak yaşamak ise, ancak İslâm Cemiyetinin olmasıyla mümkündür. Çünkü Allah(C.C) insanı İçtimaî (sosyal) bir varlık olarak yaratmıştır. Yani insan tek başına diğer insanlardan tamamen soyutlanarak ferdî, bir yaşam değil de içtimai bir yaşam sürmektedir. Bu fıtrî özelliği gereği insan, içinde'bulunduğu cemiyetin hayatını yaşamak zorunda kalır. Yani cemiyet hayatı insana tesir eder ve ona yön verir. Bundan dolayı müslümanların Islâm Cemiyetinde yaşamaları gerekir. İslâm Cemiyeti ise İslâmî fikir, mefhum, duygu, kanun ve nizamların insanların hayatına hakim olmasıyla oluşur. İslâmî fikir, mefhum, kanun ve nizamları_hayata hakim kılacak olan İslam Devleti yani Hilâfet Devleti olmadan da İslâm Cemiyeti olmaz. 0 halde, Hilâfet Devleti'nin kurulması, "olmazsa olmaz" cinsinden bir zaruret ve aynı zamanda tüm müslümanlar üzerine farzdır.


Ümmet içerisinde bu farz ve zarureti idrak edip de gerekli çalışmayı yapmakta olan müslümanlar yok değil, elbette ki vardır. Fakat bu çalışmanın önüne binbir güçlük, zorluk, engel, sıkıntı çıkmaktadır. İşte bu güçlük, zorluk ve sıkıntılardan birisi de günümüzde müslümanların genelinde İslâmî, ölçünün hakim olmayışıdır. Dahası da var. Müslümanların ekserisi'İslâmî ölçünüzü ne demek olduğundan habersiz dürümdalar. İşte bu durum onları gayrı İslâmı ölçülere tabî kılmıştır. Farklı farklı ölçülere tabî olan insanların sürekli ortak tavırlar ortaya koyması beklenemez... Hatta çoğu kişi ve çevrelerde İslâmî olmayan ölçüler İslâmî ölçüymüş gibi kabul görmüştür. Bu da müslümanların günümüzde genelinin İslâmî 'ölçüyü anlamadıklarının açık bir göstergesidir.. İslâma inandığını ve onun mensubu olduğunu söyleyen bir ümmet için İslâmî olmayan ölçülere tabî olması ve İslâmî ölçüden uzak kalması kadar acı ve vahim bir durum olamaz. Zira siz, onlara meselâ İslâmî ölçüyle Hilâfet Devleti'nin kurulması için çalışmanın farziyetini anlatırsınız ve o kişilerden gösetirlen Şerî hükümlere hemen teslim olmalarını beklerken bir de görürsünüz ki onlar meseleye başka ölçülerle bakmaktalar ve size karşı çıkmaktalar... İşte bu durum Hilâfet Devleti'ne giderken yapılan çalışmanın önündeki aşılması'gereken en çetin kayadır... Bu yazımızda ; İslâmî Ölçünün Anlaşılmasına Doğru faydalı olacağını düşünerek aşağıdaki izahları yapmaya çalıştık...

ÖLÇÜNÜN GEREKLİLİĞİ.

Muhakkak ki , insan hayatında; hakkın batılın, iyinin kötünün doğrunun eğrinin, güzelin çirkinin, hayrın şeyrin kendisi ile belirlendiği bir ölçünün olması kaçınılmazdır... Bu ölçü tüm hayatta lâzımdır. . .

İncelendiğinde görülür ki, insanın hayatı ; insanın Rabbısıyla, insanın kendi nefsiyle ve insanın diğer insanlarla alakasından ibarettir. İşte insanın tüm ömrü bu sahada cereyan etmektedir, yani ömür denilen o belirli hayat süresi işte bu sahalarda tükenmektedir..

Biz müslümanlar inanıyor ve mutlaka inanmalıyız ki, Allahu Teâlâ bizi yalnızca kendisine kulluk yapmamız ve bu kulluktan imtihan olmamız için yaratmıştır. .. "Ben ins ve cinni yalnız bana kulluk etsinler diye yarattım". Yani hayatın gayesi yalnızca Allah’a kulluk yapmaktır. Şu halde hayatın sahası olarak gördüğümüz yukarıda zikredilen sahanın tamamında bu temel ilke geçerli olmalıdır. Bunun tahakkuku için de Allahu Teâlâ, o sahalar için gerekli ve geçerli belirli ölçüler göndermiştir ki insan bu ölçülere riayetle yaratılışın gayesi doğrultusunda yaşamış yani sadece Allahu Tealâ'ya kulluk yapmış olsun...

İşte Allahu Teâlâ'nın hayatın o zikredilen her sahası için geçerli olarak gönderdiği belirli ölçülerin tamamı İslâm'ı oluşturur. Yani İslâm, Allah'tan gelen hayat için bir ölçü, başka bir deyimle hayat için bir nizamdır. İşte özellikle müslümanlar hayatın her sahasında; hayata bakarken, hayatı değerlendirirken ve yaşamlarını sürdürürken hep İslâmi ölçüye tabi olmaları gerekir.. Aksi halde onların hayatına İslâmdan başka ölçüler hakim olur ki, bu onların yaratılışlarının gayesi dışında bir. yaşam sürmelerine başka deyimle, imtihanı kaybedip dünya ve ahirette hüsrana uğramalarına neden olur. Nitekim Allahu Teâlâ; İslâmî ölçünün dışındaki ölçülere tabi olmayı batıla tabi olmak, delâlete sapmak, şeytana ve tağuta uymak, haddi aşmak vb, tabirlerle zikretmiştir. . .

"Şu emrettiğim yol, benim dosdoğru yolumdur. Hep ona uyun, başka yollara ve dinlere uyup gitmeyin ki sizi onun yolundan saptırıp parçalamasınlar. İşte Allah kötülükten sakınasınız diye bunları emretti."
(En'am  153)

Islâmın hayatın her sahasında müslümanların uymaları gerektiği tek ölçü oluşunun izahına gelince  Yukarıda demiştik ki ; incelendiğinde görülür ki insan hayatı ; insanın Rabbıyla olan münasebeti, nefsiyle olan münasebeti ve diğer insanlarla olan münasebetinden müteşekkildir. 

İNSANIN RABBISIYLA OLAN MÜNASEBETİNDEKİ ÖLÇÜ..
.
İnsanın Rabbısıyla münasebeti; itikat ve belirli ibadetlerden
müteşekkildir... 0 halde insan yaratıcısı olan Rabbına nasıl inanmalı ve O'nu nasıl takdis etmeli ya da O'na nasıl ibadet etmelidir?... İşte bunu belirleyici bir ölçünün olması, onun da yaratıcıdan olması kaçınılmazdır. Aksi halde insan yaratıcının zatına uygun düşmeyen inanç ve ibadet şekillerinnin içine düşmüş olur..

Nitekim Allahu Teâlâ  insanlara bu sahada gerekli ölçüyü bildirmiştir... Allah'ın varlığına iman ederken aklın hakemliğini esas kılmıştır. Kur'anı Kerim 'de yüzlerce ayeti kerimenin bu sahada insan aklına hitap ettiğini görüyoruz. İnsanın kâinatı inceleyip oradan da Allah'ın varlığı ile ilgili delilleri bulabileceğine işaret edilmesinden; Allah'ın varlığına iman ederken, ittihaz edilecek ölçünün, aklın, hakemliğini esas almak olduğu: ortaya çıkar. Fakat Allah'ın zatı ve aklın sahası dışında kalan diğer inanılması gerekli konularda ölçünün sadece delâleti ve subutu kat'î olarak mevcud vahyî delile dayanmak olduğunu da yine Allahu Teâlâ'-nın Kitabı Keriminin bütünlüğü içinde görürüz.

İncelediğimizde Kitabı Kerim'de Allahu Teâlâ'nın iman edilmesini taleb ettiği konularda kat'î delile dayanmanın esas alındığını görürüz. Ve zannî delile (delâleti ve subutu kat'î olmayan delile) tabî olmayı da kesinlikle yasakladığını görürüz. Buradan inanılması gereken konularda ölçünün, o konulardaki delilin kat'î olmasının gerektiği alarak ortaya çıkıtığını görürüz...


AKAİDE ( inanılması gereken temel konulara) ait delil, muayyen bir meseleye delâlet eden delildir ki, akâîdi ispat için burhandır. Burhan, kat'î ve kesin olan şeye denir Zannî delil, ne burhan olur ne de delil olur.. Kur'an-ı Kerim, burhan ve sultan kelimelirini kullanmıştır, bu kelimelerin bulunduğu bütün Kur'an ayetlerini inceleyen kimse her bir kelimenin Kur'an'daki kullanış biçimini araştırırsa her birinin manasının  kesinleşmiş delil olduğu ortaya çıkar. Şu halde kat'î delilin de subutu ve delâleti katî yani varlığı ve manası kesin delil olduğu açığa çıkar. Şöyle ki 

"Allah'tan başka İlâha ibadet eden kimsenin buradan dolayı bir burhanı yoktur. Onun hesabı Rabbinin katındadır. Şüphesiz zalimler kurtuluşa eremezler."
(Mu'mînûn  117_)_

"Yoksa onlar 0'dan başka İlâhlar mı edindiler? De ki  burhanınızı getirin."(Enbiya:24)

"Allah ile başka bir İlâh mı? De ki  doğru iseniz burhanınızı getirin." (Nemi  64)

"Cennete yahudi ve hristiyanlardan başkası giremez dediler. Bu onların kuruntularıdır.De ki ) doğru iseniz burhanınızı getiriniz." (Bakara  111)

"Siz ve babalarınızın isimlendirdiği isimler hakkında Benimle münakaşa mı ediyorsunuz? Allah onlar hakkında bir sultan indirmiş değildir." (A'raf  71)

"Allah çocuk edindi, dediler. 0 münezzehdir,
0 zengindir. Gökte ve yerdekiler o'na aittir.
bu iddianızı ispatlıyacak yanınızda bir sultan da yoktur."(Hud 96)

"Allah'ın ayetleri üzerinde kendi katlarında bir sultan gelmeksizin cedelleşenler göğüslerinde (içlerinde) ulaşamayacakları kibirlik vardır'.'(Gafir  56)

Ve buna benzer bir çok ayetler/ "sultan" ve "burhan" kelimelerinin, kesin delil anlamında geçtiğini gösteriyor. Ayrıca Allahu Teâlâ akâid konusunda zanna yani kat’î olmayan delile uymayı bir çok ayeti kerimeleriyle yasaklamıştır. Şöyle ki 

"Bunlar ancak,siz ve babalarınız tarafından adlandırılan isimler (şeyler) dir. Bunlar hakkında Allah bir sultan indirmedi. İşte onlar zanna ve heveslerine bağlanırlar. Halbuki onlara Rablerinden hidayet gelmişti." (Necm 23)

"Ahirete inanmayanlar meleklere dişi ismini verirler. Halbuki onların herhangi bir ilmi yoktur. Onlar zandan başka şeye uymazlar. Halbuki zan, Hak'tan bir şey ifade etmez."
(Necm : 27-28)

"Onların çoğu zandan başka şeye uymaz. Halbuki zan, Hak'tan başka bir şey ifade etmez." (Yunus  36)

" O'nun hakkında ihtilâfa düşenler şüphe içerisindedirler. Onlarda O'nunla ilgili bir ilim yoktur. Ancak zanna bağlanırlar."
(Nisa  157)

"Eğer yeryüzündeki çoğunluğa uyarsan seni Allah yolundan sapıtırlar. Onlar zandan başka bir şeye uymuyorlar\, Onlar ancak yalan söylüyorlar." (En'am  116)
"Kendilerine herhangi bir sultan gelmediği halde Allah'ın ayetleri hakkında münakaşa ederler. Böyle şey, Allah indinde ve mü'minler indinde büyük fena sayılır." (Yusuf  40)

Bu ve benzeri diğer ayetlerden de anlaşılacağı gibi akâid konusunda zanna yada zannî delillere tabî olunması caiz değildir

Burada akâid konusunda İslâmın ölçüsünün şu tanım olduğu ortaya çıkar. İtikat  Allahu Teâlâ'nın açık, kesin talebi üzerine kat' î delile dayalı kesin tasdiktir... Evet bu şekilde kesin tasdikle elde edilen şeylere akâid denir...

Şimdi eğer müslümanlar bu ölçüye tabi olmakta kararlı olsalardı onlar şu anda çeşitli çeşitli itikâdı mezheb ve fırkaların içinde bulunmazlardı... Ne zaman ki bu ölçü unutuldu, işte o zaman müslümanlar arasında hiç olmaması gereken, çeşitli çeşitli yalnış ve yersiz itikatlar doğmaya başladı. Doğunca da müslümanlar arasında haram olan tefrika da doğdu.. Hatta müslümanlar arasında hurafeler ve batıl inançlar yerleşmeye başladı... İşte bütün bunlar İslâmın bu konudaki yukarıda zikredilen ölçüsüne tabî olmamaktan kaynaklandı.. Eğer müslümanlar bu ölçüye tekrar sımsıkı tabi olurlarsa ; şu anda içinde bulundukları bir çok lüzumsuz ihtilâfın asıl nedenlerinden birisi ortadan- kalkmış olacaktır. . ,

İbadetlerle ilgili hususlarda da ölçü, yine sadece vahiyle gelenle yetinmektir. İnsanın o sahada da ifrat veya tefrite kaçması kesinlikle yasaktır.. Allah ve Resulü'nün belirlemiş olduğu ibadetleri terketmek nasıl yasak, ölçüye riayetsizlik ise. "ben fazla ibadet yapacağım" diye kendi kafasından ibadet şekilleri ve miktarları uydurmak da o derece ölçüsüzlüktür...- Zira Allah ve Resulü bizim için farzları, mendupları ve nafileleri belirtmiştir. Bu ölçünün dışına çıkmak ölçüsüzlük demektir.... Meselâ şu hadisî şerife dikkat edelim 

Buharî ve Müslimde yer alan bir rivayete göre Aişe(r.a) şöyle anlatır  "Peygamber(S. A.V)'in ashabından bir gurup onun hanımlarına gizli hallerindeki ibadetlerini sordu. Aldıkları cevaba bakıp onun amelini azımsamış gibi idiler. Bunun üzerine bazıları 'ben et yemiceğim' dedi. Bazıları da 'yatak üzerinde uyumıyacağım' dedi. Bazıları da 'gece gündüs oruç tutacağım' dedi... 'Durumdan haberder olan peygamber(S.A.V) şöyle buyurdu  "Ne oluyor ki bazılarınız aralarında şöyle şöyle konuşuyorlar. Ben ki bazen oruç tutarım, bazen tutmam.. Hem uyurum hem de gece namazı kılarım. Et yerim. Kadınlarla evlenirim. Benim sünnetimden yüz çeviren benden değildir. ""

Muhakkak ki Peygamberin sünneti demek ; onun din anlayışı ve uygulaması ile ilgili metodu demektir. Rabbi ile muamelesi nasıl olmalıdır? Kendi kendine, ailesi ve çevresindeki insanlara nasıl davranmalıdır? Bütün bu ilişkiler zinciridir Peygam berin sünneti...

İNSANIN KENDİ NEFSİYLE OLAN MÜNASEBETİNDEKİ ÖL ÇÜ
İnsanın kendi nefsiyle olan münasebeti; yiyecekler, giyecekler, ve ahlâk ile ilgili konuları içerir... İncelendiğinde görülür ki ; insanın nefsi insanın kendisidir. Yani,ona Yaratıcısının vermiş olduğu fıtrî özellikleridir. Ki bunlar, uzvî ihtiyaçlar ve içgüdülerinin tamamıdır. Şu halde insan bu uzvî ihtiyaçları (acıkması, susaması, beslenmesi vb.) ve içgüdülerini (bekâ içgüdüsü, nevî içgüdüsü, dindarlık içgüdüsü) tatmin için gerekli ihtiyaçlarını nasıl, hangi ölçüye göre tesbit edecektir?. Bu sahada uyması gereken ölçü nedir?..

İşte bu ölçü de Allah'tandır. Yani İslâmın bu sahada ortaya koyduğu ölçüdür. İnsanın yapısı gereği öyle olmalıdır. Nitekim Allahu Teâlâ, helâlları belirlemiş, haramları belirlemiştir. İman edenlerin ancak bu ölçü ile kayıtlı olmalarını emretmiştir. İnsanların haram işlemeleri nasıl yasak kılınmış sa helâl olanı haram kılmaları da o derece yasak kılınmıştır. Her iki halde, "haddi aşmak" yani ölçüsüzlük olarak nitelendirilmiştir...

"Ey Ademoğulları.'Her mescidde giderken zinetinizi yanınıza alın. Yiyin için fakat israf etmeyin. Çünkü Allah, israf edenleri sevmez. De ki;Allah'ın kulları için verdiği zinet ve temiz rızıkları haram kılan kimdir?..."
(A'raf : 31)

"Ey iman edenler.' Allah'ın size helâl ettiği temiz şeyleri haram kılmayın ve haddi aşmayın. Çünkü Allah, haddi aşanları sevmez. Allah'ın size verdiği fizikten temiz ve helâl olarak yiyin. İnandığınız Allah'tan korkun."
(Maide  87-88)

Bu ayetin iniş sebebi olarak rivayet edilen bir iki rivayete de dikkat edelim  Şöyle ki;  Bir gurub sahabi aralarında önceden alınmış bir karar gereği;
' tenasül organlarımızı keseceğiz, dünya şehvetlerini tamamen terkedeceğiz' derler. Başka bir rivayete göre ise, bir gurub 'dünyadan kesilme, kendilerini kısırlaştırma ve rahib elbiselerini giyme' isteğine kapılırlar. Bunun üzerine ayet iner... İb-ni Abbas'tan rivayetle, Bir adam Peygamber(S.A. V)'e geldi ve "Ey Allahın Resulü, 'şu etten yediğim zaman kadınlara istek duyuyorum içimde.
0 nedenle eti kendime haram kıldım." dedi... Bunun üzerine "Ey iman edenler.' Allah'ın size helâl ettiği temiz şeyleri haram kılmayın." ayeti indi.. (Bu rivayetleri İbni Kesir Tefsirinde kayd etmiştir.)

Bu ve benzeri bir çok şerî delillerden anlaşılacağı gibi, yiyecekler ve giyeceklerde, eşyada helal ve haramları Allah ve Resülü belirlemiştir. İnsanları da bu ölçü ile mukayyet kılmıştır... Aynı şekilde insanların sahip olmaları gereken ahlâkı ve bu  ahlâka sahip olmanın '..yolunu da Allah ve Resulü göstermiştir. Ahlâk, Allahu Tealinin emir ve nâhiylerindendir. Yani diğer şerî hükümlerden kopuk değildir. Şerî hükümlere riayetle insanın nefsinde Allahu Teâlâ'nın beyendiği ahlâkî kıymetler ve sıfatlar hasıl olur. İşte bu kıymet ve sıfatları _ belirleyen ölçü ancak İslâmdır. . . Nitekim Şeriat, iyi ve kötü sayılan sıfatları beyan ,etmiştir. İyiye teşvik etmiş ve kötüden nehyetmiştir... Doğruluğa, emanete, güler yüzlü olmaya , hayaya, anne ve babaya ihsana, sılayı rahme, sıkıntıları gidermeye, kişinin nefsi için sevdiğini kardeşi için de sevmeye vb. teşvik etmiştir.. Bunların zıddı olan sıfatları ; yalanı, sahtekârlığı,hıyaneti, haseti, fıskı fucur v.b de yasak etmiştir.. Yani ahlâkın ölçüsü de ancak İslâm'dır yoksa, ahlâkçılar ya da toplum değil.'....

Şu halde müslümanlar nefisleriyle alâkalarında da sadece İslâmî ölçüye tabî olmalıdırlar. 'Nefsimizi terbiye edeceğiz' diye bu sahada Allah ve Resulünden gelen ölçünün dışındaki ölçülere tabî olmaya kalkışmakla; bazı kişiler muhakkak ki, Allah indinde nefislerini terbiyesizleştiriyorlardır. Nitekim yukarıda zikredilen ayet ve hadisler buna açıkça delâlet etmektedir.

İslâmî anlamda nefis terbiyesi demek) Allah'ın insana yaratırken vermiş olduğu uzvî ihtiyaç ve içgüdülerini sadece Allah'tan gelen ölçü ile tadmin etmektir Bu ölçünün dışına çıkmak, ifrad ve tefride kaçmak, ya da bu fıtrî özellikleri öldürmeye, yok etmeye çalışmak kişinin kendisine zulm etmesinden başka bir şey değildir. Bundan da Allahu Teâlâ'nın razı olmadığını Kitabı Keriminde ve Resulünün hadislerinde görmemiz mümkündür. . .

Müslümanlar eğer sadece Allah'tan gelen ölçüye tabi olsalardı) günümüzde gördüğümüz çeşitli gayri İslâmî terbiye modellerine (ki bunların başında tasav-vufî ölçüler gelmektedir) tabi olmazlar, ne kendilerine zulmedenlerden ne haddi aşanlardan olurlardı... Bu başı boşluluk ve ölçüsüzlüğün içine düşmezlerdi.. Böylece hayatın bu sahasında da Allahu Teâlâ'yı razı eden ve yaratılışın gayesi doğrultusunda istikrarlı bir hayat sürenlerden olurlardı. . .

INSANIN DİĞER İNSANLARLA OLAN ALAKALARINDAKİ
ÖLÇÜ

İnsanın diğer insanlarla alakâsı; muamelâtlar ve ukubatlarla (cezalarla) ilgili şerî hükümlerdir. Bilindiği gibi insanın en büyük fıtrî özelliklerinden birisi de onun İçtimaî bir varlık olarak yaratılmış olmasıdır. Yani insan diğer insanlardan tamamen kopuk bir şekilde hayatını sürdüremez.
O diğer insanlarla beraber yaşamak zorun dadır. Bu yaşam,onu diğer insanlarla belirle alâkalar kurmayı zorunlu kılar. Bu alâkaların kurulması insanı sürekli İçtimaî bir yaşam içine iter... Şimdi insanların İçtimaî yaşantılarının üzerine kurulduğu o alâkaların nasıl, hangi esaslar üzerine kurulması ve nasıl tanzim edil" mesi gerektiğini, bu alâkalarda hak ve hukukun ne olduğunu,haklıyı haksızı ve haksıza verilecek cezaları belirleyen ölçü nedir ve nereden alınmalıdır?...

İşte bu sahada da gerekli olan o ölçü, sadece Allahu Teâlâ'dan alınmalıdır. Ki o, Allahu Teâlâ'nın gönderdiği Dini İşlâmdır... Özellikle İslâma inananlar için bu sahada da sadece İslâmî ölçüye uymaları zorunludur. Çünkü bu saha hayatın hem de en geniş sahasıdır.. Şu halde kulluğun sahası içindedir. Yani bu sahada da Allah'ın gönderdiği ölçüye uymak, hayatın gayesi olan Allah'a kulluğun gereğidir. Aslında insanlar, burada da başı boş bırakılmamışlardır. 0 halde, özellikle müslümanlar hayatın diğer sahalarında olduğu gibi bu sahada da sadece İslâmî ölçüyle mukayyettirler. İslâmî ölçü ise, şerî hükümlerdir. . .

Şerî hüküm  Şarî'in  (Allahu Teâlâ'nın) kulların filleriyle ilgili hitabıdır.... Yani farz, mendup, mübah, haram, helâl,' mekruh olarak ifade edilen hükümlerdir. Şarî'in bu hükümleri vakıasına mutabık şerî delillerden (Kur'an, Sünnet, Sahabelerin İcmaı ve Fakihlerin Kıyasından) çıkar. Müslümanların Şerı hükümlerin dışında hükümlerle amel etmesi asla caiz değildir... Zira müslüman, Allah'ın şeriatına teslim olandır. Bundan dolayı müslümanlar şerî hükümlerin dışına çıkmaya muhayyer değillerdir. Zira Rabbımız Allahu Teâlâ buyuru yor ki ;

"Allah ve Resulü bir şeye hüküm verdiği zaman mü'min bir erkek ve mü'mine bir kadın için kendi işlerinden dolayı Allah'ın ve Peygamberin hükmüne aykırı olanı seçme hakkı yoktur. Kim Allah ve Resulüne isyan ederse muhakkak ki,açık bir sapıklık etmiş olur" (Ahzap  36)

"Sana indirilene ve senden evel indirilmiş . olanlara(Kitablara)iman ettiklerini iddia edenlere bakmadın mı? Onlar tağutla şerî hükümlerin dışındaki hükümlerle) muhakkeme olmayı istemektedirler. Oysa onu inkâr etmekle (tanımamakla) emr olunmuşlardır.. Şeytan onları uzak bir sapıklığa sapıtmak ister. . Onlara; Allah'ın indirdiğine ve Resulüne gelin denilince,o münafıkların senden yüz çevirip büsbütün uzaklaştıklarını görürsün."
(Nisa  60-61)

"Hayır! Rabbine and olsun ki ; onlar aralarında çıkan ihtilâflarda seni hakem kılıp sonra senin  verdiğin hükme(şeriata) içlerinde hiç bir sıkıntı olmaksızın tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar." (Nisa  65)

"Resul size neyi getirdiyse onu alın. Size neyi yasakladıysa onu bırakın. Allah'tan korkun, Allah şiddetli azab verendir." (Haşr 7)

"Artık onun(Resulullahın yani şeriatın) emrine aykırı hareket edenler kendilerine(dünyada ) bir fitne (başlarına bir belâ) gelmesinden yahut(Ahirette) pek acıklı bir azaba çarpılmasından sakınsınlar." (Nur : 62)

Bu ayeti kerimelerden de açıkça anlaşılacağı gibi Allahu Tealâ müslümanların amellerinde şerî hükümlere
uymayı tek ölçü kılmıştır. Bunun dışındaki ölçülere baş vurmayı da kat'î ifadelerle kesinlikle yasaklamıştır. 0nuun için müslümanlara bütün amellerinde şerî hükümlerin dışındaki hükümleri kendilerine ölçü alması kesinlikle haram kılınmıştır. Hatta, bu durumun imanı bir mesele olduğu da vurgulanmıştır.,,

Müslümanlar için mesele bu kadar önemli olduğu halde bilhassa günümüzde müslümanların genelinde bu meselenin önemi hemen hiç idrak edilmemiş gibidir.. Zira, müşâhade edilen genel durum bunu göstermektedir. .. Bilindiği gibi insanların ekserisi fasıktır. Yani Allahtan gelen ölçünün dışına çıkmıştır. Allah'tan gelen ölçüyü hayatın tüm sahasında hiç itibara almamışlardır. . . Allahu Teâla bu insanlara uymayı Resulünün şahsında tüm müslümanlara kesinlikle yasaklamış olmasına rağmen,bugün müslümanların halinin insanların o genel halinden (ölçüsüzlük açısından) farkı yok gibidir..

İşte bu durum, İslâm Devleti Hilâfet'e giderken yapılan çalışmada en büyük bir engel olarak karşımıza çıkmaktadır. .. Zira müslümanlara İslâmî hayata dönmelerinin gerektiğini, onun için çalışmanın gerektiğini şeri ölçüleri sunarak anlattığımız zaman; onlardan hemen o anlatılanlara teslim olmaları beklenirken bir de bakıyoruz ki, onların İslâmî ölçüden haberi yok.!.,Dolayısıyla başka başka ölçülere sahipler. .. Ve o ölçülerle size karşı çıkıyorlar.'./

İslâma inandığını, onun mensubu olduğunu söyleyen bir ümmetin"İslâmî ölçünün" ne olduğunu idraktan yoksun oluşu kadar vahim,, acı ve zor bir durum olur mu?.. İslâmî ölçüye sahip olmayan insanlara siz İslâmî mükellefiyetleri nasıl anlatırsınız ki?. Hatta işin daha acı ve zor olan yönü İslâm için çalıştığını söyleyen Islamı ağzından düşürmeyen kişi ve çevrelerin dahi İslâmî ölçüden uzak oluşları, onun mudriki olmayışlarıdır....

MÜSLÜMANLARIN GENELİNDE YERLEŞİK İSLAM DIŞI ÖLÇÜLER
Günümüzde müslüman fert ve toplulukların genelde tabî oldukları ölçülerin şunlar olduğunu görüyoruz,(ne yazık ki)

- Beşerî kanunlar, örfler ve değer hükümleri  Müslüman için asla ölçü olmaması, gerekirken; kendilerinin müslüman olduğunu söyleyen bir çok kişi ve çevrelerin bu ölçülerle amel eder olduklarını görmekteyiz. Onların,bu ölçüleri terk etmedikçe İslâmî ve İslâmî hayatı ve onun için çalışmanın gereğini anlamaları da kesinlikle mümkün değil dir! . .

- Şahsî liderlikler; Evet bilhassa günümüzde müslümânların ekserisi ne yazık ki bu ölçüye tabi olmaktalar. Kendilerini belirli şahısların görüş ve davranış biçimlerine teslim etmiş durumdalar. Bu durum onların akıllarını dondurmakta, gözlerini kör etmektedir. Siz onlara şerî hükümlerle gidersiniz; onlar, o kendisine tabi oldukları şahısların fikir ve görüşleriyle karşınıza çıkarlar. Serî hükümlere rağmen o şahıslara tabî olurlar, hem de bu durumun İslâmî olduğunu zannederek! .. . Halbuki kendisine teslim oldukları şahıslar(şeyhler, mürşitler, Ustadlar, ağabeyler, başkanlar v.b) en nihayet beşerdirler. Şaşarlar. Bu halleriyle de hiç bir zaman başkalarına ölçü olamazlar.. Nitekim Allah(c.c) Resulünün dışında bize hiç bir şahsı ölçü kılmamıştır... Hakikat bu iken;o belirli şahışları ölçü almak, onlarda vukuu bulacak hata ve sapıklıklara da tabî olmayı zorunlu kılmaktadır. Zira o tabi olan şahısların akılları donmuş, gözleri kör olmuş, hidayeti göremez olmuşlardır. Nitekim, şerî hükümlerle içinde bulundukları yanlışları ve yerine getirmeleri gereken sorumlulukları, sizin onlara göstermenize rağmen onlar göremiyor ve anlayamıyorlar..
Bu karşımızda aşılması gereken bir engel değil de nedir?...

- Menfaatlar(kârlar ve zararlar) : Aslında müslüman olmayanların özellikle kapitalist ideolojinin mensuplarının ölçüsü olmasına rağmen ne yazık ki bugün bu ölçü genelde müslümanların tâ iliklerine kadar işlemiş gibidir.. Her şeye menfaat açısından bakmaktalar. Menfaatlerin olduğu yerde şerî hükümleri çiğneme pahasına da olsa ameller işleyebilmekteler.. Hatta bu ölçünün boyutları öyle genişlemiş ki müslümanlar arasında... İslâm için çalıştığını söyleyen bir çok kişi ve çevrelerde bile bu
sahada çalışırken dahi ■'menfaat ölçüsünün" hakim olduğunu müşühade etmekteyiz... Nitekim, "teşkilâtın menfaati", "müslümanların menfaati" ■'İslâm davasının menfaati" vb. tabirlerle menfaatin onların her haline hakim olduğunu görürsünüz... Halbuki müslüman, bu isimler altında dahi olsa menfaata göre amel edemez... 0 ancak şerî hükümlerle amel etmelidir, velevki çeşitli açılârdan menfaata ters düştüğünü görse de...

- Aklî hükümler  Bu da çok yaygın bir ölçü durumuna geldi müslümanlar arasında... Bir konuda Allah'ın hükmü var iken, o konuda 'bana göre aslında şu şöyle olmalıdır', 'akla mantığa terstir' diyenler çok ortalıkta... Bunlara 'şeytanın dostları' desek yanlış olmaz. Çünkü Allah'ın "Adem'e secde edin" diye bir emri varken, şeytan ona teslim olma yerine "0 topraktan ben ise ateşten yaratıldım. Ateş topraktan üstündür" diyerek-kendisinden bir hükümle yani bir nevî aklî hükümle amel etti de "tağut",- "azgın isyancı", "mel'un" oldu... Allah'ın hükümleri yani şerî hükümleri ölçü almayıp da aklî hükümlerle amel etmek şeytanın ameli ile amel etmektir...

Bu durumda o kadar yaygınlaşmıştır ki; İslâm adına faaliyet yaptığını söyleyen bir çok kişi ve çevreler de kendisini göstermektedir..
0 kişileri, adetâ aklı şeriata hakim kılma uğraşısı içinde görürsünüz! . . Şerî hükümleri, akla uygun düşüyorsa alıyorlar, akla uygun görmüyorlarsa terkadiyorlar.' ..
Bazen bu durum pragmatizm olarak tezahür ediyor. Yani, amellerin hükümlerini neticesinden alıyorlar... Neticesini aklen zararlı görüyorlarsa; işlemeyi, şerî hüküm emretse dahi o ameli terk ediyorlar.... Böylece aklî hükmü şerî hükmün üstüne çıkarıyorlar. . .

Ne yazık ki aklın çeşitli şekillerde ölçü alınışı İslâmî bildiğini söyleyen ya da kendilerine halk’ tarafından ulema denilen kesimde de yaygın bir şekilde görülüyor. . -. Meselâ siz; İslâmî hayatın tekrar başlaması için gerekli olan Hilâfet Devleti'nin kurulması yolunda çalışmanın farz oluşunu ve bu çalışmanın keyfiyetini şerî delilleriyle gösterdiğiniz halde; o kişilerin bu işin neticesinin rizikolu, tehlikeli oluşundan dolayı bu şerî hükümlerle amel etmekten kaçındıklarını görürsünüz...

Islâmın dışındaki her türlü ölçü aslında şer' an 'ölçüsüzlük" demektir. Çünkü -Allahu Teâlâ, kendi gönderdiği Dinin dışında tabî olunan yani ölçü olarak alınan her şeyi red etmiştir..

"Muhakkak ki Allah indinde Din ancak İslâm dır..." (Ali İmran 19)

"Şu emrettiğim yol Benim dosdoğru yolumdur. Hep ona uyun başka yollara ve Dinlere uyup gitmeyin ki sizi onun yolundan saptırıp parçalamasınlar. İşte Allah, kötülükten sakınasınız diye bunları emretti." (En'am  153)



O halde müslümanlara hayatlarının her sahasında sadece İslâmî ölçüyü almalarının ve tüm yaşamlarında_sadece ona uymalarının İslâm akidesinin gereği olduğunu. . . İslâmî ölçünün dışındaki ölçülerin kendilerini dünyada zelil Ahirette de hüsrana uğrayanlardan kıldığını hatırlatıyoruz. Bu iki kayıptan kurtulmaları için gayri İslâmî ölçüleri  tamamen terk edip İslâmî ölçüyü almaya ve ona bağımlı olarak da İslâmî hayatan gereği olan ve de farz olan Hilâfet Devleti "'nin kurulması için ihlâsla çalışmaya çağırıyoruz... Zira İslâmî ölçüye tabî olmak, dünya ve Ahirette saadetin kaynağıdır...

"Ey iman edenler.' Allah ve Resulü sizi size hayat verene davet edince onlara icabet ediniz" (Enfal ı 24)

ÖLÇÜ- - .
Şahıslar ölçü olmaz,
Ey Muhammed ümmeti. Ölçü : Hak'kın Kitabı Ve Resulünün Sünneti.
EBU AHMED







28 Mayıs 2015 Perşembe

MÜSLUMANLAR VARLIKLARINI KORUMA UĞRUNA DA OLSA İSLÂMÎ KİŞİLİK VE TAVIRDAN VAZGEÇMEMELİDİRLER -1-

Tüm dünya genelinde çağdaş tağutlar ve avaneleri kâfirler İslâm’a ve müslümanlara karşı topyekün savaş açmış durumdadırlar, bu savaşlarını, “Islâm tehlikesi”, “İslâm radikalizmi”, “İslâm fundamentalizmi”, “siyasal İslâm”, “İslâm terörü”, “aşırı dincilik”, “irtica” gibi sloganik naralar atarak sürdürmektedirler. Böylesi naralar atarak dünyanın çeşitli yerlerinde çeşitli üsluplar kullanarak İslâm’a ve müslümanlara saldırılarda bulunmaktadırlar. Çağdaş tağutların ve kâfirlerin bu saldırılarının bir kaç nedeni vardır.

KAFİRLERİN SALDIRI SEBEPLERİ

1-Allah’u Teâla’nın da belirttiği gibi onların İslâm’a ve müslümanlara karşı kalplerinde besledikleri kin ve düşmanlıktır.

Allah'u Teâla bunu şöyle belirtmektedir:


“Şüphesiz kâfirler size apaçık düşmandırlar.” (Nisa: 101)

“Ey iman edenler! Kendi dışınızdakileri (kâfirleri) yakın çevre edinmeyin. Çünkü onlar size fenalık etmekten geri durmazlar, size sıkıntı verecek şeyi isteyip dururlar. Gerçekten kin ve düşmanlıkları ağızlarından (dökülen sözlerinden) belli olmuştur. İçlerinde sakladıkları (düşmanlıkları) ise daha büyüktür.” (Ali İmran: 118)

“Onlar eğer güçleri yeterse, sizi dininizden geri döndürünceye kadar size karşı savaşa devam ederler.” (Bakara: 217)

“Şayet onlar sizi ele geçirirlerse size düşman kesilirler, size ellerini ve dillerini kötülükle uzatırlar. Zaten inkâr edivermenizi istemektedirler.” (Mümtehine: 2)

Evet kâfirler ellerindeki çeşitli maddi güçleri bu tıynıyetleri (tabiatları) doğrultusunda İslâm’a ve müslümanlara karşı açtıkları topyekün savaşta kullanmaktadırlar.

2-İdeolojik geleceklerinin ve sistemlerinin geleceğini güvencede göremiyorlar.

Çünkü sistemlerinin köhneliği, kokuşmuşluğu, iflası artık gizlenemez hale gelmiştir. İslâm’ı da bu açıdan kendileri için tehlike görmektedirler. Onun için İslâm’ın hayat veren aydınlığını karartmaya ve müslümanları da dinlerinden döndürmeye, insanların Allah’ın yoluna gitmelerine engel olmaya çalışmaktadırlar. Son dönemdeki hırçınlıkları da kötü akibetlerinin yakın olduğunu hissetmelerindendir. Allahu Teâla kâfirlerin bu zaaflarını ve tıynıyetlerini de şöyle izah etmektedir:

“Ehli kitaptan çoğu, hak ve doğru olan kendilerine apaçık belli olduktan sonra sırf içlerindeki kıskançlıktan ötürü sizi imanınızdan vazgeçirip küfre döndürmek isterler.” (Bakara: 109)

“Onlar, Allah’ın nurunu (İslâm’ı) ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Halbuki kâfirler hoşlanmasalar da Allah nurunu tamamlamaktan asla vazgeçmez.” (Tevbe:32)

“De ki: Ey kitap ehli! (Gerçeği) görüp bildiğiniz halde niçin Allah’ın yolunu eğri göstermeye yeltenerek mü’minleri Allah yolundan saptırmaya kalkışıyorsunuz? Allah yaptıklarınıza tamamıyla şahiddir. Ey iman edenler! Kendilerine kitap verilenlerden bir gruba uyarsanız, imanınızdan sonra sizi çevirip kâfirler haline getirirler.”^Ali imran 99-100)

“Şüphesiz ki inkâr edenler (kâfirler) mallarını insanları Allah yolundan saptırmak için harcıyorlar. Daha da harcayacaklar. Ama sonunda bu onlara yürek acısı olacak ve en sonunda mağlup olacaklardır. Kâfirlikte ısrar edenler ise cehenneme sürükleneceklerdir.” (Enfal: 36)
Not.2015 bu ayetin meali bu gün orta doğudaki savaşta bariz olarak görülmektedir.
İslâm’ın aleyhinde, karalama, saptırma, hakla batılı karıştırma, müslümanların kafalarını karıştırmaya yönelik faaliyetlerin yoğunluğunun arka planında işte bu tiyniyetler vardır.

3-Kâfirler dünya hayatına, malına ve zevkine düşkündürler.

Bu mal ve şehvet düşkünlükleri onların gözünü bürümekte ve bütün dünyanın kendilerine ait olmasını istemektedirler. Bu egoist (bencil) hırs, onları başka insanların özellikle de müslümanların mal ve servetlerini sömürmeye, haksızca ele geçirmeye sevk ettirmektedir. Bunun önünde tek engel olarak da İslâm’ı ve İslâmi bakış açısını görmektedirler. Onun için de hırçınlaşmaktadırlar.

“Ey iman edenler! Bilin ki; hahamlardan ve rahiplerden bir çoğu, insanları Allah yolundan saptırarak mallarını haksız yollardan yerler!” (Tevbe: 34)


“Küfredenler ise, zevklenirler ve hayvanların yediği gibi yerler. Onların yeri ateştir.” (Muhammed 12)


“(Kâfir kimse) yönetime geldiğinde, yeryüzünde bozgunculuk etmeye, ekinleri tahrip edip nesilleri helâk etmeye koşar. Allah bozgunculuğu sevmez.” (Bakara: 205)

4-Kâfirler, Allah’ın indirdiklerinden hoşlanmazlar, onu kerih görürler.

“İnkar edenlere ise, yıkım ve yokluk olsun! Allah onların işlerini boşa çıkarır (Allah) onların amellerini şaşırtmıştır. Bunun sebebi, Allah’ın indirdiğinden hoşlanmamalarıdır (onu kerih görmeleridir). Allah da onların amellerini boşa çıkarmıştır.” (Muhammed 8-9)

“Andolsun ki, Biz, bu Kuran’da öğüt alıp düşünsünler diye çeşitli açıklamalar yaptık. Oysa bu, ancak onların daha da nefretle uzaklaşmalarını artırdı.” (isra: 41)

“Sen Kur’an’da Rabbini tek (bir ilah) olarak andığın zaman, nefretle uzaklaşarak gerisin geriye giderler.” (İsra: 46)

Onun içindir ki Allah’ın indirdikleriyle yönetime, şeriata, Hilâfet’e karşıdırlar. Onun içindir ki “Allahu Ekber”, “La ilahe illallah” kelime-i tayyibelerinden dahi hoşlanmazlar. Allah’ın her emrini çirkin, her yasağını güzel bulurlar... Meselâ; Hilâfet’i çirkin, demokrasiyi ya da cumhuriyeti güzel görürler. Tesettürü çirkin, güzellik yarışması dedikleri açılıp saçılma, fuhşiyat yarışmalarını vb. güzel görürler.

Dünü, bugünü ve yarını ile tüm kâfirlerin tıyniyetleri budur. Bu tıyniyetleri değişecek de değildir. Onun için onların bugün çeşitli üsluplarla çeşitli yerlerde müslümanlara ve İslâm’a karşı topyekün savaş ilân etmeleri de o tıyniyetlerinin gereğidir.

Tüm dünyada, özellikle de halkı müslüman ülkelerde ve onlardan birisi olan Türkiye’de çağdaş tağutlar, kâfirler ve avaneleri zalimler, İslâm’a ve müslümanlara karşı şu üsluplarla savaş etmektedirler:

KAFFİRLERİN SALDIRI ÜSLUPLARI

1- Katliam-sürgün:

Müslümanları katletmek, yerlerinden yurtlarından göçe zorlamak, hapse atmak yöntemleri. Filistin, Bosna, Kosava, Karabağ, Keşmir, Filipinler, Cezayir gibi yerlerde açık katliamlar. Mısır, Tunus, Suudi Arabistan, Irak, Suriye, Türkiye gibi yerlerde inançlarından dolayı müslümanların nasıl zulümlere maruz kaldıkları ortadadır. Bu ülkelerdeki çağdaş zorbalar, tağuti rejimler müslüman halkların başlarının belası olmuş, ülkeyi bir açıkhava hapishanesine çevirmişlerdir. Birçok müslümanı da yerlerinden yurtlarından sürgün etmişlerdir. Yani kâfirliklerini yapmışlardır.

“Onlar (kâfirler) eğer güçleri yeterse, sizi dininizden geri döndürünceye kadar size karşı savaşa devam ederler.” (Bakara: 217)


“Onlar; başka değil, sırf ‘Rabbımız Allah’tır’ dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir.” (Hac: 40)

Bugün de yeryüzünde bir çok müslüman sırf Rabbımız Allah deyip inançları doğrultusunda yaşamak istedikleri için bu tür zulümlere maruz kalmaktadırlar.

2- Hakkı batılla karıştırmak ve hakikatları tahrif etmek:

Müslümanları dinlerinde fitneye düşürmek için hak batıl birbirine karıştırılmakta, İslâm’ın kavram ve hakikatları kasıtlı olarak tahrif
edilmeye çakşılmaktadır. Zaten hak ve batık birbirine karıştırmak, hakkı ketmetmek (örtmek ve kavramları, hakikatları saptırmak) tahrif etmek kâfirlerin tek sermayeleridir, sürekli başvurdukları yöntemlerindendir. Buna da Allahu Teâla şöyle dikkat çekmektedir:

“Kitap ehlinden bir kısmı istediler ki ne yapıp edip sizi saptırabilsinler. Oysa onlar sadece kendilerini saptırırlar da farkına bile varmazlar. Ey kitap ehli! (Gerçeği) görüp bildiğiniz halde niçin Allah’ın ayetlerini inkâr edersiniz? Ey kitap ehli! Neden hakkı batıla karıştırıyor ve bile bile hakkı gizliyorsunuz?”
(Ali İmran: 69-71)

“Hakkı batıl ile karıştırmayın, bilerek hakkı gizlemeyin.” (Bakara: 42)

“Ahidlerini bozmaları sebebiyle onları lânetledik ve kalplerini katılaştırdık. Onlar kendilerine zikredilen ahkâmın önemli bir bölümünü unutarak kelimelerin yerlerini tahrif ederler. İçlerinden
pek azı hariç, onlardan daima bir hainlik görürsün.” (Maide: 13)

“Şimdi (ey mü’minler) onların size inanacaklarını mı sanıyorsunuz? Gerçek şu ki; onlardan bir zümre vardır ki Allah’ın kelamı nı işitirler sonra onu aklettikleri halde bile bile tahrif ederler.”
(Bakara: 75)

“Vay haline o kimselerin ki kitabı elleriyle yazarlar sonra o yazdıklarını az bir paha karşılığında satmak için ‘bu Allah’tandır’ derler. Elleriyle yazdıklarından ötürü vay haline onların! Yine kazandıklarından ötürü vah haline onların!” (Bakara: 79)

İşte bu tıyniyetli çağdaş kâfirler de Hak Dini tahrif çalışmalarını sürdürmektedirler. Bu çerçevede mesela şunları yapmaktadırlar:

a-İslâm’da cihat vardır. Cihat yeryüzünde fitnenin yani Allah’a kulluğa ve Allah yoluna mani olan her türlü maddi engelin (devlet, ordu, nizam gibi engellerin) ortadan kaldırılması ve Allah’ın indirdikleriyle yönetimin hakim kılınması için savaşmaktır. İşte bu gerçeği gizleyip İslâm barış ve diyalog dinidir, diye tahrif etmek istiyorlar... Böylelikle kâfirler kendi siyasi varlıkları için en büyük tehdit olarak gördükleri cihat kavramım müslümanların zihinlerinden silmek istiyorlar.

b-İslâm hoşgörü dinidir, diyerek küfrü, zulmü, münkeri, fışkı hoşgörmeye; tağutu, kâfiri, zalimi, mücrimi, fasıkı hoş görmeye davet ediyorlar. Böylelikle bütün bunlara karşı red tavrı ile keskin kılıç olan İslâm hakikati tahrif ediliyor.

c-İslâm’da yönetim sistemi yoktur da şura vardır. Öyleyse demokrasi ve cumhuriyet İslâm’dandır, diyerek İslâm’daki yönetim sistemi olan Hilâfet gerçeği inkâr edilmekte ya da gizlenmek ve İslâm’daki şura hakikatına demokrasi ve cumhuriyet batılı karıştırılmak istenmektedir.

d-Siyaset insanın sosyal ve siyasal yaşantısının belirli bir fikir ve sistemle düzenlenmesidir. İslâm da insan hayatının tamamını düzenlemek için ve yaşantının tamamında insanın Allah’a kul olmasını sağlamak için Allah’ın Rasulü ile vahiy yoluyla gönderdiği, kemâle erdirdiği ve razı olduğu son tek hak dindir. O halde bu din, ruhi ve siyasi yönü bariz ve birbirinden ayrılmayan bir dindir. Bu hakikata rağmen İslâm siyasi bir din değildir. Siyaset pisliktir. Siyasal İslâm da pisliktir. Fundamentalistlik, radikallik aşırılıktır, diyerek İslâm’ın siyasi gerçeği inkâr edilmekte ya da tahrif edilmek istenmektedir.

e-İslâm, gönderilişinden sonraki tüm zamanlar ve mekanlardaki tüm insanlara hitap eden evrensel bir din olduğu halde onu milli ve yöresel bir din haline getirmeye çalışmaktalar. Türkiye İslâm’ı, Arap İslâm’ı, İran İslâm’ı gibi tabirlerle İslâm hakikatına bölgecilik ve milliyetçilik batılları karıştırılmak istenmektedir. Hatta Türkçe ibadet, Türkçe ezan, Türkçe Kur’an gibi tabirlerle zihinler kirletilmek istenmektedir.

f-“Hadislerin bazıları uydurma ve zayıftır, onun için hadislere gerek yoktur, Kur’an bize yeter, Kur’an Islâm’ı” diyerek insanları Kur’an pratiğinden uzaklaştırmak ve Dinden saptırmak istemektedirler. Nitekim şimdi “Kur’an Islâm’ı” diyenler Kur’an’ın açık muhkem hükümlerini dahi kabul etmiyorlar ve şeytani bir üslupla diyorlar ki; “Kur’an, hükümler kitabı değil ilkeler kitabıdır, ilkeler de her çağa ve şartlara göre yorumlanır.” Böylece de tamamen dinden sapıyorlar. Meselâ; Kur’an’da hırsızlık yapmanın cezası, hırsızın elinin kesilmesi olarak gösterilmişken, “Asıl olan hırsızlığın yasak kılınmasıdır, el kesme hükmü değildir” diyerek dinden sapıyorlar. Heva ve heveslerini ilah ediniyorlar. Bütün bunlar gösteriyor ki, Rasulullah’m sünnetinin teşri değerini inkâr edip de hidayette kalmak mümkün değildir.

3- Müslümanları tamamen sindirmeye yönelik faaliyetler: Bu tür faaliyetler, zamanın tağutu firavunların tıyniyeti işlerdendir. Firavunlar Allah’ın indirdiği risalete, hidayete, dine, yaşam tarzına tabi olanları hep yasalarla tehdit ediyorlar, kadınlarını fuhşa teşvik ediyorlar, çocuklarını öldürüyorlardı. İşte bunu gösteren bir kaç ayeti kerime:

“Bilinmelidir ki kâfirlerin ne malları ne de evlatları Allah huzurunda kendilerine bir fayda sağlamayacaktır. İşte onlar cehennemin yakıtlarıdırlar, (onların yolu) Firavun hanedanının ve onlardan öncekilerin tuttuğu yola benzer. Zira onlar bizim ayetlerimizi yalanladılar. Allah da kendilerini günahları yüzünden yakalayıverdi. Allah’ın cezası çok şiddetlidir.” (Ali İmran: 10-11)

“Firavun dedi ki; Ben size izin vermeden ona iman mı ettiniz? Bu hiç şüphesiz şehirde (Mısır’da) (kipti olan) halkını oradan çıkarmak için kurduğunuz bir tuzaktır. Ama yakında (başınıza gelecekleri) bileceksiniz. Mutlaka ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim, sonra da hepinizi asacağım.” (A’raf: 123-124)

“Firavun kavminden ileri gelenler dediler ki; Musa’yı ve kavmini, seni ve tanrılarını bırakıp yeryüzünde bozgunculuk çıkarsınlar (halkı senin aleyhine) kışkırtsınlar diye bırakacak mısın? (Firavun ise); Biz onların oğullarını öldürüp kadınlarını hayat kadını yapacağız. Elbette ki biz onları ezecek üstünlükteyiz, dedi.” (A’raf: 127)

“Kavminden ileri gelen kibirliler dediler ki; Ey Şuayb! Kesinlikle seni ve seninle beraber inananları memleketimizden çıkaracağız, yahut dinimize döneceksiniz.” (A’raf: 88)
“Kavminin ileri gelen kafirleri dediler ki; Eğer Şuayb’e tabi olursanız, o takdirde siz mutlaka ziyana uğrarsınız.” (A’raf: 90)

Çağdaş Firavunlar ve müstekbirler de aynı çizgide icraatlar yapıyorlar. Meselâ, şunları yapıyorlar:

a-)Allah’ın dinine samimiyetle bağlı kalıp onu hayatta hakim kılmak için samimiyetle çalışmayı Firavun gibi irtica, bozgunculuk olarak kötüleyerek en ağır cezalar gerektiren en büyük suç, kendi
varlıklarını tehdit eden en birinci düşman ilân ediyorlar. “İrticaya karşı topyekün savaş”, “irtica, en öncelikli düşman”, “Irticayı ortadan kaldırmaya yemin ettik”, “irtica ile mücadele yasaları” v.b. tamtamlar ile müslümanları tehdit ediyorlar. Korkutmak, sindirmek istiyorlar. Hapse atıyor, işlerinden kovuyorlar. Hatta faili meçhul yöntemlerle öldürüyorlar.

b-)Allah’ın emri olan tesettürü ve başörtüsünü yasaklayarak. Firavun ve ileri gelenlerinin tiniyeti ile müslüman kadınlarını fuhşiyata zorluyorlar. .. Kadınları tesettürlerinden soyarak şehvetlerine malzeme yapmak istiyorlar... Bu maksatla müslüman kadınları okulda, devlet dairelerinde hatta iş takibi esnasında dahi başlarını açmaya zorluyorlar. Türkiye’de olduğu gibi. Tunus’de ise sokaklarda dahi başörtüsünü yasaklıyorlar...

c-)Müslümanlara, çocuklarına Kur’an ve dinlerini öğretmeleri yasaklanıyor. .. Bu hususta ısrarcı olanlar ise mürteci diyerek en ağır şekilde cezalandırılmakla tehdit ediliyorlar.

d-)Müslümanların inançları hep alay konusu edilerek, onlar tahkir ediliyorlar. “Çağdışılık”, “gericilik”, “karanlıkçılık” gibi karalamalara maruz bırakılıyorlar. Böylelikle müslümanlar sindirilmek, pıstırılmak ve Islâmi kişilikten hatta duygulardan tamamen soyutlanmak istenmektedir...

MÜSLÜMANLARIN SERGİLEMEKTE OLDUKLARI TEPKİLER

Bütün bu yapılanlar karşısında müslümanların şu tür tavırlar ve tepkiler sergiledikleri müşahade edilmektedir:

1 -Hep savunmaya geçmek, Kompleksle tepki göstermek.

Bu durumda, kâfirlerin kendilerine ve inançlarına yönelik karalama saldırılarına karşı hep öyle olmadığını gösterip kâfirleri hoşnut etmeye yönelik gayretler içine girdikleri görülmekte... Bu da hakkı batılla karıştırmaya sevketmekte... Ayrıca kâfirlere daha da saldırgan olmaları hususunda cesaret kazandırmaktadır. Allahu Teâla bu tavrı şöyle nehyetmektedir:


“Gevşeklik göstermeyin, üzüntüye kapılmayın. Eğer inanıyorsanız üstün olan sizsiniz.” (Ali Imran: 139)

2- Hoşgörü diyalog anlayışı içinde tepki göstermek.

Hep buna çağırmak ‘Sana bir tokat atana öbür yüzünü çevir anlayışı ile hareket etmek. Bu da kâfirlere ve tüm küfürlerine, zulümlerine karşı müslümanları tepkisiz, duyarsız hale getirmekte ve hatta zelil (itibarsız, ağırlıksız) kılmaktadır.

3- Sevgiyle yaklaşmak (kucaklayıcı) olmak.
Kim sevilecek, seveceksin, kim kucaklanacak!? Küfrü, zulmü, fışkı, münkeri sevmek-benimsemek mümkün olamaz. Bunların ehlini yani kâfirleri, zalimleri, fasıkları, mücrimleri sevmek, kucaklamak da mümkün olamaz. Sen sevsen de o seni sevmez!... Nitekim Allahu Teâla şöyle buyuruyor:

“İşte siz öyle kimselersiniz ki, onlar sizi sevmedikleri halde ve siz (Allah’ın) Kitabı’nın tamamına inandığınız halde onları seveceksiniz.” (Ali İmran: 119)

4-Ya da bütün olanlara karşı hiç bir şey olmamış gibi tepkisiz kalmak, hep geri adım atmak.

Bu da bir müslümanda hiç olmaması gereken duyarsızlıktır.

Bu tavırları şair şu mısraları ile veciz bir şekilde ifade etmektedir:

Yamadık dünyamızı yırtarak dinimizden

Din de gitti dünya da gitti elimizden

Bütün bu tür tavırlar kesinlikle İslâm’ın red ettiği tavırlar olduğu gibi müslümanlara ne izzet, nusret, kuvvet, üstünlük kazandırır ya da başlarına kâfirlerin getirdiği çeşitli zulüm ve zulümatı defedebilir. Hatta diyebiliriz ki, müslümanların karşısında kâfirlerin böylesine küstah ve cesur olmalarını sağlayan müslümanların sergiledikleri bu tür tavırlardır. Çünkü böylesine silik ve zelil tavırlar imanın heybetini müslümanların üzerinden kaldırıp, onun kâfirlerin kalbinde oluşturduğu korkuyu gidermekte ve müslümanları korkak, ürkek, pısırık konuma düşürmektedir. Dünya sevgisi ve ölümü kerih görme haline düşünce de sel önünde sürüklenen çer çöp gibi ağırlıksız, mevkisiz bir konumuna düşmekteler, sayıları ne kadar çok olsa da. Nitekim bu durumu 

Rasul (s.a.v.) şöyle belirtmiştir:

“Yemek yiyen obur kimselerin yemek sofrasına üşüştükleri gibi çeşitli din mensuplarının (kâfirlerin) size karşı birleşip üşüşmeleri yakındır. Birisi sordu: Acaba o zaman biz sayıca az mı olacağız? Hayır bilakis siz o zaman sayıca çok olacaksınız. Fakat siz, selin önünde sürüklenen çerçöp gibi olacaksınız. Allah düşmanlarınızın kalbinden sizin korkunuzu çıkartacaktır. Sizin kalbinize de ‘vehen’ atacaktır, buyurdu. Vehen nedir, ey Allah’ın Rasulü? Diye sorduklarında şöyle buyurdu: Dünya sevgisi ve ölümü kerih görmektir.” (Ebu Davud, Melâhim, 3745)

Bütün İslâm aleminde durum maalesef bu merkezde. Nitekim:

-Türkiye’de bir avuç yahudi bozuntusu dönme laik-kemalist olgu, müslüman olan halka karşı nasıl sindirme icraatları içine girdiler! İslâm’a ve müslümanlara
saldırmaktalar. İktidarlarını zulümle sürdürmekteler.

-Suriye’de bir avuç Nusayri-kâfir alevi, müslüman halkın önünde zulüm iktidarlarını sürdürmektedir.

- Irak’ta bir avuç Baasçı kâfir yıllarca müslümanlara kan kusturmaktadır.

- Mısır’da bir avuç kipti Mısır’daki müslüman halka zulüm etmektedir.

-Cezayir’de bir avuç Fransız bozuntusu kâfir cunta halkı katletmektedir.

-Suudi Arabistan’da bir avuç pion Suud ailesi halkın dünyalarını karartmaktadır.

-İran’da bir avuç mezhepçi-kavmiyetçi zümre İran halkını kandırmaktadır.

-Pakistan’da bir avuç Kadıyani müslüman halkı birbirine düşürmektedir. v.b.

-Bütün Ortaaysa-Kafkasya’daki halkı müslüman ülkelerde bir avuç Rus uşağı komünist artıkları halkın başında bela olmaktadırlar.

İşte bütün bu manzaranın sebebi, müslümanlarm dost-düşman hak-batıl tespitinde İslâm akidesini esas almayışları, İslâmi bakış ve İslâmi şahsiyetten ve bunların gerektirdiği İslâmi tavırdan yoksun oluşlarıdır.

İSLÂMİ TAVIR NEDİR?

Peki müslümanlara yönelik bütün bu baskı, zulüm, saptırmalara, saldıralara karşı takınmaları gereken Islâmi tavır nedir? Sorusuna gelince: Elbette ki bu sorunun cevabını da akidemiz gereği olarak Yüce Rabbımız Allahu Teâla’nın hitabında aramamız gerekmektedir. Bu hususla ilgili bir kaç ayeti kerimeye dikkatleri çekmek istiyoruz:

“De ki; O ancak bir tek ilahtır. Ben sizin ortak koştuklarınızdan uzağım.” (En’am: 19)

“İbrahim’de ve onunla beraber olanlarda sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki; Biz sizden ve sizin Allah’tan başka taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz (reddediyoruz). Siz bir tek Allah’a inanıncaya kadar sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve Öfke belirtmiştir.” (Mümtehine: 4)

“De ki; Ey kâfirler! Ben sizin tapmakta olduklarınıza tapmam. Şu anda siz de benim kulluk ettiğime kulluk etmiyorsunuz. Ben de sizin taptıklarınıza asla tapacak değilim. Siz de benim kulluk ettiğime kulluk etmezsiniz. O halde sizin dininiz size, benim dinim bana.” (Kafirin: 1-6)


“Onlar seni yalanlarsa de ki; Benim işim bana, sizin işiniz de size aittir. Siz benim yaptığımdan uzaksınız, ben de sizin yaptığınızdan uzağım” (Yunus: 41)

Bu ayeti kerimelerde görüldüğü gibi Allah’u Teâla, Resulünden ve ona tabi olanlardan; kâfirlere, müşriklere karşı kesin red tavrı ortaya koymalarını talep etmektedir. İnanç, fikir, söylem ve eylem bazında onlardan olmadıklarını, müslüman olduklarını açıkça ilân etmelerini talep etmektedir. Bilinen bir usulü tefsir kaidesine göre Allah’u Teâla’nın Resulüne hitabı, ona hasredilmedikçe ümmetine de hitaptır. Buna göre Allah müminlerden, müşriklere, kâfirlere karşı “Biz sizden değiliz,sizin inanç ve fikirlerinizi, eylemlerinizi benimsemiyor ve paylaşmıyoruz. Bizim safımız budur. Bu safımız ve tavrımızı da değiştirici değiliz” tavrını sergilemelerini talep etmektedir.

Buna göre bugün müslümanlar çağdaş müşriklere, laiklere, kemalistlere, demokratlara ya da krallara karşı “Biz laikliği, kemalizmi, demokrasiyi, liberalizmi, krallığı benimsemiyoruz. Biz müslümanız” demeleri gerekmektedir. Yoksa laik, kemalist, demokrat, liberalist, krala olduğunu söylemeleri, bu düşünce ve sistem kalıplarında, eylemlerde bulunmaları değil!..

Allahu Teâla müminlerden Kelime-i Tevhid çizgisinde kesin Islâmi tavır ortaya koymalarını talep ediyor ve nusretini, yardımını bu çizgide sebat etmeye bağlı kılıyor. Nitekim şöyle buyuruyor:

“Allah iman edenleri dünya hayatında da ahirette de sabit söz ile (kelime-i tevhid ile) ayaklarını sabit kılar. Allah zalimleri ise şaşırtır. Allah dilediğini yapar.”
(İbrahim; 27)

Yani “Lailahe illallah” kelimei tevhidinde sabit kalıp o çizgide tavır sergileyenlerin ayakları dünyada hidayetin dışına çıkmaz. Ahirette de azaba düşmez. Allah o ayakları sabit kılar. Zalimler ise kelime-i tevhid çizgisini yani hidayeti görüp benimsemeyenler, benimseyip gereğini yapmayanlardır. Allah öylesi kimseleri de ne yapacağını bilmezliğin şaşkınlığına düşürür de doğruyu göremez olurlar.


“De ki; Şüphesiz benim namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümümün hepsi alemlerin Rabbı Allah içindir. O’nun ortağı yoktur. Bana böyle emrolundu. Ve ben müslümanların ilkiyim.” (Erfam 162-163)

Peygambere hitap kendisine hasr olunmamışsa ümmetine de hitaptır. Burada da öyle bir hasr söz konusu değildir. O halde; “Ey müslümanlar şöyle deyin: Bizim namazımız, ibadetlerimiz, hayatımız, ölümümüz alemlerin Rabbı Allah içindir. O’nun hiç bir ortağı yoktur. Hayatımızda O’ndan başka kimsenin hükümranlığını kabul etmeyiz. Böyle olmakla emrolunduk. Biz müslümanlarız, deyin” demektir.

İşte Allah (c.c.) bizim söylem, eylem, tavır ve kişiliğimizi böyle tayin ve talep ediyor.


“Ben müslümanlardanım deyip salih amel işleyerek insanları Allah’a davet eden kimsenin sözünden daha güzel SÖzlÜ kim Olur?” (Fussüet: 33)

Allahu Teâla’nın bu şekilde methettiği bir husus, şiddetle talep ettiği bir husustur. Öyle olmayı farz kılmaktadır. Yani İslâm şahsiyetini söz ve eylemle izhar edip şeri hükümlerle kayıtlı kalarak Allahın dininin hakimiyetine davet etmeyi farz kılmaktadır.


“De ki; Ey kitap ehli! Sizinle
bizim aramızda eşit bir kelimeye (kelime-i tevhide) geliniz. Allah’tan başkasına tapmayalım. O’na hiç bir şeyi ortak koşmayalım. Ve Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilahlaştırmasın. Eğer onlar yine yüz çevirirlerse işte o zaman; Bizim müslüman olduğumuza şahit olun, deyiniz.” (Ali İmran: 64)

ister kitap ehli olsun ister başka din ehli olsun, onlar ile müslümanlar arasında ilişki, dialog değil sadece Kelime-i Tevhid’e davet şeklinde olur. Onlar bu davete icab etmediklerinde ise müslümanlar kendi kişilik ve çizgilerini korurlar ve bunu ilan ederler. Biz müslümanız, derler, onlan küfürleri ile kabullenmezler. Ancak onlarla zimmet ahkamına göre muamele olunur. Bu durumda ise onlar müslümanların zimmetindedirler, yani müslümanlardan aşağı konumdadırlar.

Müslümanlar müslüman ismini ve kimliğini taşımaktan onur duymaktadırlar, bir kompleks ya da eziklik değil.! Zira onlara bu ismi Allah vermiştir. Ki bu kişilik ile insanlığa şahidlik yapsınlar, yani onlara risaleti hidayet ve nur olarak götürsünler.

“Peygamberin size şahid olması sizin de insanlara şahid olmanız için, gerek bundan önceki (kitaplarda) gerekse bunda (bu kitapta) size ‘müslümanlar’ ismini O (Allah) verdi. Öyle ise namazı kılın, zekatı verin ve Allah’a sarılın. O ne güzel
mevladır ve ne güzel yardımcıdır.”
(Hac: 78)

Allahu Teâla müslümanları bu kişiliklerini unutmalarından sakındırıyor. Şöyle buyurmuştur:

“Ey iman edenler! Allah’tan korkun (takvalı olun). Herkes yarına ne hazırladığına baksın. Allah’tan korkun ‘takvalı olun). Zira Allah yaptıklarınızdan haberi olandır. Allah’ı unutup da, Allah’ın da kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar fasıktırlar.” (Haşr: 18-19)

Kişinin Allah’ı unutması takvadan uzaklaşması yani amellerinde şeri hükümleri gözetmemesi ile olur. Bu durumda ısrar eden kimse ise bir müddet sonra kendisinin müslüman kişiliğini de unutup fasıklar topluluğuna karışır... Bu durum bir müslümanın başına gelebilecek en büyük felaketlerdendir. Allah korusun!

“Ey iman edenler! Allah’tan korkun (takvalı olun) ve dosdoğru söz söyleyin. Allah işlerinizi düzeltsin ve günahınızı affetsin. Kim Allah’a ve Rasulüne itaat ederse büyük bir kurtuluşa erişmiş Olur.” (Ahzab: 70-71)

Rabbımız Allahu Teâla, mü’minlerden batıl-yanlış, kaypak, muğlak söz değil dost doğru hak söz söylemeyi talep ediyor. Bunu takvalı olmanın gereği kılıyor. Kavli ile fiili, söylemi ile eylemi İslâmi açıdan tutarlı olduğunda, Allah mümin kullarının işlerini düzelteceğini ve günahlarını affedeceğini de vaad ediyor. Bu çerçevede Allah ve Rasulüne itaatin, mümini büyük kurtuluşa eriştireceğini de bildiriyor. Yani dünyada dalalet ve zilletten, ahirette ise azaptan-hüsrandan kurtuluş...

İşte bu ve benzeri bir çok ayeti kerimeler ile Allahu Teâla müminlerden kâfirlere karşı nasıl tavır takınacaklarını açıkça ortaya koymakta ve bu çizgiden çıkmaktan onları sakındırmaktadır. Bazılarının zannettikleri gibi Rabbımızın müminlerden talep ettiği bu tavır müminlerin güçlü oldukları dönemlere mahsus bir tavır değildir. Bilakis Allahu Teâla’nın bu talebi müminlerin en zayıf oldukları dönemlerde gelmiştir. Bu ayetlerin büyük çoğunluğu Mekke döneminde gelmiştir. Nitekim ilk müslümanlar Allahu Teâla’nın bu talebini davranışlarına yansıtmışlar, böylelikle Allahu Teâla’nın rızası ve nusretine nail olmuşlardır.

Buna bir örnek; Mekke’de müşriklerin dinlerinden dönmeleri için müslümanlara baskılarını artırdıkları bir dönemde bir gurup müslümanın Rasulullah (S.a.v) Efendimizin tavsiyesi üzerine Habeşistan’a gittiklerinde sergiledikleri tavırdır. Oraya hicret edip iltica eden müminler imkanları bol ve maddi açıdan güçlü bir durumda değildiler. Onlar oraya vardıklarında, bundan haberdar olan Mekke müşrikleri Habeş kralına elçi gönderip müminlerin iltica taleplerini reddettirmeye çalıştılar. Mekke müşriklerinin elçileri Krala, kendisinden iltica talebinde bulunan o kimselerin bozguncu, anarşist olduklarını, toplumlarında huzursuzluk çıkardıklarını, baba ile oğlu birbirinden ayırdıklarını, o toplumda atalarından kalma dinlerini terk edip yeni bir din icad ettiklerini, kurallara uymadıklarını, bu toplumda da huzursuzluk sebebi olacaklarını, kralın kurallarına uymayacaklarını, meselâ, kralın huzuruna gelince rukü ve secde yapmayacaklarını söyleyerek, onu müminler aleyhinde kışkırtmak istediler. Ancak Kral hemen onların telkinleri ile karar vermeyip kendisine iltica talebinde bulunan müminleri de dinlemek istedi ve onları yanına çağırttı. Müminler kralın kurallarına, yasalarına rağmen huzuruna gelince rukü ve secdeye varmadılar ve karşısında dimdik durdular. Kral onlara bunun sebebini, kim olduklarını ve davalarının ne olduğunu sorunca da; “dost doğru” konuşarak, kendilerinin müslüman olduklarını, Allahın gönderdiği Rasulullah Muhammed’in (s.a.v) getirdiği Islâm Dini’nin mensubu olduklarını, onun için sadece Allahın huzurunda rukü ve secde yaptıklarını açık sözlülükle dosdoğru bir şekilde anlattılar ve kişiliklerinden, çizgilerinden zerre kadar taviz vermediler. Yalpa yapmadılar... Sizin Rasulünüz size ne getirdi diye Kral onlara sorunca da onlardan birisi hemen Meryem suresini okudu. Ki bu surede Kralın inancının çürütülmesi var. hak sözün açığa vurulması var... Fakat Kral bütün bunlara rağmen
müminlerin ülkesinde kalmalarına izin verdi. Allah onun kalbini yumuşattı...

Bundan da anlaşılıyor ki, müminler o kadar zor ve zayıf anlarında dahi varlıklarını koruma uğruna Kelime-i Tevhid çizgisinden ve kişiliklerinden asla vazgeçmemişlerdir. Allah’ın yardımına da böylece müstehak olmuşlardır.

“Efendim, şimdi biz zayıfız, kâfirler güçlü onlara karşı böylece açık-keskin İslâmi tavır sergilersek, o zaman bizi ezerler, yok ederler. Onun için onların şerlerinden korunmamız ve varlıklarımızı muhafaza edebilmemiz için güçlenesiye kadar onlardan görünelim, onların hoşlanmadığı söylem ve eylemleri terk edelim. Biz de demokrat, liberalist, kemalist, milliyetçi, laik, cumhuriyetçi, kralcı söylem eylemlerde bulunalım.” v.b. gerekçelerle tavırlar ortaya koymak, şer’an caiz olmadığı gibi akıllıca bir iş de değildir. Zira akıllı iş Allah’a kulak vermek ve O’nun komutlarına teslim olmaktır.

İSLÂMİ TAVRIN PRATİĞİ

Allahu Teâla’nın, yukarıdaki talebi olan İslâmi tavır ve kişilik sergilemenin pratiği nasıl olacak? Meselâ; başörtüsü yasağı karşısında müslümanların göstermeleri gereken tepki nasıl olmalıdır? Bunun cevabı yukarıdaki ayeti kerimelerin ışığında şöyle olur:

-Başörtüsünü, tesettürü yasaklayanlar, Allah’ın emri olduğu için yasakladıklarını gizlemiyorlar. Toplum ve devlet yaşantısına dini yani Allah’ın emirlerini esas alamayız. Biz laikiz onun için devlete ait kuramlarda Allahın emri de olsa başörtüsünü yasaklarız, diyorlar... Buna karşı
müslümanlar elbette tepki göstermeleri gerekir. Bu tepkilerini kendilerine yakışır, ağır başlılık, olgunluk vakar ile yapmakdırlar. Polis ve jandarma ile çatışmaya girmeden, okul ve binaları tahrip etmeden toplantılarla, mitinglerle, yürüyüşlerle, konferanslarla, röportajlarla v.b. her türlü meşru yöntemlerle ancak İslâmi çizgi, söylem ve tavırlarla sergilemelidirler. Bu da;

Lailahe illallah Muhammedun Rasulullah! Allahu Ekber!

- Biz ancak Allah’ın emirlerine boyun bükeriz. Başörtüsü de Allah'ın emridir! Ne laik ne demokrat. Adım müslüman! Rabbımız Allah! Allahu Ekber... demeleri ve sadece bu temaları işlemeleri gerekir. Demokrasi, insan hakları, özgürlükler v.b. batıl sözleri ve eylemleri bu pak hakikatlara karıştırmamaları gerekir.

İşte akidelerinin ifadesi olan bu söylemler onlara güç kazandıracaktır. Neticeyi sadece Allah’tan bekleyerek bu tavrı sergilemeleri onlara kafir düşmanlarının karşısında heybet ve vakar kazandıracaktır. Kâfirlerin kalbine korku saçacaktır. Nitekim Allahu Teâla, mü’minlere kâfirlerin demokrasi, özgürlükler, laiklik, insan hakları gibi telkinlerine değil de sadece Kendisine güvenmelerini o zaman müşrik ve kâfirlerin kalplerine korku salacağını ve sonlarının kötü olacağını şöyle bildiriyor:


“Ey iman edenler! Eğer kafirlere uyarsanız, sizi dininizden döndürürler. O takdirde büsbütün kaybedersiniz. Bilakis mevlanız Allah’tır. Ve O, yardımcıların en hayırlısıdır. Allah’ın hakkında hiç bir delil indirmediği şeyleri O’na ortak koşmaları sebebiyle, kâfirlerin kalplerine yakında korku salacağız. Gidecekleri yer de cehennemdir. Zalimlerin varacağı yer ne kötüdür!” (Ali İmran: 149-151)

Her zaman müminler kâfirlere karşı zaferi maddi üstünlükleri ile değil iman güçleri ile elde etmişlerdir. Müminlerin güce ve nusrete bakışları şöyledir: Mutlak güç ve kuvvet sahibi sadece Allah’tır. Biz zafer elde etmeyiz. O bize zafer verir. Allah'ın yardımı ve zaferine nail olmak ise sadece O’na güvenmek ve O’nun razı olacağı salih amel işlemektir... Müminler böyle inanırlar. Çünkü Allahu Teâla şöyle demektedir:


“Kim Allah’a tevekkül ederse, o kendisine yeter. Şüphesiz Allah emrini yerine getirendir.” (Talak: 3)


“Nusret, yalnızca güç ve hikmet sahibi Allah katindadır.” (Ali imran: 126)



“Allah size yardım ederse, artık
size üstün, galip gelecek hiç kimse yoktur. Eğer sizi bırakıverirse, ondan sonra size kim yardım eder? Mü’minler ancak Allah’a güvenip dayansınlar.” (Ali İmran: 160)



“Ey iman edenler! Eğer siz Allah’a yardım ederseniz (emirlerine uyarsanız) Allah da size yardım eder, ayaklarınızı sabit kılar. Kâfirlere gelince, onların hakkı yıkımdır. Allah onların amellerini şaşırtmıştır. Bunun sebebi, Allah’ın indirdiğini beğenmemeleridir. Allah da onların amellerini boşa çıkarmıştır.” (Muhammed: 7-9)

İSLÂMÎ TAVRI TERK EDENLERE ALLAHU TEÂLA’NIN İHTARI

Müslümanlar bütün bu gerçeklere rağmen yukarıda da değindiğimiz geçersiz gerekçelerle İslâm akidesinin çizgisini ve tavrını terk ederler de “Biz hakiki laiklik istiyoruz! Özgürlük istiyoruz, demokrasi istiyoruz! Cumhuriyetin kurucusu ve bekçisiyiz!” diyerek bir çıkış yolu elde edeceklerini sanıyorlarsa boşunadır. Zira Allah bu tür tavrı kesinlikle reddediyor ve ehlini şiddetli zemmediyor. Şöyle ki:


“Onlar Kur’an’ı tedebbür etmiyorlar mı? (Kapsamlı, ayetleri birbiriyle ve vakıalarıyla bağlantılı bir şekilde düşünmüyorlar mı?) Yoksa kalpleri kilitli mi?

Şüphesiz ki kendilerine doğru yol belli olduktan sonra, ona arka dönenleri şeytan ümitlendirerek sürüklemiştir, kandırmıştır.

Bunun sebebi, onların Allah’ın indirdiğinden hoşlanmayanlara ‘bazı hususlarda size itaat edeceğiz’ demeleridir. Oysa Allah onların gizlediklerini biliyor.

Ya melekler onların yüzlerine ve sırtlarına vurarak canlarını alırken halleri nice olur?

Bunun sebebi, onların Allah’ı gadablandıran şeylere tabi olmaları ve O’nu razı edecek şeylerden hoşlanmamalarıdır. Bu yüzden Allah onların yaptıkları işleri boşa çıkarmıştır.

Kalplerinde hastalık olanlar, yoksa Allah’ın, besledikleri kinlerini açığa çıkarmayacağını mı sandılar? (Muhammed:24-29)


Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Rasule itaat edin. İşlerinizi boşa çıkarmayın.” (Muhammed: 33)

Görüldüğü gibi bu ayetlyerde Allahu Teâla insanları nifaka, şeytanın güdüm
alanına düşüren ve kötü akıbetlere düçar eden hallere dikkat çekerek müminleri uyarmaktadır.

Şeytanın umutlandırması, tuzağına düşürmek istediği kişilere haram bir şeyi göstererek “bunu yaparsanız şu büyük menfaati, imkanı elde edersiniz. Onunla da daha büyük sevap işler, günahınızı affettirirsiniz,” şeklinde telkinlerde ve vesveselerde bulunmasıdır. Bu oltadaki ya da tuzaktaki yem gibidir. Av için o yemde elbette bir menfaat vardır. Ancak av, aydın bakmaz da sadece yemi görürse, oltaya ya da tuzağa takılır kalır da kaybedenlerden olur. İşte mü’min aydın bir şekilde düşünüp Kur’anın nurundan aydınlanmaz, ufkunu açmazsa şeytanın yemlerine takılıp güdüm alanına girer de hidayeti göre göre ona sırt çevirir... Allahu Teâla bunu beyan ve tesbit ettikten sonra bir kişinin şeytanın güdüm alanına girmesinin sebebini ve ivmesini de şöyle beyan ediyor: “Onlar Allah’ın indirdiğinden hoşlanmayanlara ‘biz bazı hususlarda size itaat edeceğiz’ dediler” işte asıl dikkate alınması gereken husus da budur. Yani şeytan kişiye bu konumda iken etki edebiliyor. Bu, kişiyi şeytanın güdümü alanına düşürmeye hazırlayan bir tavır ve konum olarak gösteriliyor. Zaten şeytanın güdüm alanına girince artık o kişi yaptığı her yanlışı, çirkini, münkeri, haramı güzel ve doğru görür. Çünkü şeytan onun amellerini süslü gösterir.


“Şeytan kendilerine yapmakta olduklarım süslü göstermiş de
onları doğru yoldan saptırmıştır. Bunun için hidayete giremiyorlar.”
(Nemi: 24)

Şimdi kişiyi şeytanın güdüm alanına girmeye hazır hale getiren o sebebi günümüzün vakıası ile bağlantısını kurarak incelersek şunu görürüz: Allah’ın emirlerine, şeriatına, düzenine nefret eden, ondan asla hoşlanmayan çağdaş müşriklere, tağutlara, laiklere, kemalistlere, kralcılara gidip “Biz bazı hususlarda size tabi olacağız. Cumhuriyeti koruyacağız, laikliği uygulayacağız. Demokrasiyi benimseyeceğiz, Krala tabi olacağız. Siz de bize fazla baskı yapmayın. Vakfımıza, okulumuza, yurdumuza, şirketlerimize dokunmayın” şeklinde bir tavır sergilemek, işte kişiyi şeytanın güdüm alanına düşürür...

Ayrıca Allahu Teâla, kişinin akibetinin kötü bir ölüm olmasını hazırlayan sebebi de şöyle açıklıyor: “Onlar Allah’ı gazaplandıran işlere tabi olur. Allah’ın rızasına götürecek işlerden hoşlanmazlardı.” Yani hangi maksatla olursa olsun farzları terk, haramları işlemek Allah’ı gazaplandırır. Farzları ve mendupları işlemek de Allah’ı razı eder. İşte Allahu Teâla buna dikkati çekip Allah’ı kızdıracak işlere tabi olmanın ve Allah’ın hoşlandığı hususlardan hoşlanmamanın kişiyi kötü bir akıbete düçar edeceğini, dünya ve ahirette amellerini boşa çıkaracağını açıkça beyan etmektedir.

Bununla birlikte, Allahu Teâla, iman edenleri bu duruma düşmemeleri için, şeytanın güdüm alanına düşürecek söylem, eylem ve tavırları terk edip Allah ve Rasulünün talep ettiği eylem,
söylem ve tavırlara tabi olmaya davet edip aksi halde amellerinin boşa çıkacağına, nifaka düşeceklerine dikkat çekerek uyarıyor.

İşte asıl akıllı davranış Alemlerin Rabbı, mutlak kudret sahibi Allahu Teâla’nın bu ikazlarına, hitap ve taleplerine kulak vererek O’nun hoşnutluğunu, nusretini, af ve mağfiretini kazanmaya çalışmaktır. Günümüzde müslümanlar kafirleri hoşnut kılmak için gösterdikleri gayreti Allah’ı hoşnut kılmak için gösterselerdi halleri kesinlikle böyle olmazdı. Zira Rabbımız Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır:

“Rızasını arayanı Allah onunla (göndermiş olduğu nur ve apaçık olan kitap ile) kurtuluş yollarına götürür. Ve onları izni ile karanlıktan aydınlığa çıkarır. Dost doğru yola İletir.” (Maide: 16)

O halde müslümanlar, günümüzde düşmanları kâfirlerin çeşitli saldırıları karşısında akidelerinin çizgisinde dost doğru durup Islâmi kişilik ve tavırdan taviz vermemelidirler. Kuvvet, izzet ve nusreti yalnız Allah’tan beklemeliler ve O’nun hoşnutluğunu kazanmaya çalışmalılar. Kâfirlerin hoşnutluğunu da zaten kâfir olmadıkça kazanamayacaklarını, dolayısı ile o yolda hep kaybedeceklerini unutmamalılar. Akıllarını başlarına alıp “Rabbımız Allah’tır”, “Allah’tan başka ilah yoktur”, “Allahu Ekber”, “Ne laik ne demokrat, adımız müslüman” demelidirler. Bu çizgide Allah'ın dininin ikamesi yani
hakim kılınması için şeri hükümler çerçevesinde çalışmalıdırlar... Bilmelidirler ki onları içinde bulundukları tağuti zulüm ve zulümattan nura, adalete ve selâmete çıkaracak olan Allah’ın nuru olan Dinini hayata hakim kılacak ve aleme nur ve hidayet olarak cihad ve tatbik yoluyla taşıyacak olan Raşidı Hilâfet Devletidir. İşte onun kurulması için ihlasla çalışmaları, onların dünya ve ahirette kurtuluşlarının vesilesi olacaktır inşaallah. Bunun için, tüm müslüman kardeşlerimizi bu kutlu çalışmaya katılmaya şu ayeti kerimelerin ışığında davet ediyoruz:


“Dini ikâme edin (dosdoğru tutun, hakim kılın). Onun hakkında ayrılığa düşmeyin. Müşrikleri kendisine çağırdığınız husus (Allah’ın dininin hakimiyetine girme çağrısı) onlara ağır geldi. Allah dilediğini kendisine seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir.” (Şura: 13)


“Haydi kâfirlerin hoşuna gitmese de Allah için dindar ve muhlis olarak Allah’a davet edin.” (Mümin: 10)



“Rabbımız Allah’tır deyip sonra dosdoğru yaşayanlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.” (Ahkaf-13)


SİNSÎ KAPİTALİZM

Salih Salman

Kapitalistler yaptıkları zulümleri hep süslü kelimelerle, etiketlerle, süslü kaplama kağıtlarıyla örtmeye çalışırlar. Gerçek yüzlerini gizliyorlar ki; insanlar tiksinmesinler ve iğrenmesinler.

Türkiye’deki kredi kartı kullanımı ve bunun yaygınlaştırılma çalışmaları bu sinsi iğrençliklerden sadece birisidir. Bankalar büyük reklamlarla adeta propagandalarla insanları kredi kartı kullanmaya davet ediyorlar. Peki insanların kredi kartı kullanmasından bankaların ne kârı vardır? Görünüşte hiçbir kârları yoktur. Hatta bunu büyük bir hizmet gibi sunuyorlar. Çünkü insanlar kredi kartıyla hiç para ödemeden giyecek, yiyecek v.s. gibi ihtiyaç duydukları maddeleri alıyorlar. Bunların bedelini 30-40 gün sonra ödeyebiliyorlar. Bu ödemeler vaktinde yapıldığı takdirde kredi kartı sahibi hiç bir fark ödemesi yapmıyor. Yani faiz ödemiyor.

Fakat kazın ayağı öyle değil! Bankacılar binlerce kredi kartı sahibinin tümünün kart ödemelerini vaktinde yapamayacağını, bir kısmının unutarak bir kısmının da imkân bulamayacağı için ödemeyi geciktireceği varsayımından hareket etmektedirler. Ve gerçekten de öyle oluyor. Bir çok kişi ya unutkanlıktan ya da son ödeme günü elinde para olmadığından ödemeyi geciktiriyor ve senelik % 375 gibi korkunç bir faizi ödemek zorunda kalıyorlar. Senede % 375 demek günde % l’den fazla faiz ödemek demektir ki bu bankacılıkta görülmemiş oranda yüksek bir faizdir.

İşte bankacıların hizmeti ve işte kapitalizmin sinsiliği.
H i 1 âfe t Yıl. 10 Sayı: 109 C.Evvel/C. Ahir 1419 - Eylül /Ekim 1998 18