30 Nisan 2015 Perşembe

MÜSLÜMANLARI DOLANDIRANLAR KİTLESİ..TASAVVUF VE MAHİYETİ

İslâm ümmeti arasında, vahiy kaynaklı olmayan bir takım hurafe bitadatların yaygın akide haline getirildiği bir ortamda yaşıyoruz. Bu vahiy kaynaklı olmayan akideler geçmişten günümüze, günümüzden de yarınlara miras olarak kalacak konulardır. Kimi müslümanlar arasında inanç haline getirilen meselelerin temeli incelendiğinde bazen uydurma hadislere, bazen nassların manasından uzak batını yorumlara, bazen de başta Yunan felsefesi olmak üzere diğer felsefe ve kültürlere dayandığı görülür.

Bundan dolayı tasavvuf hakkında yazılan kitaplardan herhangi birini okuyan birisi, kendisini sanki bilmeceler yığınının içinde hisseder. Kur'an ve Sünnet süzgecinden geçirilmeden okunan hikayeler, evliya menkibeleri müridi, karanlıklar içinde bırakılır. Zaten hidayet ve nur olan Kur'an ve Sünnet'e muhalefet eden her türlü inanç ve yaşayış zulum ve karanlık değil midir?

Tasavvuf ile uğraşan sofilerin ezici çoğunluğunun çıkışı olan H. 2.nci asrın ortalarından günümüze kadar devamlı şekilde baştaki yöneticiler, velev ki zalim de olsa onlarla uzlaşmacı ve itaatkâr bir hayat sürdürdükleri görülür. Yine bu ilimle yani tasavvufla uğraşanların çoğunun İlmî anlayışları kıt, siyasî tasavvurları donuktur. Sofiler mevcut sistemi yıkıp yerine İslâm akidesine dayalı Hilâfet Devleti'ni kurmak için çalışmaları gerekirken, tam tersi olan Allah'ın dinine ve müslümanlara savaş açmış olan şirk düzenine koltuk deyneği olur hale gelmişlerdir. Amerika'nın Türkiye valisi Turgut Özal gibi birisini destekleyip oyları ile başa getiren bu sofiler olmuştur. Kenan Evren'in yaptırdığı 82 Anayasasına oy veren
yine bu sofiler olmuştur. Muridlerin masumluğu şeyhlerine vermeleri, onların her emrine kayıtsız ve şartsız teslimiyeti birlikte getirmiştir.

Burada tasavvuf hakkında kaynakları ile birlikte yazacağımız hususlar aynı zamanda 5 senelik tarikat hayatımda bizatihi görüp duyduğum farklı şeyh ve muridlerden dinlediğim hususlardır.

Tasavvuf erbabı, İslâm'ın emrettiği ve müslümanın hayatından bir parça olan nefsin terbiyesi ve tezkiyesinin ifadesi olan zühd-takva-huşu-ihsan gibi konular, Kur'an ve Sünnet prensipleri dahilinde anlayıp yaşanır hale getirmesi gerekirken, tam tersi kendi kafalarından çıkardıkları prensipler ile nefislerini terbiye etmeye çalışmaktadırlar.

Tasavvuf; ehli sofilere göre, nefsi kâmil manada terbiye etmenin tek yolu, bir şeyhin eteğine yapışıp ondan ders almaktır. Bunlardan bazılarına göre şeyhden ders almak Cennetten bir yer almak mesabesindedir. Şeyh, murid üzerinde öyle tasarruflara sahiptir ki, onun ölüm anında imanla ölmesini sağlar. Kabirde sorguda yardımcı olur. Ahirette ise mutlak şefaatçi olur. Muridlerin kendilerini şeyhin önünde ölü gibi kabul etmelerinin diğer bir ifadesi olan her sözüne "evet" demeleridir. Bu velev ki İslâm'a ters olsa dahi düşüncesi onları "Şeyhimiz bize putun önünde eğilmemizi emretse yine de itiraz etmeyip itaat ederiz" düşüncesine götürmektedir.

Bütün bu yanlış anlayışlar; müridin tasavvuf kitaplarında okuduğu kayıtsız, sorgusuz teslimiyeti ifade eden yazılar ile birlikte dinlediği sohbetler neticesi olmaktadır. Misal; Şeyh Nazım Kıbrısî gibileri.. Müridin kendisine secde etmesini dahi doğal karşılar ve karşı çıkmaz..


Bunların ne olduğunu bizim bizatihi görüp dinlediklerimiz konular ile birlikte, tasavvuf kitaplarından yapacağımız nakiller ile izah etmeye çalışacağız. Bizim bu yazıda kabul etmeyip red ettiğimiz sofiler, yazıda geçen anlayışlara sahiplenen onları yaşanır hale getiren sofilerdir.

Kur'an ve Sünnet'i inanç ve amelde ölçü almış, hayata ve olaylara bu iki doğru kaynaktan bakan insanlara sözümüz yoktur. Olamaz da zaten.. Ruhî ve nefsî eğitimini, terbiyesini Kur'an ve Sünnet'te belirlenen kurallar dahilinde yapan, o sınırları aşmayan insanlar doğru yolda olanlardır.

TASAVVUFUN ANLAMI

"Tasavvuf, kelime olarak yün kelimesinden gelmektedir. Tasavvuf; günlenme, yün elbise giyme anlamına gelmektedir. Sufi ise, tasavvuf ile uğraşan kişiye denir." (I)

"Tasavvuf, dünya ile ilgi olmanın ifadesi olarak giyilen kaba kumaş anlamındaki "suf un bu düşünce yaşam biçimini benimseyenlere isim olduğunu söyleyenler olduğu gibi, kelimenin bilgelik anlamına gelen Yunanca "sop-hos"tan veya temiz olmak anlamına gelen "saftan türediğini söyleyenler de vardır." (2)

"Arapça olan bu kelimenin kaynağında ihtilaf vardır. Doğru olarak kabul edilen fikre göre, suf Arapçada yün anlamına gelen "suf'tan türemişrir.(3)

"Tasavvuf, suf kelimesinden doğmuştur. Mastarı tasavvuf ismi, faili ise mutasavvıftır." (4)

Her ne kadar tasavvufun Arapçada yün anlamına gelen "suf kelimesinden türediğini söyleyenler ağırlıklı olsa da, bu kelimenin H. 2.nci asır ortasında kullanılması ve yine bu asrın ortalarında tasavvufa Yunan ve Hint felsefesinin girmesi, kelimenin Yunanca "sophos"tan ya da "saftan geldiğini destekler mahiyettedir. Aşağıda
tasavvuf kitaplarından vereceğimiz nakiller okunduğunda bu görüş daha da kuvvet kazanacaktır. Tasavvufun ne olduğunu tarif eden tasavvuf erbabı zatlar, bir tarafta dünyayı terk, az ile yetinme, nefsin terbiyesi ve bunların sonucu devamlı Allah ile birlikte olmak olarak tarif edilirken, diğer taraftan tasavvufun temeli olarak kabul edilen ve H. 3.ncu asırdan itibaren sistemleşen İslâm dışı Hulul (Allah'ın insanda yerleşmesi), vahdet-i vücud (her şeyin Allah'tan bir parça olması), fena fiş-şeyh (şeyte fani olma, şeyhin her emrine haram dahi olsa teslim olma) gibi inançlara değinmekten özenle kaçınırlar. Bu inançları ortaya atan kişilere sahiplenip onları, Allah'ın (c.c) veli kulları olduğu, düşüncelerinin de Kur'an'ın batıni yorumunu ifade etiğini, müridlerine anlatmaktan geri durmazlar.
   
Tarikatta şeyhul-ekber olarak kabul edilen, marifetin zirvesinde diye anılan 

Muhiddin Arabî şöyle der : 

"O bana hamleder, ben ona hamlederim. O bana ibadet eder, ben ona ibadet ederim." (5)

"Gören de görünen de O'dur (Allah'tır). Alem O'nun suretindendir. Alemin yönü ve ruhu da O'dur. O büyük insandır." (6)

Vahdet-i vücud felsefesini benimseyen Muhiddin Arabî, her şeyin aslında bir olan Allah'tan bir parça olduğu inancı; bazen Allah'ın (haşa) kendisine ibadet ettiğini, bazen Allah'ın kendisi olduğu düşüncesine götürmüştür. Hiç bir şeye benzemeyen Allah'ı yaratıklara benzetmiştir. İslâm Hükümeti kitabında; "Bizim öyle imamlarımız vardır ki, onların makamlarına ne mukerreb melekler ne de resuller ulaşır. Kainatın zerreleri onların tasarrufu altındadır." (7) diyen, yine 1987'de Gorbaçov’a yazmış olduğu tebliğ içerikli mektubunda Muhiddin Arabi'nin ve Farabî'nin kitaplarını okumayı tavsiye eden İmam Humeyni'nin şiası ile günümüzün sunnîleştirilen tasavvufu tarihin belirli noktasında birleşirler.
Aslında temel itibarı ile sunnî tasavvufuyla şia akidesinde pek farklılık yoktur. Az da olsa aklını çalıştıran, kör taklit ve taassubtan kurtulan herkes bu akidelerin Allah'ın Kitabı ile ne kadar ters düştüğünü anlamakta zorluk çekmez. Kendilerine hikaye ve masallar içinde kaybetmiş sofiller tarafından ne yazık ki bu akidelerin İslâmî olduğu, anlatanların ise Allah'ın hakiki veli kulları olduğu ısrarla savunulmaktadır. Bu sözler Allah'tan fani olan şeyler.. Allah'a yapmış oldukları ibadetlerin sonucu aşk ve vecd içinde söylendiği, diğer insanların ise bunu anlayamayacağı yanlış lığına gitmektedirler.

Bu konuda Said Havva (r.a) şöyle der : "İslâm ve müslümanların tarihinde sapmaların en çirkininden ve faciaların en büyüklerinden biri, insanların 'sufılerin şefaati' lisanı ünvanı ile müslümanlar arasına soktukları şeylerdir. Sahih rivayette Hz. Aişe'den; "Muhammed (S.A.S) Rabbını gördü mü?" diye sorulduğunda; "Subhanallah. Bu soru karşısında tüylerim diken diken oldu" demiştir. Şimdi Allah için söyleyin, Hz. Aişe, haşa, ’Muhammed Allah'tır' diyen birisini görseydi tavrı ne olurdu? Allah'a yemin ederim ki, sahabeden birisi bir insanın kendisi hakkında Ben Allahım' dediğini duysaydı, bu diyen insana karşı takınacağı tavır, kılıcı ile kafasını vurmaktan başka bir şey olmazdı.

Kendilerine hayırla şahadet olunan sahabe asrı, tabiin, tabeittabiin asrı hatta onlardan sonraki Hallacı'nın öldürülümesine kadar olan asırların hepsinde müslümanların bu inanç ve tutumlarına karşı tavrı böyle idi. Kendisine ilahlık taslıyan Hallacı Mansuru'n öldürülmesine ümmet icma etmiştir. Bu da İslâm ümmetinin ilk dönemlerde Allah'a karşı ilahlık iddia edenlerin ümmet tarafından lânetleneceğine dair bir delil sayılmaz mı? Ama ne üzücüdür ki, Hallacı'nın ümmetin icmaı ile öldürülmesine sebeb olan sözleri İslâm'dan gibi gösterip ilim diye öğrettiler. Bunlar 'Ben Allah'ım' diyen kimsenin bu halini kabul etmemizi istiyorlar. Bu ne cehalettir. Allah'a yemin ederim ki, bu şeytanın vesvesesi, aldatmacısıdır. Allah (c.c) şöyle buyurmuştur :

 "Allah Meryem oğlu İsa' diyenler kâfir olmuştur." (Maide ; 1 7)" (8)

Tasavvuf erbabı sofilere göre tasavvuf şöyle tarif edilmektedir : "Tasavvuf, halk içinde hak ile birlikte olmaktır. " [9[

"Tasavvuf odur ki, Hak Teâlâ seni öldürür ve yine kendi elleri ile diriltir. Tasavvuf iç alem yolu ile imanın hakikatına ulaşmaktır." (10)

"Tasavvuf, hiç bir şeye malik olmamak ve bir malın da esiri bulunmamaktır. Tasavvuf, sevgilinin canı olmak sevgiliye ulaşabilmektir (buna fena fillah denir). Tasavvuf, bu dünyayı tamamen yok farzedip, her zerrede Cenabı Hak'kın kudretinin tecellisini temaşa etmektir." (11)

Burada zikrettiğimiz tariflerin dışında esas itibarı ile aynı fakat değişik ifadeler ile yapılan tanımlar, tasavvuf kitaplarında oldukça fazladır.

TASAVVUFUN ÇIKIŞI

"İlmî kelâmda olduğu gibi tasavvufun da ayrı bir disiplin olarak oluşmasını sağlayan bölge, farklı inanç mensupları kişilerin toplandığı Irak bölgesidir. Sofi ismini ilk defa kendine veren zat, Ebu Haşim el-Kujfî'dir." (12)

Hicrî 2.nci asrın ortalarında kullanılmaya başlayan tasavvuf, her ne kadar başlangıçta İslâm'ın emrettiği zühd ve takva hareketi olarak çıkıp Kur'an ve Sünnetle belirlenen sınırları aşmasa da, Yunan ve Hint felsefesinin kısmî olarak da İslâmlaştırılması ile kendine has bir inanç ve yöntemi olan ayrı, karma bir ekol haline gelmiştir. Raşidî Halifeler döneminden sonraki asırlarda müslümanların başındaki yanlış uygulamalara karşı tepki olarak çıkan, nassları zorlamayan zühd ve
takva hareketi daha sonraki dönemlerde yabancı felsefe ve kültürlerin girmesi ile kendine has apayrı bir yol çizmiştir. Tasavvuf erbabı İslâmî olmayan bu görüşleri destekleyip İslâmî bir görünüm vermek için bazen ayet ve hadisleri anlamlarından uzak batmî yorum yapmışlar, bazen de bolca hadis ve hikayeler uydurmuşlar. "Muhiddin Arabi'nin Fravn'ı şehit olarak görmesi." (13) "Fravn’dan kast olunan mananın aslında kalp olduğunu söylemeleri. " (14)

Yine Kur'an'da geçen zikir ve vesile kavramlarını bir şeyhe bağlanıp ondan tesbihat olarak anlamaları bu yanlış yorumların sadece bir kaçıdır. Ali el-Karin'in ve İbni Kayyım'ın uydurma hadisleri anlatan kitaplarında Peygambere (S.A.S) nisbet edilen bir çok yalan sözlere rastlamak mümkündür. Misal olarak; "Hz. Ali ikindiyi kaçırınca, Resul (S.A.S) ona ayakta ikindiyi kılması için Allah'tan güneşin sana geri gelmesini iste. Bunun üzerine o dua edince güneş geri geldi. Ali de ayağa kalkarak namazı kıldı." "Şam halkına sövmeyin. Çünkü onlarda abtallar vardır. Ne zaman onlardan biri ölse Allah yerine diğer bir adamı geçirir." (15) sözleri sadece bu uydurmalardan bir kaçıdır.

"Hicrî birinci asırda 'sufi ismi daha mevcut değildi. Nasslarda belirlenen sınırlar hiçbir zaman aşılmaz veya onu aşmaya yönelik farklı yorumlar oluşturulmazdı. Yine bu asırda zahir, batın ayırımı birbrine zıt boyutta değildi. Fena, beka, şeyh, marifet, keşif, murid, tarikat qibi kavramlar kullanılmazdı." (16)

"Hicrî 250.nci tarihî camilerinde tasavvufa dair ilk umumî dersler ile birlikte, dinî meseleler hakıkında münazara yapıldığı toplantılar ve zikir halakalarının (halka) açıldığı tarihtir." (17)

Tasavvuf, H. 2.nci asrın sonu 3.ncü asrın başlangıçlarında karma akidesi ile kaide ve temellerini oluşturur. Yukarıda sıraladığımız tasavvufa ait kavramlar bu dönemlerde belirlenir. Yine
bu dönemde, daha sonraki asırlarda Muhiddin Arabi'nin ortaya attığı vah-det-i vücud felsefesini doğuracak Hulul inancı ortaya atılır. Hulul deyince hiç şüphesiz ki akla ilk gelen, "Kendisine enel'hak diyen, cübbesinin altında Allah'tan başkasının olmadığını söyleyen" (18) Hallacı Mansur ile, "Kendimi teşbih ederim, şanım ne büyüktür. Öyle bir deniz geçtim ki, peygamberler onun kıyısında kaldı. Onun lutfunun dili ile (Allah ile) konuştum. Senin ile benim halim nasıldır dedim. Bana 'Ben seninle seninim, senden başka ilah yoktur' dedi." (19) sözlerini ağzında akıtan Beyazidî Bestamî akla gelir.

"Allah (c.c) bir çok ayette, Kendisinin acizlikten, eksiklikten uzak olduğunu ve yaratmış olduğu hiç bir şeye benzemediğini" (20) açıkça ifade ederken, Hallacı Mansur, Beyazidî Bestamî, Muhiddin Arabî ve aynı düşünceye sahip sofiler ilahlık sıfatını kendilerine vermişlerdir. Onların kendilerinin Allah'ta fani olduğu (fena fillah) düşüncesi, Allah'tan bir parça olduğu inancına götürmüştür.

Meselenin ilginç ve üzücü olduğu kadar açık çelişkili tarafı tanınmış sofilerin ağızlarından dökülen bunca sözlerin keramet ile birlikte Allah (c.c)'a yaptıkları ibadet sonucu aşk ve vecd anında söylenmiş sözler kabul edilmesidir.

Tasavvuf erbabı sofilerin bunca sözleri ehli sünnete yamanmaya çalışılmıştır. Bu görüşlere İslâmî kılıf bürümek için ise, ayetler yanlış yorumlandığı gibi bolca da hadis uydurulmuştu. Tasavvuf kitaplarındaki uydurma hikayeleri okuyan muridler kendilerini karanlıklarda kaybederler. Konu ile ilgili bir kaç misal verecek olursak; "Sabit el-Benani'nin kabri açıldığında namaz kılar vaziyette görülmüştür. Yine onun kabri başından geçen açık kalpli kimseler, içinde Kur'an sesi duyarlardı." "Muhammed Mağribî, insan eli değen ve el emeği geçen şeyleri yemezdi. Dağlara ve ovalara gider ot kökleri çıkarırdı." (21)

Yukarıda yazdığımız hikayeleri, evliya menkibelerini Başta İmam Şe-rani'nin, Tabakatil Kibrası olmak üzere diğer kitaplarda bolca bulmak mümkündür.

TASAVVUFTA ŞEY MURİD İLİŞKİSİ

Bazı müslümanlar arasında yanlışı doğrudan seçebilecek Kur'an'a ve Sünnet'e dayalı bilginin yetersiz oluşu, çoğu zaman onların hayata ve olaylara bu iki kaynaktan bakmasını engellemektedir. Yine bu bilginin eksikliği Peygambere ait masumluğu tasavvuf kitaplarındaki menkibe ve hikayelere vermelerine yol açmıştır. Kitap ve Sünnet'e dayalı İslâmî ilimlerden yoksun olan bazı müslümanlar, geçmişten miras olarak aldıkları tarikat ile ilgili konuları sofilerce hadis diye kabul edilen Beyazidî Bestamî’nin "Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır" sözü ile birleştirince, şeyhlerin şeytan olmaması için kendilerini Allah (c.c)'a götürecek bir şey aramaya koyulurlar.

Bu insanlara göre nefsin terbiye edilip Allah (c.c)'ın rızasına ulaşmanın ve hakikate ermenin tek yolu, bir şeyhden ders alıp onun vereceği talimatlara itirazsız harfiyyen uymaktır. Tarikat şeyhlerine göre nefsin mertebesi 7'dir. Bir insan murşid olmadan sadece nefsin 3 mertebesi olan mülhimeye kadar gelebilir. Bundan sonraki mutmeinne, raziye, mardiye v.b. makamlara geçmek ancak bir mürşidin kontrolünde, onun verdiği derslere bağlı kalıp, hizmet etmekle gerçekleşir.

Murşid; sırası ile fena fiş-şeyh, fena fir-resul, fene fillah makamlarını geçteğinden dolayı artık Allah (c.c) tarafından görevlendirilmiştir. Onun dünyadaki görevi muridleri sırası ile bu makamdan geçirip Allah'a götürmektir. Müridin bu makamlara ulaşması ise ancak şeyhe kayıtsız-şartsız teslim olmakla gerçekleşecektir. Şeyh, muridliğe talip olan kimseye bunları telkin etmekle birlikte muridken şeyhin önünde hareketsiz olarak kabul eder. Öyle ki, her türlü emre hazırdır o..

Şeyhlere göre Allah'ın öyle kulları vardır ki bunlar kutuplardır. Sayısı ise; hepsi de ayrı mezheplerden (hanifi, şafı, maliki, hanbeli) olmak üzere 4'tür. Bunların başında ise bir tane kutub-ul Aktab vardır. Allah, bunları velilerin en üstünü kılmıştır. Bunlar el ile rızık verir, kar yağdırır, tabiattaki olayları idare ederler. Hatta bunlardan öyleleri vardır ki, Allah'la dahi konuşur.

Bütün bunları dinleyen murid artık ders almıştır. Kendisine verilen derslerin her gün için çekilmesi istenmekle birlikte emirlere itaat edilmesi anlatılır müride.. Murid, bu dersleri çekerken artık devamlı şeyhini rabıta edecektir. Yani onun suretini her yerde düşünecektir. Artık şeyhin ruhaniyeti her tarafta muridle beraberdir. Bu beraberliğin, müridi bir takım musibetlerden koruyacağı inancı vardır. Hatta öyle ki, bu beraberlik ölüm anında şeytanı yaklaştırmaz, imanlı gitmesini sağlar. Devamlı rabıta halinde olan murid, şeyhini sıkça rüyasında görür. Öyle ya, kim ne ile meşgul ise onu görecektir rüyasında.. Rüyasında müride bir takım şeyler telkin edilir. Sabah kalkan murid, artık rüyada telkin edilen hususları tatbikat sahasına koymaya çalışacaktır.

En fazla okuduğu kitap ise, rüyaları tabir eden rüya kitaplarıdır. Sofilere göre mürşidi rüyada görmek, nefsin mertebe kat etmesinin işaretlerindendir. Tasavvuf kitaplarında geçen şeyh ve murid ilişkisi ise şöyle izah edilmektedir :

"Murid; şeyhin bütün tasarruflarına razı olması, ona itaat etmesi, boyun eğmesi gerekir. Mal ve beden ile ona hizmet etmelidir. İşlediği zahir olarak haramda olsa, şeyhin yaptığına itiraz etmemelidir. Ona niçin böyle yaptın dememelidir. Çünkü, şeyhine niçin böyle yaptın diyen kişi asla felah bulmaz. Gerçek müridin alâmetlerinden birisi de, şeyhi kendisine fırına gir' dese girmelidir. Bereketini kazanması için ikâmette ve yolculukta şeyhini kalbinden çıkartamamlıdır." (22)

Muhiddin İbni Arabî şöyle der: "Murid; tevilsiz, özürsüz şeyhin emirlerine harfiyyen bağlı kalır. Şeyhin emirleri akıl dışında da olsa.. Hatta haram da olsa bu emirlere harfiyyen itaat etmesi gerekir. Şeriata muhalefet ettiğini görse dahi ona itiraz etmeyi aklından dahi geçirmemelidir." (23)

Şerani ise şöyle der : "Şeyhin tarikatından çıkıp başka tarikata girmek veya onun gösterdiği yoldan başka yoldan gitmek, dinden çıkmak gibidir."
(24) ~

Bütün bu tehditler ve korkutmaları dinleyip okuyan murid, dinden çıkmamak için tarikattan ve şeyhin emirlerinden çıkmamayı kendisine hedef edinir. Resul (S.A.S); "Allah'a isyanda mahlukata itaat yoktur" (Buhari, Müslim) emrini, Allah (c.c)'ın;

"Kim ki kendisine hakikat belli olduktan sonra Resul'e muhalefet eder ve mü’minlerin yolundan ayrılırsa, Biz de onu döndüğü yolda bırakırız ve cehenneme atarız. Orası ne kötü bir dönüş yeridir." (Nisa : 115) ayetini ve yine;

"Resul’e muhalefet edenler, kendilerine elem verici azap dokunmasından sakınsınlar" (Nur: 63} ayetini hiç okuyup düşünmez. Çünkü ona sıkça ve ısrarla, Kur'an ve Sünneti anlayamıyacağı telkin edilir..

İmam Şeranî; "Şeyhin, açıkça Resul (S.A.S)’in Sünnetine muhalefet etse dahi ona karşı çıkmamalıdır" (25) der.

Muhammed Zaid Kotku şöyle der : "Şeyhin emirlerinden hiç bir emire velev ki hatalı dahi olsa itiraz etmeyip, red etmeyip sözünü tutması gerekir. Müridin şeyh ile sohbet adabı şöyle olmalıdır : Sohbetten önce mümkünse gusul abdesti almalı, içeri girmek için
izin istemeli, izin verilirse oturmalı, sohbet esnasında şeyhin yüzüne bakmamak, sohbetten sonra şeyhin ellerini ve dizlerini öpüp geri geri çıkmalıdır." (26)

Muhammed b. Abdullah Han şöyle der : "Kalbinde şeyhin fiilene itiraz olmamalı. Aklına yatmayacak bir şey olursa, ne kadar tevil etmesi gerekiyorsa o kadar tevil etmelidir. İtiraz her kaba hatadan daha büyük bir kabahattir. Murid, hiç kimseye hakaret nazarı ile bakmamak ve gördüğü herkesi Hz. olarak kabul etmelidir. Muhiddin Arabî şöyle der 'Ben, nebilerin ve resullerin sonuncusuyum." (27)

Peygamber (S.A.S)'in hayatını az da olsa bilen herkes, sahabelerin bazı konularda Resul (S.A.S)'e "Bu vahiyden mi, değilse senin göstermiş olduğun şu konuyu şöyle yapalım" dediğini ve sahabe bir kadının, Ömer (r.a) hutbede mehirleri sınırlandırınca, "Ey Ömer, sen Allah'ın serbest bıraktığı bir hususu nasıl sınırlandırıyorsun?" itirazına karşı Halife Ömer'in, "Kadın doğru söyledi, Ömer yanıldı" demesini; Hz. Ömer'in zekatı vermeyen topluluğa Ebu Bekir'in savaş açmasma itiraz etmesini ve diğer bir çok misali görmekte zorluk çekmez. (28)

Nakşi tarikatının Halidî kolunun kurucularından olan Halidî Bağdadî şöyle der : "Ve denilmiştir ki; mürşidin gözünden düşmek, yedi kat gökten düşmekten daha beterdir. Ve şeyhini emsalsiz bilip 'Şeyhim olmazsa beni Rabbıma götürecek kimse bulunmaz' demelidir. Ehlullah'a itiraz eden kimselerin muhakkak küfür üzere olacağı bazı kitaplarda yazılmıştır. İsmet ancak peygamberler ile büyük velilere mahsustur. Şeyh de sudur eden her şeyi tasdiklemek vacibtir." (29)

Kasaca özetleyebileceğimiz; Allah'ın Kitabında, Resul'ün Sünnetinde, sahabelerin, tabiin ve tabeittabiin hayatlarında bulunmayan, İslâm dışı yabancı felsefe ve kültürlere ait vahdet-i vücud, Hulul, üstün velilerin peygamberler gibi ismet sıfatına sahip olması, şeyhlerin haramı emretse dahi teslimiyetin vacib olduğu gibi inançlar müslümanların belirli dönemden sonra gerilemelirine sebeb, en başlı nedenlerden biridir. Ve üç neslin icmaen batıl gördüğü bu inançları kabul etmek, kişiyi sapıklığa götürecektir. Yazımıza şu ayet ve hadislerle son veriyoruz :


"Şüphesiz ki (emrettiğim) bu (yol) benim dost doğru yolumdur. O halde ona uyun başka ayrı yollara tabi olmayın. Allah size bunları sakınasızın diye buyurmaktadır" (En'am : 153)

"Kim bu (din) işimizde ondan olmayan bir şeyi ihdas ederse merduddur." (Buhari, Müslim)

Evet Kur'an ve Sünnet'in dışında sapıklıktan başka ne vardır?Allah (c.c) müslümanları; Resul'ün (S.A.S) övdüğü, Allah (c.c)'ın "Mü’minlerin yolu" dediği, sahabe ve ondan sonraki gelen iki neslin yolundan ayırmasın. □
Kaynaklar :
(I-Eşrefoğlu Rumi, Müzekkin Nufus, sf.479

(2[-İbni Haldun, Mukaddimeden Naklen, Celaleddin Vatandaş, Vahiyde Kültür, sf. 144

(3) -Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler ve Kavramlar, sf. 137

(42-Ali Değirmenci, Hakka Yolculuk, sf.37

(5) -İmam Şerani, Tabakatül Kübra, M.

Arabi bölümü

(6) -Muhiddin Arabi- Fususu'l Hikem,

Haksöz Dergisi, Ocak'93

(7J-Ayetullah Humeyni, İslâm Hükümeti, (Arapça) sf.52

(8)-Said Havva, Ruh Terbiyemiz, sf.313-314
(9) -Haydar Baş, Makalat

(10) -Ali Değirmenci, Hakka Yolculuk, sf.37-39

(11) -Eşrefoğlu Rumi, Müzekkin Nufus, sf.483, 489-491

(12) -Celaleddin Vatandaş, Vahiyden Kültüre, sf. 148

(13) -Ali Aslan, Soruşturma Tevhidi, Sor Yayın. -Haksöz Dergisi, sayı 22

(14) -Said Havva, Ruh Terbiyemiz

(75)-İbni Kayım el-Cevzî, El-Menazil Münif, sf. 123-147, ayrıca, Ali El-Kari, Mevzuat

(16)-Celaleddin Vatandaş, Vahiyden Kültüre, sf. 148

(772-Ercüment Özkan, Tasavvuf ve İslâm, sf.9

(78) -İmam Rabbani, sf.445, Said Havva, Mektubat, sf.313

(79) -Celaleddin Vatandaş, Vahiyden Kültüre, sf. 156, ayrıca, Said Havva, Ruh Terbiyemiz

(20) -İhlas Suresi, Bakara Suresi : 255

(21) -İmam Şerani, Tabakatül Kübra, sf. 127-371

(22) -M. Emin El-Kurdî, Tenvirul Gulup'tan Naklen, Haksöz Dergisi'93, sayı,24

(23) -Muhiddin Arabi, Tedribat'tan Naklen, Haksöz Dergisi'93, sayı,24

(24) -İmam Şerani, Kavaid us-Sufiyye, Naklen, Haksöz Dergisi'93, sayı,24

(25) -İmam Şerani, Kavaid us-Sufiyye, Naklen, Haksöz Dergisi'93, sayı,24

(26) -Mehmet Zaid Kotlu, Tasavvufî Ahlâk, sf.89-90

(27) -Muhammed b. Abdullah Han, Âdab'tan Naklen, Ercüment Özkan, Tasavvuf ve İslâm, sf.89-90

(28) -Buhari

(29) -Risayet-i Halidiye, sadeleştiren, M. Zahid Kotlu, sf. 13-14-16








MÜ'MİNLERE ZAFERİN SIRLARINI HATIRLATIYORUZ

"Ey iman edenler! Bir grupla karşılaştığınız zaman
sebat edin ve Allah'ı çok zikredin (anın). Umulur ki felaha kavuşursunuz. Aynı anda Allah 'a ve Resulüne itaat edin ve çekişmeyin, yoksa başarısızlığa uğrarsınız ve gücünüz gider. Bir de sabredin. Şüphesiz Allah sabredenlerle beraberdir. İnsanlara riyakârlık gösteren ve kibirlenerek ve övünerek evlerinden çıkan ve Allah'm yolundan saptıran kimseler gibi olmayın. Allah onların bütün yaptıklarını çepeçevre kuşatmıştır." (Enfal. 45-47)

Allahu Teâlâ bu ayetlerde zaferin sırlarını açıklamaktadır. Onlar şunlardır :

1- Sebattık göstermek.. Sahih iradenin manası, zafer gerçekleşinceye veya şehitlik kazanıncaya kadar taviz ve gevşeklik göstermeden dayanmaktır. Resulullah (S.A.S)'in sahih iradesi şöyle tecelli etmiştir: Kureyş Hz. Muhammed'in kendisine karşı çıkmaması için kendisine krallık, otorite, mal ve güzel kadınlar vereceklerine dair sözlerine karşı Resul'ün cevabı "Güneşi sağ elime ve ayı sol elime koysalar, bu davadan vazgeçmem. Ya Allah bu dini hakim kılar ya da O'nun uğrunda helak olurum" olmuştur.

2- Allah'ı çok zikretmek.. Resulullah (S.A.S) Bedir'de ve her savaşta çok çok Allah'a dua ediyordu. Davayı yüklenirken Taif te Allah'a şöyle dua etti: "Allah 'ım bana kızgınlığın yoksa hiç aldırış etmem. Sana öyle yalvaracağım ki, bana razı oluncaya kadar." Mümin sadece Allah'a dayanacaktır. Resulullah (SAS) şöyle buyurmuştur: "İnsanların en güçlüsü olmak isteyen, Allah'a tevekkül etsin (dayanıp güvensin)." 

3- Allah'a ve Resulüne itaat etmek.. Allah'a itaat, Kur'an'a uymak ve Resul'e itaat, Sünnet'e (sahih hadisi şerife) tabi olmaktır. Başkalarına itaat eden sapıktır. Halkın görüşü olan demokrasiye veya bir liderin fikrine uyanlar hüsrandadırlar.

4- Çekişmemek.. Çekişmenin kaynağı, kişilerin görüşlerine uymak veya onlara muhakeme olunmaktır. Allahu Teâlâ, Nisa Suresinin 59-ncu ayetinde, çekişme olunca Allah'a ve Resulüne dönülmesi için emir vermiştir. İşte fikrî liderlik olunca, çekişme kolayca giderilir. Çünkü mümin kimseler Allah'a ve Resulüne
hemen teslim olurlar. Allahu Teâlâ Nur Suresi'nde 54.ncü ayette, Resul'e itaat edilirse doğru yolu bulacağımızı göstermiştir. Ve Kur'an da doğru yoldur. Öyleyse doğru yol kişilerin görüşlerine uymak değil Kur’an ve Sünnet'e uymaktır.

5- Sabretmek.. Çünkü Allah, taviz gösterenler veya zaaflık ve gevşeklikle beraber değil sabredenlerle beraber olur. Resulullah (S.A.S) şöyle buyurmuştur: "Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyin. Allah'tan afiyet ve kuvvet isteyin. Düşmanla karşılaştığınız zaman sabredin. Bilin ki Cennet, kılıçların gölgesiyle gölgelenmiştir." (Buhari, Müslim) Başka rivayette,"... düşmanla karşılaştığınız zaman sebatlık gösterin ve Allah'ı çok anın." diye belirtilmiştir.

6- Şımarık ve kibirli olmamak.. Çünkü, bunlar kâfirlerin sıfatlarından ve yenilginin sebeblerindendir. 

7- Gösteriş ve riyakârlıktan uzak kalmak.. Çünkü, bunlar da müminlerin sıfatlarından değildir. Kâfirler veya münafıklar hep gösteriş ve riyakârlık gösterirler. Kendi kendileriyle, kalabalıklarıyla ve güçleriyle övünürler. Mağrur olurlar. Bu nedenle Huneyn Savaşında müslümanlar kalabalıklarıyla ve güçleriyle övününce yenilgiye uğramışlardı. 

Allahu Teâlâ şöyle buyurmuştur:Huneyn Gününde (savaşında) çokluğunuz sizi böbürlendirmişti. Fakat bu çokluk size biç fayda sağlamamıştır. Yeryüzü geniş olmasına rağmen size dar gelmiştir. Nihayet bozularak arkanızı düşmana verip kaçtınız." (Tevbe. 25) *

Allah ve Resulünden daha sadık kimse var mı? Kesinlikle yoktur..

"Allah ve Resulü doğru söylemiştir." (Ahzab. 22) O

KUVVETLİ MÜ'MİN OLMAK İSTİYORSAN ŞU HADİSLERİ OKU ; Resulullah (S.A.S) şöyle buyurmuştur:


"Allahtan (yasaklarından) korun. Seni korusun, Allah 'tan korun,
O nun seninle beraber olduğunu görürsün. Rahat günlerinde Allah 'ı hatırla, sıkıntılı günlerinde de hatırlarsın. İhtiyacın olunca yalnız Allah 'tan iste, yardım istediğin zaman Allah 'tan iste. Bil ki bütün insanlar sana zarar getirmek için birleşirlerse, Allah bu zararı senin hakkında yazmamışsa kesinlikle sana zarar dokunduramazlar. Bütün insanlar sana menfaat temin etmek üzere birleşirlerse, Allah o menfaati senin için yazmamışsa sana o menfaati hiç sağlayamazlar. Levh-i Mahfuz sayfalarının mürekkebi bunun üzerine kurumuştur. Yazan kalemler de kaldırılmıştır. Allah'a inanıp şükür ederek çalış. Sevmediğin bir şey için sabretmenin çok hayırlı olduğunu bil. Zaferin ancak sabırla gerçekleşeceğini bil, sıkıntılar arkasında açılma ve kurtuluşun geleceğini bil. Zorluk arkasında da kolaylığın geleceğini bil. " (İbni Ebi Hater/ı, İbni Abbas'tarı rivayet etmiştir.) İbni Ebi Hatem Resulullah (S.A.S)’in şöyle dediğini de rivayet etmiştir: "İnsanların en kuvvetlisi olmak isteyen kişi, Allah'a tevekkül etsin (yalnız Allah'a güvenip dayansın)." Yine Resulullah (S.A.S) şöyle buyurmuştur: "Biriniz hakkı bilince onu söylesin. İnsanların kalabalığının heybeti bu
hakkı söylemekten sizi engellemesin (korkutmasın)."


29 Nisan 2015 Çarşamba

AKİDE'DE METOD

İslâm ümmeti arasında vahiy kaynaklı olmayan bir takım hurafe ve bidatların yaygın akide haline geldiği bir dönemde yaşıyoruz. Hiç şüphesiz ki bu hurafe ve bidatlar bazı eklemelerle ve çıkartmalarla geçmişten günümüze miras olarak kalan konulardır. İslâm ümmetinin temeli, müslümanların sahip olmuş olduğu tevhid akidesine ve bu akideden kaynaklanan, hayat nizamını anlamada felsefe, mantık, tasavvuf gibi yabancı akide ve metodların girdiği andan itibaren çatlamaya başlamış ve nihayet Osmanlı Devleti ile yıkılmıştır. 

Bu Allah'ın;  
"Bir toplum, kendi bünyesindekini değiştirmediği müddetçe Allah o toplumun (kavmin) halini değiştirmez."
(Ra'd : 11) 

ayetin doğal sonucu olmuştur. Bu ayete göre Allah (c.c) fert ve toplumlar hakkındaki hükmünü kendi tercihlerine göre vermektedir. Dünyayı tekrar Allah'ın hükümlerine göre yönetmek ve yönlendirmek tekrar Islâm akidesine ve bu akideden kaynaklanan hayat nizamına dönmekle mümkün olacaktır. Zillete düşme, sömürülme, ahirette azaba çarptırılma ise yine o akideden uzaklaşmakla gerçekleşecektir.

Resul (S.A.S) risaletle görevlendirildiğinde hiç bir silahı ve yardımcısı yoktu. Buna rağmen bütün dünyaya meydan okuyordu. Yaşamış olduğu cahiliyye şirk toplumuna ait, atalardan kalma bütün şirk ve hurafe inançlarına savaş açmıştı. O, bu uğurda her türlü fikrî ve fiilî işkencelere maruz kalmıştı. Davetin yayılması ile birlikte Resul (S.A.S)'in davetine icabet eden müslümanlarda aynı şekilde önderleri olan Nebî (S.A.S)'in karşılaştığı zulüm ve baskılara maruz kalıyorlardı. Fakat bütün baskılar onları imanlarından vazgeçiremediği gibi davalarına daha fazla sarılmalarına neden oluyordu.

Peki neydi onların bunca fikrî ve fiilî baskılara, işkencelere dayanmasını sağlayan kuvvet? Neydi Allah (c.c)'ın 13 sene ağırlıklı olarak akide üzerinde durup şirki reddetmesindeki hikmeti? Tabiiki bu ve buna benzer soruların tek cevabı akide olacaktır. Tekrar İslâmi bir devleti kurma, herşeyden önce onların sahip olduğu akideyi ve bu akideden kaynaklanan hayat nizamını onlar gibi sağlam şekilde anlayıp yaşanır hale getirmekle mümkün olacaktır.

Madem ki bu akide bu kadar önemlidir, dünyada ve ahirette izzet ve şerefin, huzur ve kurtuluşun tek kaynağıdır, öyleyse bu konunun çok açık ve çok net şekilde hiç bir yabancı kültür ve felsefenin, yönteminin tesiri altında kalmadan anlaşılması gerekir. Allah (c.c) Kur anı Kerim'de bir çok konuyla ilgili metod gösterdiği gibi akideyi anlama hususunda da yöntem göstermiştir. Bu ise Kur an ile Resulden bize tevatür yolu ile gelen hadislerdir. Şu bir gerçektir ki; Allah'a ve O'nun bildirdiği herşeye inandım diyen bir müslümanın akidesini vahy oluşturduğu gibi, akidesini anlamadaki yöntemi de vahyin oluşturması gerekir

Bu iki mesele yani akide ve metod birbirinden ayrılmayan, ayrıldığı zaman canlılığını kaybeden vazgeçilmez iki önemli unsurdur. Nitekim müslümanların çoğunun belirle bir dönemden sonra hayatta canlılığını kaybetmesine sebeb, inancını anlamasındaki yönteme (metoda) vahiy kaynaklı olmayan yabancı felsefî metodların karışması değil midir? İşte biz bu yazımızda meselenin ehemmiyetine binaen akidedeki metodu izah etmeye çalışacağız.

AKİDEDE AKLIN ÖNEMİ

Akide; "düğümlenip kalma, bilerek inanma, aklen ve kalben tasdik etmek anlamına" gelir. İman ile akide aynı manaları ifade eder.

İnsanı diğer canlılardan ayıran en büyük özellik hiç şüphesiz sahip olduğu akıldır. İnsan aklını doğru şekilde kullanıp, hayatı ve kainatı (ayetleri) doğru şekilde anladığı müddetçe gerçek insan olma vasfını kazanacaktır. Aklını kainattaki gerçeklerin (ayetlerin) ve vahyin ışığında kullanmadığı müddetçe hayvanlardan daha aşağı bir konuma düşecektir.

İnsan, aklî muhakemesi sonucu hayatın ve kainatın kendi başına var olamıyacağını var olan bu muhteşem eserin, bir yarıtıcısının olması sonucuna varacaktır. Çünkü sonradan var olan sınırlı, her şey kendisinden önce sınırsız bir yaratıcıya muhtaçtır. Bu evren ile birlikte içindeki her şey yaratılmış ve sınırlıdır.

Aklî metod yaratıcının varlığını ve birliğini göstermektedir. Yine insan aklî muhakemesi sonucu Peygamberlik iddiasında bulunanların gerçekten Peygamber olup olmadığını insanlara sundukları mesajın vahiy kaynaklı olup olmadığını anlayacaktır.

Bütün bunlardan yani duyu organları ile görülüp hissedilen konularda Allah'a iman, Resul'e iman, Kitap'a iman gibi hususlarda aklını hakem kılacaktır. Aklî metodu takip edecektir.

Allah insanları devamlı hayatı ve kainatı içinde olup bitenleri düşünmeye davet etmektedir. Ve böylece akla dayalı bir Allah inancını isterken atalardan kalma, taklidi, hissî ve vicdanî imana çatmaktadır. Sık sık düşünmüyor musunuz? akletmiyor musunuz? düşünenler için ibretler vardır, gibi sözleri tekrarlamaktadır. Gaybî konularda kitabı olan Kur'an'a bakılmasını isterken, müşahade alanına giren hususlarda da kainat kitabına bakılmasını istemektedir. Allah'ın bize gösterdiği akidedeki yöntem aklın ve kalbin tasdik edip, mütmain olduğu yöntemdir. Aklı kalbe hapsetmek suretiyle devre dışı bırakan taklidi bir yönteme karşı olduğu kadar, aklın hakem kılındığı (gaybi konularda dahil) rasyonalist akılcılığa da karşıdır. İslâm, ne akılsızların dini, ne de akılcıların dinidir. Bundan ziyade aklını akıllıca kullanan akıllıların dinidir.

Rabbımız, doğru şekilde bir Allah inancını doğru şekilde hayatı ve kainatı bunların öncesini ve sonrasını düşünmenin yolu olan, aklî metoda bağlamıştır. Bundan dolayı müslüman hayatında atalarından almak taklidi imana yer yoktur. O; akıldan neşet etmeyen Allah inancı, Kitap inancı ve Resul inancını her zor şartlar altında sönmeye mahkum olduğunu bilir. Hayatta canlı olmayı, hayatı ve eşyayı düşünmeye bağlar. Rabbımız bir çok ayette insanın dikkatini eşya üzerine çekmektedir. Daha indirdiği ilk ayetlerde insanın dikkatini kendi yaratılışının başlangıcı olan biyolojik yapısına çekmektedir. 

Rabbımız şöyle der : 

"O, insanı bir kan pıhtısında yarattı." (Alak: 2)

"Gökleri ve yeri hak ile yaratmıştır. Size suret verip, suretinizi güzel şekilde yapmıştır. Dönüş O'nadır." (Tegabun : 3)

Yine Rabbımız Kitabında insanın dikkatini bazan aya, güneşe, bazen gökten indirdiği yağmura, dağlara, denizlere, bazen de şirk koşanların taptıkları putların aslında hiç bir şeye gücü yetmediğini asıl güç ve kudretin Kendisinde olduğunu anlatır. 

 "Şüphesiz yerin ve göğün yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri arkasına gelişinde akıl sahipleri için deliller vardır."
(Ali İmran : 190)

"İnsan neden yaratıldığına bir baksın." (Tank : 5)


"Devlerin nasıl yaratıldığına, göğün nasıl yükseltildiğine, dağların nasıl dikildiğine, yerin nasıl serildiğine bakmıyorlar mı?" (Gaşiye : 17-20)

 "De ki; Allah'ı bırakıp da size ne bir fayda
ne de zarar veremeyecek birine mi ibadet ediyorsunuz?" (Maide : 76)

Burada zikretmediğimiz diğer bir çok ayette Rabbımız aklımızı kullanmayı emretmiştir. Ve netice olarak insanın hissettiği ya da duyu organları ile algıladığı akidevî konularda Allah (c.cl'a. Kitab'a, Resul'e iman konusunda aklımızı kullanmayı emretmiştir, Müşahade alanı dışında kalan aklın idrak etmeyip duyu organlarının hissedip göremediği konularda, cenneti, cehennemi, melek, cin v.b. konularda nakli olmasını istemiştir. Gaybi bilen sadece Allah olduğundan sadece onun bildirdiği kadarı ile biliriz. Bunun dışında zanna dayalı herhangi bir fikir yürütemeyiz.

AKİDEDE DELİLİN KESİN OLMASI

Akide, ister duyu organları ile hissedilip idrak edilen hususlarda olsun, isterse aklın üstünde duyu organları ile algılanması imkansız olan gaybî konularda olsun mutlaka kesin delile dayanmalıdır. Çünkü akidede zan, ihtimal ve şüpheye yer yoktur. Bu manada akidenin tarifi şöyledir: "Vakıaya uygun kesin delile dayalı kesin tasdiktir." Bir şeyin iman konusu olabilmesi için delilin ve tasdikin kesin olması gerekir. Delil kesin olmazsa tasdikte kesin olmaz. Akideyi ancak subuti (haberin gelişi) ve delâleti (verdiği manada) katı naslar oluşturur. Bu ise ya Kur'an'da tek mana veren muhkem bir ayet -cennet, melek, cin, namazı kılın ayetleri gibi- ya da Resul (S.A.S)'-den tevatür yolu ile bize aktarılan Sünnettir -namazın rekatları gibi-..

Bu naslarda ise içtihada, tartışmaya ve tevile yer yoktur. Müslümanım diyen herkesin inanıp, teslim olması gereklidir. Tarihte müslümanların itikadı mezhepler adı altındaki ihtilafları incelendiğinde ayrılıklarına sebeb olan konuların çoğunun Allah'ın hakkında kesin bilgi indirmediği konular olduğu görülür.

Yine incelendiğinde onların akidevî konuları değerlendirilmesindeki metodlarına felsefî ve tasavvufî İslâm kaynaklı olmayan metodları kullandıkları görülür. Kur'an'a göre onların müteşabih ayetler hakkında hiç bir tartışmaya ve yoruma gitmeden o ayetlere teslim olmaları gerekirken, yersiz, Kur'an dışı tartışmaların sonucu gaybî konularda karanlığa taş atarcasına delilsiz hükme varmışlardır.

Oraya atmış oldukları Kur'an dışı Allah'ın hakkında hüccet indirmediği tartışma konularını desteklemek için bazen ayetlere tekilci olarak yaklaşmışlar, bazen de tevil ve yorumlara gitmişilerdir. Hatta bazıları akide alanına girmeyen zannî görüşlerini kesin itikad haline getirmişler, kabul etmeyenleri de tekfir etmişlerdir.

Bilindiği gibi Kur'an ayetleri iki kısma ayrılır. Bunlar; muhkem (tek mana veren), diğeri ise müteşabih (birden fazla anlama gelen) ayetlerdir.

Resul (S.A.S)'in hakkında hayır konuştuğu ve övdüğü sahabe, tabiin, tebeuttabin, muhkem ayetlere inanıp teslim olurken, müteşabih ayetler hakkında herhangi bir yoruma ve tartışmaya girmezlerdi. 

Onlar Allah’ın; "Arşı istiva etmesi." (Ra'd : 2)  "Allah'ın eli onların elinin üstündedir."(Fetih: 10) v.b. ayetleri olduğu gibi kabul edip inanır. Kur'an'ın tabiri ile;
 "Biz ona inandık, hepsi Rabbimizin katindadır derler" (Ali İmran : 7)

Fakat daha sonra gelenler, Allah'ın teslim olunmasını isteyip herhangi bir yorum ve tevilden nehyettiği yukarıdaki gibi müteşabih ayetler hakkında tevil ve yorumlarda bulundular. Kendi zanlarını akide haline getirdiler. Böylece gereksiz grublaşmalara sebeb oldular. Oysa ki Allah, akidede kesin delil istemekle birlikte zanna uymayı nehyetmiştir. Kuran ı inceleyen kimse zan ve kesin delilin geçtiği ayetlerin inanç konuları hakkında olduğunu görür. Allah (c.c) akide ile ilgili hususlarda burhan ve sultan kelimelerini kullanmıştır. Bu kelimelerin geçtiği her ayet akide ile ilgili olmakla birlikte o konuda kesin delil istemektedir. 

Rabbımız şöyle der :

"Yoksa onlar O'ndan başka ilahlar mı edindiler. De ki; burhanınızı (kesin delilinizi) getirin." (Enbiya : 24)


"Burhansız (kesin delil olmaksızın) kim Allah'la beraber bir ilah edinirse, Rabbı katında hesabını bulsun." (Mü'minun : 117)

Biz Musa'yı ayetlerimizle ve apaçık bir sultan ile gönderdik." (Hud : 96)

"Allah'ın ayetleri üzerinde kendi katlarında bir sultan (kesin delil) gelmeksizin cedelleşenler, göğüslerinde ulaşamıyacakları kibirlik vardır." (Gafir : 56)

 "Cennete Hristiyan ve Yahudilerden başkası giremez dediler. Bu, onların kuruntularıdır. De ki; Eğer doğru iseniz burhanınızı getiriniz." (Bakara : 111) 

Burada yazdığımız ayetlerin dışında daha bir çok ayette Rabbımız akide hususunda kesin delil istemektedir. Yukarıda izah ettiğimiz gibi burhan ve sultan (kesin delil) kelimelerinin geçtiği ayetler akide ile ilgilidir. Allah (c.c) akidede kesin delil isterken, delile dayalı olmayan zannî akidelere şu ayetlerle çatmaktadır :

 "Ahirete inanmayanlar. meleklere dişi ismini verirler. Halbuki onların herhangi bir ilmi yoktur. Onlar zandan başka bir şeye uymazlar. Halbuki zan haktan bir şey değildir."(Necm : 27-28)

 "Yeryüzündekilerin çoğuna uyarsan, Allah yolundan seni saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar." (En'am: 116)

 "De ki; Bize göstereceğiniz bir ilim var mı? Siz zandan başkasına uymuyorsunuz. Halbuki siz yalan söylüyorsunuz."
(En'am: 148)

"Onun hakkında ihtilafa düşenler şüphe içindedirler. Onlarla ilgili bir ilim yoktur. Onlar ancak zanna bağlanırlar."(Nisa: 157)

Yukarıdaki ayetlerden anlaşıldığı gibi Allah'ın akidede nehyettiği ayetler zanna dayalı, ilimsiz, itikatlardır. Ve zannın geçtiği ayetler akide ile ilgilidir.

Resulden gelene mutevatir hadislerin dışındaki ahad haberlere gelince; onların Resul (S.A.S)'den geldiği kesin olmadığından dolayı inanç haline dönüştürülmez. Fakat haberi ahad amelde delil olmakla birlikte akidede yakın bilgi ifade etmez. Haberi ahad, zannî haberdir. Yukarıdaki nasların ışığında görüldüğü gibi akidede zanna ve şüpheye yer yoktur. Bir insan "%99 ahirete inanıyorum, bir ihtimal da inanmıyorum" derse, onun akidesi sahih değildir. Allah'a ve onun bildirdiklerine inandığını söyleyen her müslüman, akidesini Kuran ve Sünnet'ten delâleti ve subuti katı naslara dayandırmalıdır. Kur'an'da geçen akide ile ilgili müteşabih ayetlere inanmalı, herhangi bir yoruma gitmeden hakiki anlamını Allah'a bırakmalıdır.

Yine müslüman İslâm ümmeti arasında vahiy kaynaklı olmayan vahdeti vucud, hulûl v.b. tasavvufa ait hurafelere karşı mücadele vermeli, onlara hayatında yer vermemelidir. Şu unutulmamalıdır ki, müslümanın akidesini vahiy oluşturduğu gibi akidesindeki metodu da vahiy oluşturur. Çünkü metod, akidenin cinsindendir. Şu da bir gerçektir ki; Resul'ün Kur'an'ı uygulamasının metodu olan Sünneti de vahiyden bir parçadır. Çünkü o (S.A.S)'in Allah adına konuştuğu her şey vahiyden bir parçadır. Çünkü o (S.A.S) ın Allah adına konuştuğu her şey vahiy kaynaklıdır. "O heva ve hevesinden konuşmaz, ancak vahiydir." (Necm: 35) 








28 Nisan 2015 Salı

RIZKI TAKDİR EDEN DE VEREN DE SADECE ALLAH'TIR


Dünyada her canlıya olduğu gibi insana da rızkını takdir eden ve veren sadece Allahu Teâlâ'dır. Akıl, güç ve iradeden yoksun ufacık bir böcek bile bir taş kovuğunda dahi olsa rızıksız kalmıyor. Rabbımız ona rızkını bir şekilde mutlaka gönderiyor. Rızık kesinlikle Rabbımızın elindedir. Zira Rabbımız rızkı Ben takdir ediyorum, Ben dağıtıyorum diyor. 
Şöyle buyuruyor :
 "Muhakkak ki Rabbın rızkı dilediğine çok, dilediğine az verir. Şüphesiz ki o, kullarından haberdardır, (onları) çok iyi görür."
(İsra : 30)

Geçim endişesi ile çocuklarınızı öldürmayin. Biz, onların da sizin de rızkınızı veririz." (İsra : 31)

Rızık hususunda müslümanlar genelde ağızlarıyla rızkın Allah'ın elinde olduğunu söylüyorlar, ama bu, hakiki bir iman seviyesinde görülmüyor. Zira bir noktada meselâ; "Bu malı nereden aldın?" diye sorulduğunda, "Allah'a çok şükür Rabbım verdi" demiyor. "Bu' iş için çok çalıştım, plan yaptım, bu konuda uzmanlaştım, bu yüzden çok kazandım" diyorlar. Müslümanlarda bu kanaat ya da yanlış anlayış maalesef çok yaygınlaştı. Bunun en önemli sebeblerinden birisi de: halkın dinlerini kendilerinden öğrendikleri hoca ya da alim diye bilinen kimselerin yanlış anlayış ve anlatımlarıdır. Diyorlar ki; "Her ne kadar rızık Allah'ın elinde olsa da çalışmadan rızık gelmez. Rızkın gelmesi senin çalışmana bağlıdır. Az çalışan az, çok çalışan çok rızık elde eder, hiç çalışmayan ise hiç rızık elde edemez. Onun için insan işinden gücünden olacak davranışlardan uzak durmalı, yoksa aç kalır." işte böyle düşünüyorlar. Sanki rızkımız Allah'ın
elinde değil de devletin ya da işverenin elindedir.!..

Buna binaen günümüz insanları ne kadar çalışırsan o kadar mal, mülk rızık sahibi olursun, kanaatına sahip oldular. Halbuki İslâm akidesine göre rızkı çok ya da az veren Allahu Teâlâ'dır, başkası değil.. Bunun böyle olmasının sebebi de sadece O'nun dilemesidir, başkası değil.. Zira rızkın az ya da çok oluşu da Allah'a kullukla imtihanın bir konusudur. Buna rağmen müslümanlar bilhassa günümüzde rızık hakkında öylesi bir kötü kanaata düştüler. Bu kanaat müslümanlara nereden geldi? Zira önceleri onlarda böylesi bir kanaat yoktu. Bunun sebebi müslümanların İslâm akidesi ve dinini anlamak ve yaşamakta gösterdikleri zaafiyet neticesinde imanlarının tadını tadamayışları, buna bağlı olarak da iç ve dışarıdaki kâfirlerin ahlâkı ile ahlâklanmalarıdır. Zira Yahudi ve Hristiyan din adamları cenneti bile rüşvetle satıyorlar. Allah'ın dinini, hükümlerini az bir pahaya bile tahrif ediyorlardı. Yani menfaat uğrunda hükümlerle oynuyorlardı. İşte bu huy bir çok müslümana da sirayet etti. Meselâ; zekat vermemek için, zekat zamanı gelince elindeki parayı bir başkasına borç vererek aklı sıra hile yapıp zekat sorumluluğundan kurtulacağını sanıyor. Halbuki daha önceleri müslümanlar zekat ve hatta sadakayı vermekten kaçmak için değil onları vermek için koşuyorlardı. Sadaka vermek müslümanlar için bir huzur ve saadet vesilesi idi. Müslüman Allah için uygun bir yere sadaka verebildiğinde kendisini mutlu hissediyordu.. Günümüzde ise değil başkasına Allah için mal vermek, bilakis başkalarının hakkını bile alabilmekte, hatta gerekirse onun için o insanı öldürmekte mutluluk arıyorlar.

İşte bu çarpık zihniyet, insanı en
vahşî hayvanlardan bile acımasız, vahşî mahluk kılmaktadır. Ve insanlığa bu vahşeti yaşatmaktadır. Pazusu kuvvetli olan bir avuç kapital sahibi azınlık, dünyadaki mustaz'af (zaafa uğramış) insanların mallarını çalmak, talan etmek yani sömürmek için gerektiğinde o insanları en modern silahlarla toplu halde öldürmek uğraşısı ve de yarışı içindedirler. Bir ahtapot gibi sömürü ağı ile dünyayı kuşatmış durumdalar. Özellikle de müslümanların petrollerini, madenlerini, servetlerini çalıyorlar ve onları öldürüyorlar. O kadar çok sömürmelerine rağmen gözleri hiç doymuyor. Bu gözü doymazlığın, bu açgözlülüğün, bu vahim tamahın sebebi nedir?..

İşte bunun asıl sebebi; rızkın kişinin kendi çalışmasına bağlı olduğu anlayışıdır. Çalışırsan rızık olur, çalışmazsan aç kalırsın, verirsen biter yine aç kalırsın.. Onun için haklı haksız, helâl haram demeden mala, mülke ulaşmaya çalış, anlayışıdır. Aslında bu insanın yapısında var olan bekâ içgüdüsünden kaynaklanan, hayatta tutunma, mal-mülk sahibi olma tutkusuna esir olma halidir. İşte bu anlayış ya da mal tutkusu, insanları gözü dönmüş vahşî mahluklar haline getirmektedir.

İnsanlığı bu vahşetten ancak İslâm akidesi kurtarır. Zira bu akide insan yapısındaki diğer bütün duygu ve ihtiyaçları Allah'tan gelen bir ölçü ile terbiye edip insanı vahşetten temizlemiştir. Rızkın Allah'ın elinde olduğunu, az ya da çok rızık verenin ancak Allah olduğunu, az ya da çoklukla imtihan edildiğini bildirerek, insanda kanaat, sabır ve hatta cömertlik, ikramda bulunma faziletlerini yerleştirmiştir. Yani vahşet hastalığını temelden tedavi etmiştir. Kanaat, sabır, cömertlik, kendisi mala muhtaç iken başkasına ikramda bulunma faziletleri ile vasıflı bir ümmet inşaa etmiştir. İnsanlık gerçek insanlığı, hayrı işte bu ümmet elinde görmüştür. Bu İslâm akidesi anlaşılıp yaşandıkça, bu faziletler var olacaktır. Bu akide üzerine devlet kurulup aleme taşıdıkça, bu faziletler de yaygınlaşacak, sömürgeci ahtapot görünümlü pis kâfirlerin zulmü ve zulümatı ortadan kaldırılacak, alem İslâm'ın nuru ile tekrar aydınlanacaktır, dün olduğu gibi..

Evet kapitalist ya da materyalist rızık anlayışından doğan aşırı mal sevgisi, sanki insanın tabiatını dejenere edip vampir tabiatlı kılmaktadır. Daha kârlı olduğunu gördüğü için fabrikadaki binlerce içşiyi, zorunlu parasız izine çıkartıp, binlercesini tamamen işten çıkartıp da onlara vereceği parayı faize yatıran, binlerce kişinin çoluk ve çocuğu ile aç-susuz-hasta kalması pahasına faizden elde edeceği kârları salyası aka aka hesap eden vampir işadamlarına bakın; devletin geliri olursa hemen ona çullaşan, devletin borcu olursa hemen malını dışarıya kaçıran vampir kapitalistlere bakın; insanlığın ne kadar alçalabileceğini, vahşileşebileceğini, vampirleşebileceğini görürsünüz..

Mukayese için bir de insanlığın güzide asrına, saadet asrına bakın; orada gerçek insanlıktan örnekler göreceksiniz. Zengin de olsa vahşileşmeyip de Allah için mal harcamakta yarışan, fakirlere, muhtaçlara ikramlarda bulunan, İslâm Devleti'ne yardım eden, hatta kendileri muhtaç iken başkalarını kendi nefislerine tercih eden fazilet nişanelerini göreceksiniz. Gerektiğinde devlete Allah yolunda cihad için malının üçte birini, yarısını hatta tamamını getirip gönül rahatlığı ile veren bundan da sürür duyan güzide insanları görürsünüz. Zira onlar bu işlerin ebedi hayat olan ahirete yatırım olarak görüyorlardı. Allah'ın şu sözüne kulak veriyorlardı:

"Allah yolunda mallarını harcayanların örneği, yedi başak bitiren bir dane gibidir ki, her başakta yüz tane vardır. Allah dilediğine daha da fazla verir. Allah geniştir, her şeyi bilir. Mallarını Allah yolunda hayra verip de sonra başa kakmayan, onların gönlünü kırmayan kimselerin Allah katında kendilerine has mükâfaatları vardır. Onlara korku olmadığı gibi, onlar üzülmeyecektir." (Bakara : 261-262) 

İslâm akidesindeki rızık anlayışından uzaklaştıkça vampirleşen kişilerin kafalarında da kalplerinde de yerleşen tek şey para sevgisidir. Bu sevgi onu Kabe gibi kutsal bir yerde anne gibi kutsal bir varlıkla 70 defa zina yapmaktan daha kötü bir vakıa olarak, Allah ve Resulü ile savaş olarak vasıflandırılan faize koşturmaktadır ve faizi savundurmaktadır Boşuna dememişler; "Para insanın aklında olursa, ya kölesi ya da delisi olur" Kur an da da faiz alanların mezardan şeytan çarpmış gibi kalkacakları bildiriliyor (Bakara : 275) Onlar daha mezara gitmeden şeytan çarpmışa dönüyorlar, ya da deliriyorlar, ya da stres içinde bunalıma düşüyorlar..

Islâm akidesindeki rızık anlayışı, insanı cömert kıldığı gibi kanaatkâr ve sabırlı da kılıyor. Rızkı dar olunca ortalığı velveleye vermiyor. Sabrediyor, hatta şükrediyor. Rızkının darlığını dışarıya bile yansıtmama olgunluğuna eriştiriyor.. İffetlerinden dolayı, fakirliklerini ne bir şikayet konusu kılıyorlar ne de bir duygu sömürüsü..

Rızkın kendi çalışmasına bağlı olduğunu zanneden kişi, Allah'ın ona bol rızık vermesi durumunda hakkı olmayan
bir üstünlük iddiasında bulunup şımarır, azar.

 "(Onların asıl durumunu) bilmeyen, iffetten dolayı gösterdikleri tok görünümlerine bakarak onları zengin sayar. Sen onları görünce, yüzlerinden tanırsın. Çünkü onlar yüzsüzlük ederek insanlardan istemezler." (Bakara : 273) 

Rızkın Allah'ın elinde olduğunu, iman ettikleri sürece müslümanlara geçim dert olmuyordu. Çünkü mal-mülk onların kalplerinde değil ellerinde idi. Ellerine geçerse helâl yolda harcıyorlardı, ellerine geçmezse yine hallerine şükrederek sabrediyorlardı, dert etmiyorlardı. Zira onlar Allahu Teâlâ'nın şu hitabına kulak veriyorlardı :

"Andolsun ki biz sizi biraz korku, açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azalma ile imtihan eder, deneriz. Sen sabırlı davrananları müjdele." (Bakara : 155)

Rızkın kendi çalışmasına bağlı olduğunu zanneden kişi, Allah'ın ona bol rızık vermesi durumunda hakkı olmayan bir üstünlük iddiasında bulunup şımarır, azar. Kârun gibi olur.. Bakınız Allahu Teâlâ ibret olsun diye onun durumunu nasıl tasvir ediyor :

"Karun Musa’nın kavminden idi de onlara karşı azgınlık etmişti. Biz ona öyle hazineler vermiştik ki, anahtarını güçlü, kuvvetli bir topluluk zor taşırdı. Kavmi ona demişti ki; Şımarma! Bil ki Allah şımarıkları sevmez. Allah'ın sana verdiğinden (O'nun yolunda harcayarak) ahiret yurdunu gözet, ama dünyadan da nasibini unutma. Allah'ın sana ihsan ettiğinden sen de (insanlara) iyilik et. Yeryüzünde bozgunculuğu arzulama. Şüphesiz ki Allah bozguncuları sevmez. Karun ise; O (servet) bana ancak kendimdeki bilgi sayesinde verildi, demişti. Bilmiyor muydu ki Allah, kendisinden önceki nesillerden daha güçlü, ondan daha çok taraftarı olan kimseleri helak etmişti. Günahkârlardan günahları sorulmaz (Allah onların hepsini bilir). Derken Kârun, ihtişam içinde kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını arzulayanlar; Keşke Karun'a verilenin benzeri bizim de olsaydı, hakikat şu ki o çok büyük bir devlet sahibidir, dediler. Kendilerine ilim verilmiş olanlar ise şöyle dediler : Yazıklar olsun size! İman edip iyi işler yapanlara göre Allah'ın mükâfatı daha üstündür. Ona da ancak sabredenler kavuşabilir. Nihayet Biz onu da sarayını da yerin dibine geçirdik. Artık Allah'a karşı kendisine yardım edecek avanesi olmadığı gibi, o kendini savunup kurtarabilecek kimselerden de değildi. Daha dün onun yerinde olmayı isteyenler; Demek ki Allah kullarından dilediğine rızkı çok da verir, az da verir. Şayet Allah bize lütufta bulunmuş olmasaydı, bizi de yerin dibine geçirirdi. Demek ki inkârcılar iflah olmazlarmış, demeye başladılar. İşte ahiret yurdu! Biz onu yeryüzünde böbürlenmeyi ve bozgunculuğu arzulamayan kimselere veririz. (En güzel) âkibet, takva sahiplerindir." (Kasas : 76-83) 

Rızkın sadece Allah'ın elinde olduğuna şeksiz şüphesiz iman edenler, Allah'ın meselâ şu emrine icabet ederek, malını Allah yolunda infak etmekten tereddüt etmezlerdi:

"Ey iman edenler! Kazandıklarınızın iyilerinden ve rızık olarak yerden size çıkardıklarımızdan hayra harcayın. Size verilse gözünüzü yummanız hariç, severek alamayacağınız derecede kötü ve değersiz şeyler vererek sakın hayır yapmaya kalkışmayın. Biliniz ki Allah zengindir, övülmüştür. Şeytan sizi fakirlikle tehdit eder (korkutur) ve sizin cimri olmanızı emreder. Allah ise size katından bir mağfiret ve lütuf vaadeder. Allah her şeyi ihata eden ve her şeyi bilendir." (Bakara : 267-268)

"Bir gün Ali (r.a) kapıda bir dilencinin durduğunu gördü. Oğlu Hasan veyahut Hüseyin'e; "Annene git, kendisine verdiğim o altı dirhemden birini sana versin, getir şu fakire ver" dedi. Çocuğu gidip döndükten sonra; "Annem o altı dirhemi un almak üzere sakladım, diyor." dedi. Bunun üzerine Ali (r.a); "Eğer kişi elindeki paradan çok Allah'a güvenmezse, imanı gerçek bir iman değildir. Git annene söyle, o altı dirhemin hepsini göndersin" dedi. Fatıma da o altı dirhemin hepsini gönderdi. Ali (r.a) onu dilenciye verdi. Ali (r.a) daha içeri girip elbisesini çıkarmamışken, satmak üzere bir devenin yularından tutup çeken bir adam yanından geçti. Ali; "Deveni kaça satıyorsun?" diye sordu. Adam, "Fiatı, yüzkırk dirhem" dedi. Ali, "Parasını sonra almak üzere deveyi kapıya bağla" dedi. Adam da deveyi bağlayıp gittikten sonra bir başka adam geçip, "Bu deve kimindir?" diye sordu. Ali, "Benimdir" dedi. Adam, "Kaça satıyorsun?" diye sordu. Ali, "İkiyiz dirheme" dedi. Adam da "Kabul" diyerek hemen parasını çıkartıp verdi ve deveyi çekip götürdü. Ali de alacaklısının parasını verdikten sonra artan altmış
dirhemi götürüp Fatıma (r.anha)'ya verdi. Fatıma, "Bu ne parasıdır?" diye sordu. Ali, "Bu, Allahu Teâlâ'nın Kim bir iyilik yaparsa, ona o iyiliğinin on katı verilir"" diyen peygamberinin diliyle, bize vereceğini vaad buyurduğu paradır" dedi." (El-Kenz-ul Ummal, c.3, s.311, İbni İshak)

Rızkın Allah'ın elinde olduğuna iman eden kişide başkasına karşı hasedi, çekememezliği ve tamahkârlığı tedavi ettiği gibi kendisi zaruret içinde iken bile başkalarını kendisine tercih etme makamına ulaştırır, felaha erenlerden kılar. Allahu Teâlâ'nın vasfettiği şu kimseler gibi:


"Onlardan önce o diyarı yurt edinmiş ve göğüslerine imanı yerleştirmiş olanlar, kendilerine hicret edip gelenleri severler. Ve onlara verilenlerden ötürü içlerinde bir çekememezlik duymazlar. Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları, kendilerine tercih ederler. Her kim nefsinin tamahkârlığından koruna-bilmişse, işte onlar felaha erenlerin kendileridir." (Haşr: 9)

Rızkı kendi çalışmalarında görenlerin başında gelen kâfirler ise, mala düşkün ve de tamahkâr, aç gözlü oluşlarından dolayı daha çok mal sahibi olmak için, daha çok sömürmek için insanları kula kulluktan, zulüm ve zulümattan kurtarmak için gönderilen Allah yolu olan İslâm'dan uzaklaştırmak maksadı ile mallarını harcarlar ve harcayacaklar. Fakat mağlup olup kalplerinde bir hüzün olacaktır. Rabbımızın buyurduğu gibi :

 "Şüphesiz ki inkâr edenler, mallarını (insanları) Allah yolundan alıkoymak için harcıyorlar. Daha da harcayacaklar. (Fakat) sonunda bu, onlâra yürek acısı olacak ve en sonunda mağlup olacaklardır. Kâfirlikte ısrar edenler ise cehenneme sürükleneceklerdir." (Enfal: 36)

İşte ABD, İngiltere, Fransa, Rusya ve diğer küfür devletleri müslümanları ezmek, sömürmek ve vazgeçirmek için kredi vererek, propaganda yaparak, silah imal etmek gibi çeşitli üsluplarda paralar harcıyorlar. Ancak İnşaallah Hilâfet Devleti kurulunca, onların bu amelleri kursaklarında kalacak ve mağlup olacaklar. Yeter ki müslümanlar İslâm akidesine gereği gibi bağlanıp onun gereği olan dinlerini yaşamaya ve de hakim kılmaya çalışsınlar. Muhakkak ki istikbal İslâm'ın, zafer mü'minlerin olacaktır. Kâfirler ise hüsran olacaklardır.

Bütün bu izahlarla anlatmak istediğimiz, rızkın çalışmaya bağlı olduğu, rızkı verenin kişinin işi, dükkanı ya da işvereni olduğu anlayışının yanlışlığını, kişide oluşturduğu kötü hal ve sıfatları görerek müslümanların bu yanlışı terk etmeleridir. Müslümanlara yakışan çalışmayı, rızka ulaşmak için Allah ın bir emri olarak, şerî bir hüküm olarak bilip amel etmeleri, ancak rızkı takdir eden ve de verenin ancak Allah olduğuna inanmalarıdır. Allah'ın emri gereği çalışır ancak rızkı elde edemiyebilir. Allah'ın emri gereği savaşılır ancak zafer de kazanılamıyabildiği gibi.. Çünkü zafer ancak Allah ın katındadır. Bunun gibi rızık da ancak Allah'ın katındadır. Dilediğine verir, dilediğine az, dilediğine çok verir. Çalışmak rızkın sebebi değil, rızka ulaşılan hallerden bir haldir. Sebebi olsa idi, hiç çalışmayan kimseler asla rızka ulaşmamaları gerekirdi, ya da az çalışan az, çok çalışan çok rızık elde ederdi. Ancak pratikten de görüldüğü gibi vakıa öyle değil.. Miras gibi, bahşiş gibi çalışmadan rızık gelmekte, çok çalıştığı halde az gelmekte, bazen de hiç rızık gelmemekte..

Pratikten de görüldüğü gibi, rızkı getirenin çalışma olduğuna iman, kişinin ufkunu nasıl daraltmakta ve o kişiyi nasıl cimri kılmaktadır.. Rezzak olanın yani rızkı bizzat verenin Allahu Teâlâ olduğuna, çalışmanın rızkın hallerinden bir hal olduğuna iman da
rızık bakımından kişinin ufkunu nasıl genişletmekte, ona iman edenleri nasıl rahatlatmaktadır. İşte rızkı getirenin çalışma olduğuna iman eden her kesimden kimseler, işlerinden çıkartırlar ya da ticaretlerine mani olunursa açlıktan öleceklerine itikad eder duruma düşmüşlerdir. Onun için böylesinin rızkı elde etmek hususunda ufukları dar olduğu için ne kadar yüksek mevkilere gelseler, ne kadar çok mala sahip olsalar da yine dar bir hayatta yaşarlar.

Buna göre Allah'ın rezzak olduğuna dair iman, rızkı temin için Allah'ın beyan ettiği yolda çalışmayla birlikte olunca, tembel olmayı ve yan gelip oturmayı değil, rızık hususunda geniş bir bakış ufkuna sahip olmayı meydana getirir. İşte bize bunu kazandıran, rızkı takdir edenin de verenin de sadece Allahu Teâlâ olduğunu beyan eden delâleti katı ayet-i kerimelerden bir kaçı:

 "Rızkını taşımayan (yeryüzünde) nice canlılar vardır. Allah onları ve sizi rızıklandırır. O, işiten ve bilendir." (Ankebut: 60) 

"Yeryüzünde yürüyen her canlının rızkı Allah üzerinedir. Allah onların yerleştikleri yeri ve barındıkları yerleri ve saklandıkları yerleri de bilir. Her şey Kitabı Mübindedir." (Hûd : 6) 
"Şüphesiz ki Allah, çok çok rızık verendir. O, sonsuz kudret sahibidir." (Zariyat: 58) 

"Allah dilediğini hesapsız rızıklandırır." (Bakara: 212)

 "Allah dilediği kimsenin rızkını genişletir ve bir ölçüye göre verir. Dünya hayatıyla övünenler bilsinler ki dünyadaki hayat ahiret yanında sadece bir geçimlikten ibarettir. " (Ra'd : 26)

 'Çocuklarınızı yoksulluk korkusu ile öldürmeyin. Onları ve sizi Biz rızıklandırıyoruz." (İsrâ : 31)

"Onlar, Allah'ı bırakıp da kendilerine göklerde ve yerde olan rızıktan hiç bir şey veremeyen ve buna asla güçleri yetmeyen şeylere tapıyorlar." (Nahl: 73)


"Allah size verdiği rızkı kesiverse, sizi kim rızıklandıracak? Hayır, onlar azgınlık ve nefretle direnip durmaktadırlar." (Mülk: 21)

Ey iman edenler! Allah'ın üzerinizdeki nimetini zikredin (hatırlayın). Gökten ve yerden Allah'tan başka sizi rızıklandıran bir yaratıcı mı var? O'ndan başka hiç bir ilah yoktur. Öyle ise nasıl Allah'ı bırakıp şirke koşuyorsunuz?" (Fatır: 3)

Şu halde ey mü'minler! Madem ki her canlının olduğu gibi bizim ve çoluk çocuğumuzun rızkını veren sadece kendisinden başka ilah ve rezzak (rızık verici) olmadığına şehadet ettiğimiz Allahu Teâlâ'dır. Öyle ise niçin rızık endişesi ile Allah'ın dinini tekrar hakim kılmak, böylece zilletten kurtulup izzete ve ahirette saadete kavuşmak için çalışmaktan, mücadele etmekten geri duruyorsunuz?!. Haydin, bu yersiz, mesnedsiz endişeyi yani rızık endişesini kalplerimizden tamamen söküp atalım, rızık ve zaferde sadece Rabbımız Allahu Teâlâ'ya tevekkül ederek kendimizi tüm İslâm ümmetini hatta insanlığın içinde bulunduğu şu zillet ve zulümattan kurtarıp izzet ve aydınlığa kavuşturacak olan İslâm'ı hayatı başlatacak ve aleme hidayet, nur olarak taşıyacak olan ve de farz olan Raşidi Hilâfet Devleti'ni kurmak için ihlas ve azimle elbirliği ile hep beraber çalışalım. Çalışalım da Rabbımızın rızasına nail olarak kurtuluşa erenlerden olalım.!.. Allah, Yolunun yolcularına Yar ve yardımcıdır..□






**************************************************************