18 Mart 2015 Çarşamba

İSLAM DÜŞÜNCESİNDEN BİR DEMET FİKİR VE MEFHUMLAR.

Kainat, insan ve hayat ezeli değil bir yaratıcı tarafından yaratılmışlardır.

Bu yaratıcı ise Allah'tır. O ezelîdir tektir, ortağı yoktur.

•Muhammed (S.A.V) bütün insanlara gönderilmiş Allah'ın Resulü'dür. O, son Nebî (peygamber) ve resullerin sonudur. •Kur'an, Allah'ın sözleridir (kelâmullahtır).

Kur'an ve Sünnet Allah'tan birer vahiylerdir. Fakat Kur'an, hem lafız hem mana olarak Allah'tandır. Sünnet ise, mana Allah'tan söz de Resulullah'tandır.

İslâm'ı temsil eden yalnız Kur'an ve Sünnet’tir.

Kur'an'a ve Sünnet'e inanmak farzdır. İkisini .veya birisini inkâr etmek küfür ve İslâm'dan çıkmak demektir.

•Akideler (inançlar), yalnız yakınî (kesin delille) kabul edilirler. Zannî delili akide haline getirmek haramdır. Akidenin her fikri muhakkak kesin delille ve kesin manayla alınır. Böyle olmayınca bir fikri akide haline getirmek haramdır.

Akide veya itikad aynı manadır, bu ise iman demektir, iman ise, delille kabul edilip vakıaya (gerçeğe) uyan kesin tasdiktir. Bir fikrin imandan olabilmesi için bu üç şart lazımdır.

•Kur'an ve Sünnet; anayasa ve kanunlar, anayasa ve kanunların kaynaklarıdır. Devletin Kur'an ve Sünnet'ten çıkartıp benimsediği fikir ve hükümler, anayasa ve kanun olurlar.

Kur'an ve Sünnet Arapçadır. Aynı anda Şeriatın sözleridir. Bunları delil gösterirken veya hüküm çıkartırken Arapçayı ve teşrî açıdan Kur’an ve Sünnet'i bilmek lazımdır.

Arapça, diğer diller gibi insanlar tarafından çıkartıldı. Arapların ortaya atıp ıstılah ettikleri kelimeler Arapça olur. Arapça, Allah tarafından indirilmedi. Mademki Arapça, Arapların ıstılahıdır, o zaman bunu bilmenin metodunu onlardan almaktır. Eğer filan lafız filan mana için konuldu veya filan mana filan lafız (kelime) olarak kullanılır derlerse; bu onlardan kabul edilir ve münakaşa edilmez. Çünkü bu mesele aklî değil koydukları ıstılahlarla ilgilidir.

Burada kast edilen Araplar, Arapça bozulmadan önceki Arapçayı konuşan halis Araplardır. Halis Arapların bir kısmı Hicrî dördüncü asra kadar devam etti. Bedevî yerlerinde (çölde) oturuyorlardı. Onun için Arapça bunlardan alınır.

Araplardan Arapçayı alma metodu sahih rivayettir. Bir lafızın (kelimenin) Arapça olabilmesi için sahih rivayetle Araplardan alınan sözler olması lazım. Bu nedenle Arapçayı bilmek, mütevatir rivayet veya haber-i ahadla olur. Aynen ayeti ve hadisi bilmenin metodu gibidir. Bu hususta da aklın rolü yoktur. Daha doğrusu onun bilinmesinin metodu, halis Araplardan nakletmektir.

Arapça, Islâm'la (Kur'an ve Sünnet'le) birleşmelidir. Birbirleriyle ayrılmayacak şekilde olmalıdır. Başka ifadeyle, Arapçayı İslâm'da asıl bir konu haline getirmek
lazımdır. Aynen Kitab ve Sünnet'in bir parçası gibi. Bundan dolayı Kitab ve Sünnet'i öğrenmek ye korumanın gerekli olduğu kadar Arapçayı'da öğrenmek ve korumak gerekir. Çünkü değişen ve gelişen hayatın vakıa ve olaylarında Kur'an ve Sünnet'in devamları Arapçasız hiç mümkün değildir.

Herhangi bir dil, fikirden veya felsefeden bir parça değildir. Hiç bir ideoloji dil üzerine kurulu değildir. Ancak dil, fikri ve ideolojiyi açıklama ve tabir etmek için birer kalıplardır. O fikri veye ideolojiyi açıklamak için herhangi bir dil kullanılabilir. Misal olarak; İslâmî fikir ve hükümleri; Farsça, Türkçe, İngilizce v.s. dillerle açıklamak mümkündür. Açıklamak ve tabir etmek için Arapça şart değildir. İslâmî fikir ve hükümleri başka dillere çevirmek Şeriata göre caizdir.

Kur'an-ı Kerim ise; lafız ve mana itibarı ile Allah'ın sözü olduğu ve bizim lafız ve manasıyla ibadet yapmamız farz olduğu için onun tercümesi caiz değildir. Çünkü bu halde o, Kur'an sayılmaz. Allahu Teâlâ şöyle buyurdu :
"Arapça bir Kur'andır."
"Arapça söylenmiş hükümdür." 
Mademki yalnız Kur'an ve Sünnet İslâm sayılır ve Arapça Kur'an'dan bir asildir, o zaman Arapça İslâm'dan bir parça sayılır. Arapça fikirden bir parça olduğu için İslâm'dan bir parçadır, başka bir şey için değildir. Bu nedenle Kur'an'ı tercüme etmek caiz değildir. Ancak İslâmî fikir, hüküm ve hatta hadisi şerifin tercümesi caizdir.

Müslümanları birbirlerine bağlıyan rabıta (bağ) İslâm akidesidir. Fakat İslâm Devleti'nde yaşıyan kimseleri birbirine
bağlıyan bağ devletin tabiyetidir. İster müslim olsun ister gayri müslim olsun, tabiyetliliğin gösterdiği bütün vecibelere ve haklara sahip olur. Bu tabiyeti taşımıyan kimse müslüman olsa bile, bu vecibe ve haklardan herhangi birisine sahip olmaz. Tabiyeti taşıyan tüccar gayri müslim olsa dahi, herhangi bir sıkıntı görmeden ticaretini sokabilir ve çıkartabilir. İslâm Devleti'nin tabiyetini taşımıyan tüccar müslüman olsa bile, izin almadan devlete ne girebilir ne de malını sokabilir.

Dünya, ya Dâr-ül İslâm ya da dâr-ül Küfür (dâr-ül harb) olarak ikiye ayrılır, bir üçüncüsü yoktur. İslâm'la yönetilen ve emniyeti müslümanların ellerinde tutulan memleket Dâr-ül İslâm'dır. İslâm'la yönetilmeyen ve iç ve dış emniyeti müslümanların ellerinde olmıyan memleket dâr-ül harbdir, ahalisinin tümü müslüman olsa dahi..
(T.C.GİBİ)
Dâr-ül küfürde daima ikâmet eden kişi, müslüman olsa dahi İslâm Devleti'ne ancak izin alarak girebilir. Fakat memleketi Dâr-ül İslâm olan kişi, gayri müslim de olsa İslâm Devleti'ne izin almadan girer. Çünkü İslâm Devleti'nin tabiyetini taşımaktadır. O zaman insanın inandığı akide değil tabi olduğu "Dâr", İslâm Devleti'ne girmek ve çıkmak için önemlidir.

Hadaret ile medeniyet arasında fark vardır. Hadaret; hayat hakkında mefhumların toplamıdır. Medeniyet ise; hissedilen maddî şekillerdir. Bu nedenle komünistler, Batı hadaretini almıyorlar, fakat medeniyetini alıyorlar. Aynı şekilde Batılılar, Rusların hadaretini almıyorlar. Çünkü bunlar, pratik olarak hadaretle medeniyet arasında ayırım yapıyorlar. İslâm, müslümanların diğer hadaretleri almalarına asla cevaz vermez Müslümanların, sadece İslâm hadaretine bağlı olmaları gerekir.

Medeniyet ise; hayat hakkındaki bakıştan etkilenmiş ise, o zaman o alınmaz, heykeltraş, resim çizmek gibi.. Fakat bu medeniyet; hayat hakkındaki mefhumlarla ilgili değilse sanayi, fen, ziynet eşyaları ve elbise şekilleri v.s. gibi alınabilir. •Tecrübeye dayalı ilimler ve matematik gibi bu ilimlere ilhak edilen bilimler ile kültür arasındaki farkı görmek gerekir. Tecrübeye dayalı ve buna tabi olan ilimler evrenseldir, tek bir ümmet ile ilgili değil ve hayat hakkında bir bakışla ilgili değildir. Rusya'da olsun Amerika'da olsun, eski ümmetler veya yeni ümmetlerle ilgili olsun fark etmez. Fakat kültür apayrı bir/şeydir. Çünkü kültür; aklı ve aklın eşyalara vereceği hükmü etkileyen bilgilerin toplamıdır. Kültür, hayata bakışın değişmesiyle değişir. Yasama, ekonomi, tarih, felsefe v.s. her kültüre göre değişir. Böylece İslâm kültürü, komünist kültüründen ve kapitalist (Batı) kültüründen tamamen farklıdır. Bu kültürlerle tamamen çelişmektedir. Bu nedenle öğretim konusunda, bilim ile kültür arasında farkı idrak etmek gerekir. Bilim, yani tecrübeye dalayı ve buna bağlı konular her insandan alınır.Ancak akidelerde sapıklık meydana getiren bilimler müstesnadır. Kültür ise, sadece İslâm kültürü sınırında kalır. •Metod ile üslub ve vesile arasında fark vardır. Metod; hayat hakkında bakışa göre olur. Bu bakışın değişmesiyle değişir. Üslub ve vesile işin getirdiği hususlar olup hayata bakışla etkilenmeyenlerdendir. Flayat hakkındaki bakışa bağlı olmadıkları gibi bu bakışa göre değişmezler. Misal olarak; Cihad bir metoddur. Fakat vesile ve araçlar ise; kılıç veya atom
bombası gibidir. Bu vesile ve araçları kullanma keyfiyeti ise; savaş planları, askerî sanatlar v.s. gibi üslublere dahildir. Demokrasi, Batı metodudur. Bu nedenle İslâm dışında olan bir metoddur, almak kesinlikle caiz değildir. Sadece İslâm'ın gösterdiği metoda bağlı kalındır. Üslub ve vesile, her yerden alınabilir, ancak böyle üslub ve araç hakkında Şeriata göre bir yasaklama olmazsa. •Toplum; aralarında daimi ilişkiler meydana gelen insanların toplamıdır. Fertlerin toplamı cemaatı oluşturur. Fakat aralarındaki daimi ilişkiler olursa toplum oluşur. Aralarında daimi ilişkiler oluşmazsa toplum olmaz ancak cemaat insanlar olarak kalırlar. Öyleyse toplumu oluşturan bu daimi ilişkiler, insanların maslahatlarını gerçekleştirmek için kurulur. Maslahat, ilişkiyi kurdurur, fakat filan iş veya şeyin maslahat mı veya mesedet (fasit ve bozuk) mu olduğunu tayin eden ise insanların mefhumlarıdır. Bir iş veya bir şey hakkında mefhumlar ne ise ona göre hareket olunur. Mefhumlar ise fikirlerin manalarıdır. Öyleyse işler ve şeyler hakkında benimsenen fikirler maslahatı tayin eder. Fikirlerle beraber duyguların (sevinç, rıza, kızmak, nefret etmek v.b. gibi) bulunması gerekli olduğu ve bu maslahatı yürüten ve tedavi eden nizamın var olması gerekli olduğu için, bir ilişkinin veya alâkanın var olabilmesi için fikirler, duygular ve nizamların bulunması lazımdır. Bu üç husus arasında birlik olmayınca daimi ilişkiler gerçekleşmez. Yani toplum olmaz. Hülasa olarak insanlar fikirler, duygular ve nizamlar toplumu oluşturur.

• İslâmî toplum; içinde İslâmî fikir, duygu ve nizamlara göre yürüyen ilişkilerdir.

Başka ifadeyle, bir müslüman topluluk arasında ve diğer insanlar arasında cereyan eden ilişkiler, İslâm akidesine ve şerî hükümlere göre yürürlerse o zaman o İslâmî toplum olur. İslâmî toplumu oluşturmak için İslâmî fikir, duygu ve nizamlar bulunmaksızın sadece müslümanların bulunması yeterli değildir. Daha doğrusu inandıkları akide ilişkilerini esasını oluşturmalı yani fikirler, duygular ve nizamlar; kabul ettikleri İslâm akidesinden fışkırmalıdır. Çünkü toplum; insan, fikirler, duygular ve nizamlardan oluşur.

Sulta (otorite), ümmette ve ümmetin en kuvvetli gurubunda bulunmaktadır. Fakat Emir olmayınca bu otorite pratik olarak ortaya çıkmaz. Otorite ise, insanların işlerini yürütmek, onların imkan ve güçlerini tasarruf etmek, insanlar kendi işlerini ve çıkarlarını güdecek güçe muhtaç olduklarına göre, ümmetin her an bir Emirsiz olması hiç doğru olmaz. Emir'in var olması, ümmetin hayatının tabiyetinin gerektirdiği zorunlu bir farzdır. Bu nedenle Emir'in var olması farz olduğu gibi zorunlu bir husustur. Ümmetin Emirsiz herhangi bir şekilde kalması hiç doğru değildir.

İslâm Devleti, davet devletidir. Devletlerarası olarak İslâmî devlet olması dünyaya daveti götürmesiyle olur. Daveti yüklenme metodu ise, dikkati çekecek şekilde tebliğ etmek ve tebliğden sonra Allah uğrunda cihad etmektir. Siyasî faaliyet, cihadın işlerinden sayılır.

Siyasî mücadele ise; marufu emr etmek münkeri nehyetmek ve yöneticileri hesaba çekmek demektir. Böylece siyasî mücadele yapmak müslümanlara farzdır. Al-lahu Teâlâ şöyle buyurdu :

"Marufu emr eden ve münkeri nehye-den insanlara çıkartılmış en hayırlı ümmetsiniz." (Ali İmran : 110)

"Sizden, İslâm'a davet edecek, marufu emr edecek ve münkeri nehyedecek bir cemaat, bir gurub bulunsun."
(Ali İmran : 104)

Resulullah (S.A.V) şöyle buyurdu :

"Kim bir münker görürse onu; eliyle değiştirsin, yapamazsa diliyle değiştirsin, onu da yapamazsa kalbiyle buğzetsin. Bu ise imanın en zayıf derecesidir."

işte bu, münkere bir direniştir. Ayrıca Resulullah (S.A.V) şöyle buyurdu :

"Şehitlerin efendisi Hamza ve zalim yönetici karşısına çıkıp nasihat gösteren ve bu zalim yönetici tarafından öldürülen kimsedir."

Başka bir hadiste de şöyle buyurmaktadır:

"Öyle (zalim) Emirler olacaktır ki, bir kısmınız onlardan nefret edeceksiniz, bir kısmınız onları kınayacaksınız.

Kim onlardan nefret ederse suçsuz olur, kim onları kınarsa kurtulmuş olur. Fakat kim bu Emirlere razı olursa ve uyarsa ne suçsuz ne de kurtulmuş olur."

Bütün bu deliller, yöneticilerin bozuk işlerine karşı direnmekten ibarettir. Bu işlere siyasî mücadele denir. Böylece siyasî mücadelenin yapılmasıyla ilgili kesin emirler geldiği için bu farz olur,

• Bedeniyle (emeği ile) bir şirkete katılan ortak, üzerine sözleşme yapılmış olan kişidir. Ortağına, "Ben seni kendime ortak kabul ettim" dedikten sonra bu ortak artık ücretli kişi olamaz ve ücret alamaz. Çünkü, bedeniyle katılmıştır. Yani davranışıyla, görüşüyle ve cismiyle katılmıştır. Bütün bu hususlar şirkete ait oldukları gibi şirketin tasarrufu altında kalırlar. Öyleyse şirkete, bedenini ücretle verme imkanı kalmadı. Çünkü şirketin sözleşmesiyle bedenini şirkede verdi. Bu nedenle bedeniyle ve emeği ile ortak olan •kişi kesinlikle ücret alamaz. Bu ise sözleşme ve tasarruf şirketlerinde geçerlidir.Ticaret ve alış-veriş gibi şirketlerdir

Fakat emlak şirketleri değişir. Misal olarak; iki kişi bir araba veya bir ev veya bir arsa üzerinde ortak olurlarsa, ortaklar ücretli olabilirler. Çünkü sözleşme ortaklar üzerine yapılmadı, emlak üzerine yapıldı. Birisi bunu çalıştıracak olursa
ücretli olabilir. Araba ortaklarından birisi şoförlük yaparsa ücret (maaş) alabilir. •İslâm, mallar arasında mübadele yapmayı insanlara mübah kıldı. Fakat mübadele yapmak için kullanılacak paraları belirtti. Bunlar ise altın ve gümüştür. Bunları; mal ve emekleri ölçmek için parasal ölçüler olarak kıldı. Bütün muameleler, altın ve gümüşün belli bir tartısına binaen cereyan eder. Resulullah (S.A.V) şöyle buyurdu:

"Tartı, Mekke ahalisinin tartısıdır."

İslâm; altın ve gümüş üzerine bir takım hüküm bağladığı gibi, bunları (altın ve gümüş) birer para birimleri, eşyaların fiatları ve emeklerin ücretleri üzerinde birer ölçüler olarak kıldı. Böyle konular İslâm'da para biriminin altın ve gümüş olduğuna delâlet eder. Çünkü parayla ilgili bütün konular altın ve gümüşe bağlandılar. Malların fiatları ve emeklerin ücretlerinin hepsi altın ve gümüşe bağlıdırlar. Sikkeli olsun ve saf altın olsun fark etmez. Fakat İslâm Devleti veya müslümanlar, bundan başka para kullanamazlar demek değildir. Daha doğrusu altın ve gümüşün ufak parçaları sikke yapılırken buna bağımlı olarak başka madenler de kullanılır. •





2 yorum:

  1. İslâm'la yönetilmeyen ve iç ve dış emniyeti müslümanların ellerinde olmıyan memleket dâr-ül harbdir, ahalisinin tümü müslüman olsa dahi..
    (T.C.GİBİ)
    • Dâr-ül küfürde daima ikâmet eden kişi, müslüman olsa dahi İslâm Devleti'ne ancak izin alarak girebilir. Fakat memleketi Dâr-ül İslâm olan kişi, gayri müslim de olsa İslâm Devleti'ne izin almadan girer. Çünkü İslâm Devleti'nin tabiyetini taşımaktadır. O zaman insanın inandığı akide değil tabi olduğu "Dâr", İslâm Devleti'ne girmek ve çıkmak için önemlidir.

    YanıtlaSil
  2. • Sulta (otorite), ümmette ve ümmetin en kuvvetli gurubunda bulunmaktadır. Fakat Emir olmayınca bu otorite pratik olarak ortaya çıkmaz. Otorite ise, insanların işlerini yürütmek, onların imkan ve güçlerini tasarruf etmek, insanlar kendi işlerini ve çıkarlarını güdecek güçe muhtaç olduklarına göre, ümmetin her an bir Emirsiz olması hiç doğru olmaz. Emir'in var olması, ümmetin hayatının tabiyetinin gerektirdiği zorunlu bir farzdır. Bu nedenle Emir'in var olması farz olduğu gibi zorunlu bir husustur. Ümmetin Emirsiz herhangi bir şekilde kalması hiç doğru değildir.

    • İslâm Devleti, davet devletidir. Devletlerarası olarak İslâmî devlet olması dünyaya daveti götürmesiyle olur. Daveti yüklenme metodu ise, dikkati çekecek şekilde tebliğ etmek ve tebliğden sonra Allah uğrunda cihad etmektir. Siyasî faaliyet, cihadın işlerinden sayılır.

    • Siyasî mücadele ise; marufu emr etmek münkeri nehyetmek ve yöneticileri hesaba çekmek demektir. Böylece siyasî mücadele yapmak müslümanlara farzdır. Al-lahu Teâlâ şöyle buyurdu :

    "Marufu emr eden ve münkeri nehye-den insanlara çıkartılmış en hayırlı ümmetsiniz." (Ali İmran : 110)

    "Sizden, İslâm'a davet edecek, marufu emr edecek ve münkeri nehyedecek bir cemaat, bir gurub bulunsun."
    (Ali İmran : 104)

    YanıtlaSil