19 Mayıs 2016 Perşembe

YALNIZ VE AMAÇSIZ İNSAN


18 Mayıs 2016, 22:50


 Endişe çağının insanı kendisini büyük bir boşlukta hissetmektedir. Dünyada etkili bir iş yapabileceğine dair duygularını yitirmiştir. Teslim olmuş ve tüm duyarlılığını yitirmiştir. Ne hissettiğini bilmediği için ne istediğini de bilmemektedir. Duygu yitimi onda derin boşluklar oluşturmuştur. Derin boşlukları oluşan insan kendi bireyselliğini tamamlama cesaretini yitirdiğinden kendini ancak kalabalıklar içinde güvende hissetmektedir. Kalabalıklar içinde olmak herkes gibi yaşamayı ve aykırı olmamayı ona yüklemiştir. Herkes gibi olmak ve uçlarda olmamak ona yalnızlığını yenme duygusu vermiştir. Yani kendi yalnızlığından kalabalıkların içine kaçarak kurtulmaya çalışmaktadır.
            Modern insanın kendi yalnızlığını yenme mücadelesi ile inanmış insanın kendi yalnızlığını yenme mücadelesi iki ayrı uçta sürmektedir. Modern insan kalabalıkların içinde bir hiç olmayı yalnızlığın ilacı olarak görmekteyken inanmış insan bilgi ve bilinci geliştikçe giderek kendiyle daha çok baş başa kalmayı tercih etmektedir. Ve yalnızlaşmak onun kaderi haline gelmektedir. İman etmiş kimse kalabalıklardan kendi iç dünyasına doğru kaçar ve bilinç arttıkça yalnızlığı da artar. Çünkü onda dünyayı değiştirecek kelimeler mevcuttur. Toplumun hoşuna gitmeyen, huzuru kaçıran bu kelimelerden herkes olabildiğince kaçmak ister. İşte bundandır ki ihlaslı kullar azdır. Az olmalarına rağmen çok topluluklara galebe çalarlar. Allah'ın bu yasasını bildikleri için yalnızlaşmaktan, bir avuç kalmaktan hiç korkmazlar, endişeye kapılmazlar ve ümitsiz olmazlar.
            Modern insan beğenilme duygusuyla yaşar böylece kendi yalnızlığından kurtulabileceğini düşünür. Başkalarının kendisinden ne beklediğini düşünerek yaşar. Kendisi olmaktan olabildiğince uzaktır. Eğer kalabalıklardan sıyrılırsa kendisine nasıl yön vereceği hususunda endişeye kapılır kendisini derin bir boşlukta hissederek sınırlarını kaybeder. Böyle yaşaması gayet doğaldır çünkü insan sürekli endişe bombardımanı altındadır. Her sabah haberleri dinlediğinde, gazetesini okuduğunda, sokakta insanlarla sohbet ettiğinde hep o gergin bakışlar, geleceğe dair umutsuz sözler ve dünyanın sürekli olumsuza doğru gidişini seyretme vs. vardır. Doğaldır ki insan geleceğe dair endişe duymaktadır. Modern insanın kendisini sürekli olarak güvende hissetmemesi bu endişe halini bir hastalık olarak üzerinde taşımasından kaynaklanır. Oysa inanmış bir insanın endişe duyma imkanı yoktur. Korkabilir ama asla endişe duymaz. Çünkü korkunun nesnesi gerçektir endişenin ise nesnesi gerçek değildir. Nesnesi gerçek olmayan endişe halinde ne yapılacağını bilemeyiz. Çünkü endişenin kaynağı vehimlerden ibarettir. Müslüman vehimlere göre değil hakikatlere göre davranış belirler. Onun içindir ki mümin insan, çağın psikosomatik hastalıklarına maruz kalmaz. Endişe halinden ancak öz farkındalıkla kurtulunabilir ne var ki modern insanın en çok kaybettiği şey de kendi öz farkındalığıdır. Mümin insan yaratılışının gayesini bildiği için etrafında ne kadar karmaşa, acı olursa olsun varlık bilincini kaybetmeden, endişeye kapılmadan yoluna devam eder.
            Bilinçli olmak insana iki farklı şey katar: Öncelikle insanın kendi kendine karşı sorumluluğu bir anlam kazanır. Hayatta yapmak istediği şeyi bizzat kendisi seçtiği için bunu bir yük olarak algılamaktan kurtulur. Yaptığı şeylerin sorumluluğunu bizzat kendi üstüne alarak yaşar. Ortaya çıkan sonuç her ne olursa olsun kimseyi suçlamadan ve kimseye kırılmadan yoluna devam eder. Özgürlük ile sorumluluk birlikte yürür. İnsan seçer ve başlar hayatı. Eğer birey özgür değilse bir tür otomat halini almıştır. Günümüz dünyasında modern insan otomat hareket etmektedir. Alışkanlıklarını bizzat hayatın kendisi zannetmektedir. Müslüman iddiasında olan insanlar için de durum aynıdır. Namazı alışkanlıktır, orucu alışkanlıktır, zekatı alışkanlıktır, karı-koca ilişkileri alışkanlıktır, insan ilişkileri alışkanlıktır vs… Alışkanlıkta his yoktur çünkü bizzat bilinçle tercih ettiği şeyleri değil de çevrenin ona yüklediği şeyleri yaşamaktadır.
            Bilinçli olmanın insana yüklediği ikinci şey ise disiplindir. Disiplinli olmayı biri yahut birileri istediği için değil de bilinçli olarak tercih ettiği şeylere bir disiplin içinde ulaşabileceğini gördüğü için disiplinli hareket etmeyi seçer. Kendisi olmayı becerememiş insan hayata katacağı bir anlamı üzerinde barındırmadığından disipline de ihtiyaç duymayacaktır. Hatta sorumluluktan kaçarak başıboş bir şekilde yaşamayı tercih edecektir.
            Modern insan yalnız ve amaçsızdır. Müslüman iddiasında yaşayan insanların büyük bir kısmı da bu modern insan grubundadır. Kendi tercihleri olarak gördükleri din bir önceki kuşaktan devraldıkları yahut etkilendikleri yazarlardan öğrendikleri yahut da ağabeylerinden öğrendiklerinden ibaret bir din anlayışıdır. Üzerine ne bir eleştiri ne de yeni bir tuğla eklemişlerdir. Kırk yıl önce kurdukları cümleleri kırk yıl sonra da kurmakta beis görmezler. Artık inançları alışkanlıklar bütünü haline gelmiştir. Oysa insan her gün yeni bir güne doğar ve her güne yeni bir söz söylemek gerekir. RolloMay’in deyimiyle insan “her gün kalktığında özgürlüğü için yeniden mücadele etmelidir” bu ancak ne istediğini bilen bilinçli insanın savaşımıdır. Ne istediğini bilen bir insan istediği şey için yılmaz bir disiplin ve gayretle çalışır. Hayatındaki tüm alışkanlıklarını, kazanımlarını, ilişkilerini bu değerlere göre belirler ve kimlik tanımlamasını bunun üzerinden yapar. Görünür olma kaygısından uzak olduğu gibi görünen bir kişiliktir o. Ne kınayıcının kınamasından korkar ve ne de toplum dışına itilmekten. Çünkü o ne yalnızdır ne de amaçsız, varlık bilincinin farkında biridir.
            Modern insan her şeyin olduğu gibi zamanın da nesnesi haline gelmiştir. Zamanı yapıcı ve verimli kullanamaz. Mesailere ayarlı bir dünyası vardır. Mesai saatleri içinde ölü zaman dilimleri yaşar. Tıpkı hapisteki insanlar gibi dışarı çıkacağı günü/saati sayar. Zaman onun için kalabalıkların içine karışacağı, hazlarını tatmin ederek kendiyle yüzleşmekten uzaklaşacağı bir şeydir. Kendine ait, iç dünyasını geliştirecek ona kendini hatırlatacak coşkuyla geçirdiği bir zaman ya yoktur ya da çok azdır. Kendine dair söyleyebilecek güçlü bir sözü yoktur onun için bir disiplini de yoktur. Saatin kaç olduğu, günlerden ne olduğu ile de ilgilenmez ilgilendiği tek şey kendini kör ettiği dünyaya karşı muazzam içsel çatışmalarını dindirecek bir kaçış anıdır. Coşkuyla hatırlayabileceği anı olarak işte bu zamanlar kalır onda.
            Oysa zamanla yapıcı bir ilişki kurmak istiyorsak içinde yaşadığımız zamanla doğru ilişki kurmak zorundayız. Yani şimdiki zamanın kıymetini bilmek zorundayız zira şuan sahip olduğumuz tek şeydir. Geçmiş artık gelmeyecektir ve gelecekte henüz gelmemiştir değerli olan şimdiki andır. Geçmiş ve gelecek ancak şimdiki zamanı destekleyen ve olumlayan bir şey olduğu ölçekte kıymetlidir. Geçmiş şimdiki zamanı aydınlatabildiği, gelecekse onu daha zengin ve yoğun kılabildiği müddetçe vardır. Geleceği garantilemenin yolu şimdiki zamanla cesur ve yapıcı bir şekilde yüzleşmektir. Tövbe ve salih amel şimdiki zamanı değerli kılan geleceği ise kurtaran bir davranış biçimidir. Çünkü gelecek şimdiki zamandan doğar. Şimdiki zaman yelkovanın bir noktadan diğerine geçmesiyle sınırlı değildir. Daima “kritiktir”, açılmaya ve yeni şeylere yol açmaya daima hazırdır.
            Yalnız ve amaçsız olmamak için insanın öz farkındalığını artırması gerekmektedir. Özellikle buna Müslüman iddiasını taşıyan bizlerin sahip olması gerekir. Çünkü Allah kullarından ancak öz farkındalığı yüksek olanların kurtuluşa ereceğini söylüyor. İhlaslı kullar neyi niçin yaptığını bilen ve yaptığı şeyleri de kuvvetli bir bilinçle disiplinli bir şekilde yapmaya devam edenlerdir. İhlaslı kullar sloganik sözlerden uzak durarak kendi varlık bilincini geliştiren ve insana merhametle dokunabilen kimselerdir. Ötekileştirmeden ve çağına yabancılaşmadan hakikatin yanında sürekli olarak var olabilmeyi başarmış kimselerdir. Allah, insana tezekkür, tefehhüm, tefakkuk, teakkul, tedebbür, tefekkür ve şuur kavramlarıyla rabbini keşfetmesini ve insan olarak varlık bilincine sahip çıkarak kurtuluşa ermesini istemektedir. Kurtuluşu dilemek ancak kişinin özgür seçimiyle tercih etmesini gerektirir. Özgürce seçtiği şey üzerinde insan lakayt davranamaz eğer davranıyorsa bir seçim yapmamış akıntıya kapılarak sürü olmayı seçmiştir. Bugün dünyada Müslüman olma iddiasında olanların hallerine bakınca özgürce seçilmiş bir din mi yoksa akıntıya teslim olmuş bir sürü mü görmekteyiz? Ben kendimin bir sürü olmaktan kurtulabilmesi ancak kendimi fark etmemle mümkündür. “Onun içindir ki boşuna dememişler kendini tanıyan rabbini bilir.”

17 Mayıs 2016 Salı

İÇGÜDÜLER***TEFEKKÜR...

Batılı düşünürler, “bilimsel metot”u insana uygulamakla ve bu uygulamanın sonucu olarak kişinin gözlemlemiş oldukları davranışlarını birtakım faktörlere dayandırmakla doğru araştırma yolundan saparak hatalı sonuçlar elde etmişlerdir. Oysa “aklî” metodu kullanmış olsalardı, insanın davranışlarıyla paralel olarak kendi hislerini beyne taşıyacak, insan ve onun davranışlarını ön bilgilerle yorumlayacak, “zanni” de olsa ortaya koymuş oldukları sonuçlar dışında daha farklı sonuçlara ulaşmaları mümkün olacaktı. Örneğin; Batılılara göre çok sayıda içgüdü vardır. Her ne kadar başlangıçta içgüdüleri saymaya kalkıştılarsa da sonradan çok sayıda içgüdü olduğu sonucuna vardılar ve mülkiyet içgüdüsü, korku içgüdüsü, cinsel içgüdü, kitle içgüdüsü gibi pek çok içgüdüden bahsettiler. Böyle bir genellemeye gitmeleri, “içgüdü”, yani “temel güç” ile “içgüdünün sergilediği dış görüntü”yü birbirine karıştırmalarından kaynaklanmaktadır. Oysa “temel güç” veya “içgüdü”, insanın yapısal bir parçası olup insanı bu parçadan soyutlamak, onu etkisiz hale getirmek veya bastırmak mümkün değildir. “Temel güç”ün yani “içgüdü”nün sergilediği görüntü ise insanın yapısal bir parçası olmadığından soyutlanması, etkisiz hale getirilmesi veya bastırılması mümkündür. Örneğin; bencillik ile fedakârlık, “Beka içgüdüsü”nün iki farklı görüntüsü olmakla beraber bencilliğin fedakârlıkla tedavisi, hatta yok edilmesi, veya bastırılması mümkündür. Aynı şekilde kadına karşı cinsel eğilim de, anneye şefkat eğilimi de “Nevi içgüdü”nün iki ayrı görüntüsüdür. Yok edilmesi, tedavisi veya bastırılması mümkün değildir. Ancak söz konusu içgüdünün sergilediği dış görüntüyü tedavi etmek, bastırmak, hatta bertaraf etmek mümkündür. Yine kadına karşı duyulan cinsel eğilim, anneye, kız kardeşe, kıza vs. duyulan eğilim de “nevi içgüdüsü” nün birer görüntüleridir. Zira kadına karşı duyulan cinsel eğilimi anne şefkatiyle ödünlemek mümkündür. Nasıl ki bencillik fedakârlıkla ödünlenebiliyorsa, aynı şekilde kadına karşı duyulan cinsel eğilimi anneye duyulan şefkat eğilimiyle ödünlenebilir. Hatta annelerine duydukları aşırı sevgiyi eşine olan meyline tercih eden, dahası evlenemeyen, cinsel arzudan uzaklaşan bir çok insan vardır. Bunun aksine aşırı cinsel eğiliminden dolayı anne şefkatinden uzaklaşan bir çok kişi de mevcuttur. Kısaca “nevi içgüdüsü”nün herhangi bir görüntüsü başka bir görüntünün kılığına girebilir. Herhangi bir görüntüyü başka bir görüntüyle ödünlemek, bastırmak veya yok etmek mümkündür. Ancak “içgüdü” için durum farklıdır. Çünkü “içgüdü”, insanın yapısal özelliğinin bir parçasıdır.

Bu bağlamda psikologlar, içgüdüleri tanımlamada, anlamlandırmada, sayılarını belirlemede ve sonunda içgüdülerin sayısız olduğuna karar verme hususunda yanılmışlardır. Gerçekte ise, sadece üç tür içgüdü vardır:

1- Beka içgüdüsü

2- Nevi içgüdüsü
3- Tedeyyün/İnanma ve kutsama içgüdüsü
“Beka içgüdüsü”nün gereği olarak insan, yaşamına devamlılık sağlamak için mülk edinir, korkar, kaçar, topluluk halinde yaşar. Ancak korku, mülkiyet, cesaret veya kitlesel yaşam birer içgüdü değildirler. Bunlar, yalnızca “Beka içgüdüsü” nün birer görüntüleridir.

Aynı şekilde kadına karşı duyulan şehvet veya şefkat eğilimleri, boğulanın imdadına koşma veya çaresiz kişiye kucak açma eğilimleri -ki bu örnekler çoğaltılabilir- birer içgüdü olmayıp “nevi içgüdü”nün yalnızca birer görüntüleridir. Bu eğilimler, cins içgüdüsü de olamazlar, çünkü “cins” kavramı hayvanı da insanı da kapsar. Öte yandan doğal eğilim, insanın insana, hayvanın hayvana duyduğu eğilimdir. Bu açıdan insanın hayvana veya erkeğin erkeğe karşı cinsel eğilim duyması doğal değil, kuraldışı ve anormal bir durumdur. O halde kadına karşı duyulan cinsel eğilim, anneye veya kız çocuğa duyulan şefkat eğilimi, “Nevi içgüdü”nün birer görüntüleri olmalarına karşın; insanın hayvana veya erkeğin erkeğe eğilimi, doğal olmayan anormal bir eğilim olup içgüdü sapmasının göstergesidir. O halde içgüdü, “cins”e değil, “tür”e has bir özelliktir. söz konusu olan, hayvan cinsinin değil insan türünün “Beka içgüdüsü”dür.

Yine Allah'a kulluk, kahraman kişileri yüceltme ve güçlülere karşı saygı gösterme eğilimleri de yalnızca “Tedeyyün/İnanma ve kutsama içgüdüsü”nün birer görüntüleridir. Çünkü insan, doğal bir biçimde “hayatta kalma” ve “ölümsüzlük” duygusuna sahiptir. İnsan, bu duyguuya yönelen tehdidin türüne göre korkar veya kendisini tehdit eden unsurun üzerine gider, cimri veya cömert olur, bireysel veya toplum içinde hareket eder. Gördüğü nesnenin niteliğine göre onda bir duygu oluşur ki bu duygu kendisini bir eylemde bulunmaya iten “Beka” arzusundan doğan bir duygudur. Aynı şekilde insan, insan türünün “hayatta kalma” şuuruna, da sahiptir. Çünkü insan türünün yok olması, onun varlığını tehdit eder. Kendi türünün varlığına yönelen her tehdide karşı doğal bir tepki gösterir ve tepkisi tehdidin türüne göre değişir. Örneğin, güzel bir kadın insanda şehveti, anneyi görmek anne sevgisini, çocuğu görmek ise çocuk sevgisini uyandırır. Harekete geçen bu duygular, söz konusu duygularla uyumlu ya da onlarla çelişkili birtakım refleksler, eylemler doğururlar. Fakat insan, kendisinin veya insan türünün “ölümsüzlük” şuurunu tatmin etmekten aciz kalması durumunda ise kendisinde boyun eğme veya teslim olma gibi tam tersi eylemler ortaya çıkar ki böyle bir durumda kişi teslimiyete müstahak olduğunu düşünür. Doğal bir biçimde böyle bir acziyeti hissetmesi sonucu, Allah'a yalvarır, dua eder, lideri alkışlar veya güçlüye saygı gösterisinde bulunur. Buradaki içgüdülerin temelinde insanın, kendisinin veya türünün varlığını veya kendisinde doğal olarak beliren acziyet duygusu yatmaktadır. Bu duygulardan ise birtakım işler ortaya çıkar. Bunlar duyguların birer görüntüsü olup her bir görüntü, kaynağını yukarıda söz ettiğimiz üç temel içgüdüden almaktadır. Bu da demektir ki içgüdüler sadece üç tanedir.

İnsanda “dinamik bir enerji, canlı bir potansiyel” vardır. Bu “dinamik enerji”, bünyesinde insanı tatmin olmaya sürükleyen ve doğal olarak var olan hisler taşımaktadır. Bu dürtüler, duygular veya hislerden maydana gelmektedir. Ve bunlar tatmin olmayı gerektirmektedir. Bu hislerin veya duyguların bir kısmı mutlaka tatmin olmak zorundadır. Aksi takdirde “dinamik enerji”nin varlığı tehdit edileceğinden insan ölür. Bir kısmı ise, tatmin olmak zorunda olmakla birlikte mutlaka tatmin olması gerekmeyen hisler veya duygulardır. Bunlar doyurulmadığı takdirde insan ölmez, fakat huzursuz olur. Çünkü bu durumda “dinamik enerji”nin varlığı değil, bu enerjinin duyduğu ihtiyaçlar tehdit altındadır. Bu açından insandaki “dinamik enerji”yi iki gruba ayırmak gerekir:

a) Mutlaka tatmin edilmesi gereken ve “organik ihtiyaçlar” diye adlandırılan açlık, susuzluk, dışkıların dışarı atılması gibi ihtiyaçlar.

b) Tatmin edilmesi gereken fakat mutlaka tatmin edilmesi zorunlu olmayan ve “içgüdüler” -ki bunlar “Beka içgüdüsü”, “Nevi içgüdü”, “Tedeyyün/İnanma ve kutsama içgüdüsü” olmak üzere üç tanedir- olarak isimlendirdiğimiz ihtiyaçlar.
İnsan ve içgüdüler için en doğru yaklaşım budur. Eğer Batılılar, hissin maddeyi duyular aracılığıyla beyne taşımasıyla vakıayı anlamasına ve yorumlamasına imkân verecek ön bilgilerin sonucu olarak beynin bir yargıya varmasını sağlayan “aklî metot”u kullanmış olsalardı bu gerçeğe ulaşırlardı. Oysa “bilimsel metot”u takip etmelerinin sonucu olarak insanı madde gibi gördüklerinden ve insanın davranışlarını tıpkı bir maddeyi gözlemler gibi gözleme tabi tuttuklarından gerçeklerden sapıp içgüdüleri yanlış yorumlamışlardır. Sadece bununla da kalmamışlar, psikoloji, sosyoloji, pedagoji olarak adlandırılan -ki bunları bilim olarak lanse etmeleri başlı başına hatadır- pek çok meselelerde hata labirentlerinden geçmişlerdir. Bütün bu yanılgıların temelinde Amerikalılar ve Ruslar dahil olmak üzere Batılıların olur olmadık her meselede “bilimsel metot”u izlemeleri yatmaktadır. Bu şekilde olur olmadık her meseleyi “bilimsel metot”la çözmeye çalışan herkesin böyle bir akibete uğraması kaçınılmazdır.

“Bilimsel metot” da akıl yürütmede doğru bir metottur. Ancak, “Bilimsel metot”, sadece bilimsel meselelerde, yani laboratuarda deneye tabi olmaya elverişli maddelerde kullanıldığında doğru bir metot olur. Hayata bakış açısıyla ilgili incelemelerde, yani ideolojiyle ilgili meselelerde, insan, toplum, doğa, tarih, hukuk, eğitim ve benzeri konularda kullanılması yanlıştır. Bilimsel metot, sadece deneye elverişli maddeyi incelerken takip edilmesi gereken bir metottur.

Olur olmadık her konuda “bilimsel metot”un kullanılması, bu metodun “düşünme”nin temelini oluşturmasına yol açmıştır. Bu metodun, “düşünme”ye temel yapılması, her türlü araştırmada kullanılmasını doğal hale getirmiştir. Böyle olunca ideoloji, içgüdü, beyin, eğitim gibi bu metoda göre incelenmesi uygun olmayan konuların araştırılmasında da kullanılmış ve bu durum Sosyalist düşünce, psikoloji, pedagoji ve sosyoloji meselelerinde affedilmez hatalara yol açmıştır. Bütün bunların ötesinde bilimsel metodu düşünme için temel almak demek, pek çok bilgiyi, hakikati araştırmanın dışına itmek; fiilen mevcut ve hisle somut olan pek çok varlığı da inkâr etmek demektir.

Bunun yanında, bilimsel metodun ortaya koyduğu sonuçlar “zanni”dir. Bilimsel metotla elde edilen sonuçların yanılabilirlik özelliğine dikkat etmek gerekir. Bu açıdan da düşünmeye temel teşkil edemez. Bilimsel metot, eşyanın varlığı, hakikati ve niteliği hakkında “zanni” sonuçlar verir. Halbuki varlıklarına ilişkin şüphe götürmeyen “kat'i” sonuçlar isteyen şeyler de vardır. Zanni bir metot, her halde kesin bir sonuca varmada esas olmaz. Bu bile tek başına bilimsel metodun düşünmeye esas kılınamayacağını göstermeye yetmektedir.

Sonuç olarak düşünmenin sadece iki metodu vardır: “aklî metot” ve “bilimsel metot”. Bu ikisi dışında başka bir metot yoktur. Ancak “bilimsel metot”un kullanım alanı son derece sınırlıdır. Deneye elverişli madde dışında herhangi bir bilgi dalında kullanılamaz. “Aklî metot” ise, her türlü araştırmada kullanmaya elverişli yöntemdir. Bu yüzden “aklî metot”un düşünce için temel alınması kaçınılmaz olur. Üstelik ancak “aklî metot” yoluyla yeni bir fikir meydana getirilebilir. Bu olmadan düşünceler, yeni baştan meydana getirilemez.

“Aklî metot”, “bilimsel metot”un kullanım alanını da ihtiva eder. “Aklî metot”la gözlem, deney ve sonuç ilkelerini kullanmak bilimsel gerçekleri elde etmek, yani bilimsel metodu oluşturmak mümkün olduğu gibi, tarihi gerçekleri ortaya çıkarıp yanlışlarla doğruları birbirinden ayırt etmek, kâinat, insan ve hayata ilişkin genel düşünceyi ve bunlarla ilgili gerçekleri ortaya çıkarmak da mümkündür. “Aklî metot” bir şeyin özü ve niteliğine ilişkin “zanni” sonuçlar verse de, o şeyin varlığı hakkında “kesin” sonuçlar verir. “Aklî metot” bir şeyin varlığına ilişkin “kesin” sonuç verdiğine göre, araştırma yaparken bu metodun temel alınması zorunluluğu doğmaktadır. Bu bağlamda bir şeyin varlığıyla ilgili “aklî metot”la “bilimsel metot” arasında çelişkili sonuçlar ortaya çıkarsa bu durumda mutlaka “aklî metot”un ortaya koyduğu sonuca itibar edilir. Çünkü tercih edilmesi gereken “zanni” değil, “kesin” sonuçtur.

Görüldüğü gibi, yanılgının temelinde “bilimsel metot”un düşünmeye temel alınıp bir şey hakkında yargıya varmada adeta bir hakem rolü verilmesi yatmaktadır. Bu yüzden söz konusu yanılgı giderilmeli ve sadece “aklî metot” düşünce için temel alınarak bu temelle bir şey hakkında herhangi bir yargıya varılmalıdır.

“Mantık” ise, bir düşünce metodu değildir. Mantık, aklî metoda dayalı olarak yapılan bir araştırma tekniğidir. Bu teknikte bir düşünce başka bir düşünce üzerinde kurularak his noktasına kadar götürülür ve böylece belli bir sonuca varılır. Örneğin;

Yazı tahtası ağaçtan yapılmıştır.

Her ağaç yanar

Öyleyse yazı tahtası da yanar.

Bir başka örnek:

Kesilmiş koyunda hayat olsaydı kıpırdardı

Bu koyun kıpırdamadı

Öyleyse kesilmiş olan bu koyunda hayat yoktur.

Örneklerde görüldüğü gibi önerme sonuçları öncüllerden yola çıkarak elde edilmişlerdir. Bu itibarla eğer öncüller doğruysa sonuç doğru, öncüller yanlışsa sonuç da yanlış olur. Önermelerde her öncülün his noktasına varması şarttır. Bu nedenle mantık önermelerinde, öncülün doğru olup olmadığına karar vermek için “aklî metot”a başvurulur ve his vasıtasıyla bir karar verilir. Bu noktada “aklî metot”a dayalı bir teknik kullanılmış olur. Ancak böyle bir teknikte yanılabilirlik payı da vardır. Öyleyse mantıkla yapılan araştırmanın doğruluğunu “aklî metot”a başvurarak ölçmek yerine, mantık tekniğine başvurmadan, daha araştırmanın ilk safhasında aklî metodu kullanmak izlenebilecek en tutarlı yoldur.

Burada iki noktaya dikkat etmek gerekir.

1- “Bilimsel metot”da aranan en önemli şey, bir konuyu araştırmak istediğinizde bu konu hakkındaki her türlü görüş ve inançtan soyutlanmanız gerekmektir. “Bilimsel metot”un savunucuları, bilimsel araştırmanın ancak bu şekilde yapılabileceğini ileri sürmektedirler. Bu görüş doğru olmakla birlikte bilimsel değildir. Yukarıdaki tez, “aklî” bir konudur ve “aklî metot”un ilgi alanına girer. Zira burada mesele görüşlerle, inançlarla ilgili bir mesele değildir. Mesele araştırmayla ilgilidir. “Aklî” araştırmada maddenin his vasıtasıyla beyne aktarılması söz konusudur. “Bilimsel” araştırma ise, deney ve gözlemden ibarettir. İşte “aklî metot”la “bilimsel metot”u birbirinden ayırt eden bu özelliklerdir. “Aklî metot”a göre, kişi bir şeyin varlığını hissetmişse o şey hakkında bir yargıya varabilir. Ancak “bilimsel metot”a göre, bir şeyin varlığı deney ve gözlemle ispatlanmamışsa, o şey hakkında bir yargıya varılamaz. Mesela “aklî metot”da odunun yanan bir madde olduğunu hissetme, odunun yanan bir madde olmasıyla ilgili bir yargıya varmak için yeterlidir. Fakat “bilimsel metot”da odunun yanan bir madde olduğuna karar vermek için, bu maddeyi deney ve gözleme tabi tutmak gerekir. Öte yandan “aklî metot”da mutlaka ön bilgilerin var olması gerekir. “Bilimsel metot” ise ön bilgilerden soyutlanmayı öngörür. Halbuki ön bilgiler olmadan düşünme eylemini gerçekleştirmek imkânsızdır. “Bilimsel metot” savunucularının “araştırma yaparken ön görüş ve inançtan soyutlanmak gerekir” şeklindeki ifadeleriyle kastettikleri aslında kişinin araştırma yaptığı konu veya madde hakkında önceden sahip olduğu yargılar, yani ön yargılardır. Bu yüzden onların ileri sürdükleri “ön görüş” kavramından, madde hakkında yapılacak deney ve gözlemi yorumlamaya fırsat verecek olan “ön yargılar” anlaşılmalıdır. O halde “bilimsel metot”un üzerinde önemle durduğu nokta, ön görüş veya ön bilgi değil, madde hakkında yapılan deney ve gözlemdir diyebiliriz.

Araştırmada ön görüş veya ön inancın kullanılıp kullanılmaması meselesine gelince; araştırmanın sıhhatini ve sonucunu etkilememesi açısından, araştırmacının konuyla ilgili önceden sahip olduğu görüşlerden ve yargılardan soyutlanması gerekir. Örneğin; Almanya ve Fransa'nın tek bir devlet ve tek bir ulus çerçevesinde birleşmelerinin mümkün olmadığı şeklinde bir görüşe sahip isem, bu iki ülkenin tek bir devlet ve ulus olarak birleşmeleri hakkında yapacağım araştırmada bu görüşümden kendimi soyutlamalıyım. Aksi durumda ne sağlıklı bir araştırma yapabilirim ne de sağlıklı bir sonuç elde edebilirim. Aynı şekilde kalkınmanın ancak sanayi, keşif ve eğitimle gerçekleştirilebileceğini düşünüyorsam, halkımın veya ümmetimin kalkınmasıyla ilgili yaptığım bir araştırmada kendimi bu görüşten soyutlamam gerekir. Yine atomun, maddenin bölünmez en küçük parçacığı olduğunu düşünüyorsam, atomun bölünmesiyle ilgili yaptığım bir araştırmada bu görüşümü dikkate almamam gerekir. Sonuç olarak her hangi bir konuda araştırmaya girişen kişi, kendisini konuyla ilgili her türlü ön yargıdan soyutlamalıdır.

Şu da var ki; araştırma yaparken soyutlanması gereken bu görüşleri de irdelemek gerekir: Eğer söz konusu görüşler en ufak bir şüpheye yer bırakmayacak tarzda kesin delillerle ispatlanmış görüşler ise, araştırılmakta olan konu zanni bir konu ise ve de “zanni” bir sonuç veriyorsa, söz konusu görüşler asla bir kenara atılmamalıdır. Zira “kat'i/kesin” ile “zanni” çelişirse, “kesin” olan tercih edilir. Ancak hem araştırma hem de varılan sonuç “kesin” esaslara dayanıyorsa, bu durumda sağlıklı bir araştırma yapmak ve sağlıklı bir sonuç elde etmek için her türlü ön görüş veya inançtan soyutlanmak gerekir. Fakat araştırma “zanni” esaslara dayandığı halde kesin ve şüphe götürmeyen görüşler söz konusuysa, bu görüşlere sırt çevirmek doğru olmaz. Başka bir şekilde ifade edecek olursak, araştırmada konuyla ilgili önceden sahip olunan her türlü “zanni” görüşten soyutlanmak gerekir. Bu açıdan “aklî metot” ile “bilimsel metot” arasında bir fark yoktur. Zira araştırmada ön görüşlerin devreye girmesi, yapılan araştırma için bir felakettir.

“Objektivizm” (Nesnecilik) kavramına gelince: Bu kavram ön görüşten soyutlanmanın yanı sıra, araştırmanın bütün yoğunluğuyla konu üzerinde odaklanmasını öngörmektedir. Örneğin; eğer araştırma konusu zeytin yağının analiziyse, bu konuyla ilgili olmayan hiç bir konu ve görüşün dikkate alınmaması gerekir. Aynı şekilde sanayi politikası ile ilgili bir araştırmada devletin sanayi politikası dışında araştırmacıyı hiç bir şey ilgilendirmez. Bu açıdan araştırmacı, piyasa, kâr veya risk faktörleriyle ilgilenmez. Yine şer'i hükmün “istinbat”ı ile ilgili yapılan bir araştırmada, şer'i hükmün “istinbat” usulü dışındaki konular üzerinde yoğunlaşmak doğru değildir. Böyle bir araştırmada fayda, zarar veya kamuoyu hesaba katılmadan söz konusu usul üzerinde yoğunlaşılır. “Objektivizm/nesnelcilik”de zihni, araştırma konusu üzerinde yoğunlaştırmak esastır. Bunun yanı sıra bir de konu araştırılırken hiç bir ön görüşün araştırmaya müdahale etmemesi ve konunun her türlü dış faktörden uzaklaştırılması gerekir.

2- “Mantık” ve mantıkla ilgili her şey insanı aldatabilir, yanıltabilir. Mantığın en çok zarar verdiği alan ise yasama ve siyasettir. Çünkü mantıkta sonuçlar öncüller üzerinde kuruludur. Bu öncüllerin doğru veya yanlış olduğunu anlamak her zaman mümkün değildir. Bu yüzden yanlış olan her hangi bir öncülün yanlışlığı her zaman açıkça anlaşılmayabilir. Aynı şekilde doğru olduğuna karar verilen bir önerme yanlış bilgiler üzerinde kurulu olabilir ve yanlış sonuçlar verebilir. Kaldı ki mantıkla, çelişkili sonuçlara varmak bile mümkündür. Şu önermeye dikkat edelim:

Kur'an, Allah'ın kelamıdır

Allah'ın kelamı “kadim”dir.

Öyleyse Kur'an da “kadim”dir.

Şimdi yukarıdaki önermeye zıt bir örnek verelim:

Kur'an, Allah'ın Arapça kelamıdır.

Arapça mahluktur, sonradan yaratılmıştır.

Öyleyse Kur'an da mahluktur.

Mantık, şu örnekte olduğu gibi yanıltıcı sonuçlar da verebilir:

Müslümanlar geri kalmışlardır.

Her geri kalan fikren düşüktür.

Öyleyse Müslümanlar da fikren düşüktür

Yukarıdaki örneklerde de görüldüğü üzere, mantık çok büyük tehlikelere, yanılgılara, çarpıtmalara, hatta yıkıma yol açabilir. Her şeyi mantık temeli üzerinde kuran halklar ve ümmetler yaşam standardını yükseltemezler. Bundan dolayıdır ki, mantık “aklî metot”un bir tekniği olsa da, kısır, zararlı ve korkunç felaketlere yol açabilen bir tekniktir. İşte bu yüzden mantıkçılığı terk etmek, hatta ondan kaçınmak ve bu teknik ile insan arasına engel koymak gerekir.

Mantıksal teknik, yani mantıkçılık, “aklî metot”un bir tekniği olarak kabul edilse de karmaşık bir tekniktir. Bu teknikte yanılabilirlik payı o denli yüksektir ki istediğiniz gerçeğin tam tersini ortaya koyabilir. Bunun da ötesinde mantık, ister bir teknik olarak öğrenilsin ister bu teknikler kişide doğuştan var olsun, her iki durumda da mantıksal teknik, maddeyi doğrudan doğruya hissederek birtakım sonuçlar elde etmeyi sağlamaz. Hatta maddenin hissedilmesini engeller.

Bu yönüyle mantığı, düşünmenin üçüncü metodu olarak da algılamak mümkündür. Ancak düşünmenin sadece iki metodu; “aklî” ve “bilimsel” metodu olduğuna göre, mantıksal tekniğin kullanılmaması tercih edilmelidir. Sağlıklı, güvenilir sonuçlar elde etmek için en güvenilir yol, doğrudan doğruya “aklî metot”un kullanılmasıdır. Zira “aklî metot”, sağlıklı sonucun garantisini veren tek metottur.

Bütün bunlara paralel olarak diyebiliriz ki, “aklî metot”, düşüncenin temel metoduna aday tek doğal yöntemdir. Kur'an'ın ve dolayısıyla İslâm'ın da metodu budur. Kur'an ayetlerine şöyle bir göz atacak olursak, deliller ileri sürülürken veya hükümler açıklanırken “aklî metot”u bulmak mümkündür.

Kur'an'da delillerle ilgili ayetlere şöyle bir göz atalım:

“İnsan neden yaratıldığına bir bakıversin.”[1]

“Peki, (o yeniden dirilmeyi inkâr edenler) bakmazlar mı develere, (ve görmezler mi) nasıl yaratılmış onlar?”[2]

“Ve (bütün evren üzerindeki hâkimiyetimizin bir parçası olan) gecede de onlar için bir işaret vardır. Biz ondan gün (ışığı)nı çekip alırız ve birden karanlıkta kalıverirler.”[3]

“Allah, asla çocuk edinmemiştir, ne de O'nunla beraber başka bir ilah vardır: (Çünkü, eğer başka herhangi bir ilah) olsaydı, her ilah kendi yarattığı alemi kendinden yana çeker ve şüphesiz her biri diğerine baskın çıkmaya çalışırdı!”[4]

“....Sizin Allah'tan başka yalvarıp-yakardığınız bütün o (düzmece) varlıklar, hepsi bir araya gelseler dahi, bir sinek bile yaratamazlar. Hatta bir sinek onlardan bir şey kapacak olsa, onu bile geri alamazlar! Başvurup isteyen de, başvurulan ve istenen de ne kadar güçsüz!”[5]

“Göklerde ve yerde Allah'tan başka ilahlar olsaydı, bu iki alem de kargaşalık içinde yıkılıp giderdi!...”[6]

Yukarıda sıraladığımız tüm ayetler, maddenin beyne nakledilmesi için hissin kullanılması çağrısını dile getirmekte, doğru sonucun ancak bu şekilde elde edilebileceğini ifade etmektedir. Hükümlerle ilgili ayetlerde de aynı çağrıyı bulabiliriz:

“Anneleriniz size haram kılınmıştır.”[7]

“Ölü eti size haram kılınmıştır.”[8]

“Hoşunuza gitmese de savaşmak size farz kılındı”[9]

“...Sizden kim bu aya (Ramazan ayına) erişirse, onda oruç tutsun.”[10]

“Ve iş hakkında (toplumu ilgilendiren her konuda) onlarla müşavere et.”[11]

“...Anlaşmalarınıza sadık olun!”[12]

“Allah'tan ve O'nun Elçisi'nden, kendileriyle anlaşma yapmış bulunduğunuz, Allah'tan başkasına ilahlık yakıştıran kimselere bir yükümsüzlük bildirisidir bu.”[13]

“...Allah, alışverişi helal, faizi haram kılmıştır.”[14]

“O halde sen Allah yolunda savaş; çünkü sen yalnızca kendi nefsinden sorumlusun...”[15]

“...Mü'minleri savaşa teşvik et.”[16]

“...(Eğer yetimlere karşı adil davranamamaktan korkuyorsanız, o zaman), size helal olan (diğer) kadınlardan biri ile evlenin, (hatta) ikisi, üçü veya dördü ile”[17]

“Eğer çocuğunuzu emzirirlerse onlara (hak ettikleri) karşılığı verin....”[18]

Bütün bu ayetler, somut vakıalar ve gerçekler için somut hükümler ortaya koymaktadırlar. Ayetlerin öngördüğü hükümleri veya bu hükümlerin dayandığı gerçekleri anlamak ise ancak, “aklî metot”la olur. Başka bir ifadeyle, bu ayetler üzerinde düşünme eylemini gerçekleştirmek ve onları pratiğe geçirmek için, mantıksal tekniğe değil, “direkt” teknik olarak nitelediğimiz “aklî metot”a başvurmak gerekir. İlk bakışta mantıksal bir üslup görüntüsü veren;

“Göklerde ve yerde Allah'tan başka ilahlar olsaydı, bu iki alem de kargaşalık içinde yıkılıp giderdi!”[19] ayeti bile, doğrudan doğruya, direkt bir üslupla ifade edilmiştir. Çünkü ayette ifade edilen sonuç, birtakım öncüllerle elde edilmemiştir. Ayet, birbirine bağlı öncüllerin değil, hissin doğrudan doğruya beyne taşınması çerçevesinde düşünme eylemine yapılan bir çağrının ifadesidir.

O halde insanların takip etmeleri gereken sağlıklı düşünmenin temel ilkesi, “doğrudan doğruya üslup” şeklinde adlandırabileceğimiz “aklî metot”dur. Ancak bu yolla düşünme eyleminden elde edilen sonuç “zanni” meselelerde gerçeğe en yakın sonuç olarak karşımıza çıkarken, “kat'i” meselelerde ise kesin ve şüphe götürmeyen bir sonuç olarak ortaya çıkar. Bütün mesele “düşünme”yle ilgilidir. “Düşünme” ise insanın ve insan yaşamının en önemli unsurudur. İnsanın hayatında nasıl bir rota izleyeceği buna bağlıdır. Bunu algılamak için de düşünmenin metodunu iyice kavramak gerekir.

İster gerçeklerin veya olayların algılanmasında ister birtakım metinlerin anlaşılmasında kullanılmış olsun düşünme eylemi sürekli değişken ve dallanıp budaklanan bir özelliğe sahip olduğu için, kaygan ve kaypak bir zeminle karşı karşıyadır. Bu nedenle sadece düşünmenin metodunu irdelemek yetmez. Bizzat "düşünme" mefhumunun da muhtelif hal, olay ve unsurlara göre açıkça irdelenmesi gerekmektedir. Bu açıdan, düşünmenin sistematiğini oluşturmak için, öncelikle birtakım meseleleri açıklığa kavuşturmak gerekir. Bunlar:

1. Düşünmenin hangi alanlarda eyleme dönüşmeye elverişli, hangi alanlarda elverişsiz olduğu meselesi,

2. Kâinat, insan ve hayat hakkında düşünme sistematiği

3. Hayat standardı hakkında düşünme

4. Gerçekler hakkında düşünme

5. Üsluplar hakkında düşünme

6. Araç gereçler hakkında düşünme

7. Gaye ve hedefler hakkında düşünme

8. Duyduğunu, okuduğunu yani metinleri anlama üzerinde düşünme

9. "Düşünme"ye ilişkin diğer unsurlar üzerinde düşünme

Şimdi birtakım kategorilere ayırarak sistematize ettiğimiz bu düşünme biçimlerini irdelemeye başlayalım.

[1] Tarık: 5
[2] Ğaşiye: 17
[3] Yasin: 37
[4] Mü’minun: 91
[5] Hacc: 73
[6] EnBiya: 22
[7] Nisa: 23
[8] Maide: 3
[9] Bakara: 216
[10] Bakara: 185
[11] Ali İmran: 159
[12] Maide: 1
[13] Tevbe: 1
[14] Bakara: 275
[15] Nisa: 84
[16] Enfal: 65
[17] Nisa: 3
[18] Talak: 6
[19] Enbiya: 22