28 Nisan 2015 Salı

DEVLETİ MUHASEBEDE ÜMMETİN EKSİKLİĞİ

İslâm, müslümanların yöneticileri muhasebe etmelerini farz kılmıştır. Yöneticiler, zulmetseler ve haklarını çiğneseler de onlara itaat etmek vacibtir demek onlara susmak demek değildir. Daha doğrusu, onlara itaat etmek ne kadar farz ise de onları hesaba çekmek de o kadar farzdır. Bütün yaptıkları işler ve hareketleri hakkında onlardan hesap sormak gereklidir. Çünkü Allahıı Teâlâ, müslümanların yöneticileri hesaba çekmelerini farz kılmıştır. Yöneticiler, tabiyatlarının haklarını çiğnerlerse veya onlara karşı vecibelerini yerine getirmede kusur gösterirlerse veya bir işini ihmal ederlerse veya İslâm ahkâmına muhalefet ederse veya Allah'ın indirdikleriyle hüküm etmezlerse; müslümanların onlara karşı bu ameli yapmalarını kesin şekilde emretmiştir.

Müslim, Ummi Seleme yoluyla Resulullah (S.A.S)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir : "Öyle emirler olacak ki (bambaşka davvranacaklar), sizden bir kısım onlara doğruyu tanıtacak, bir kısmınız da onların yaptıklarını red edecektir. Kim onları tanımazsa onların yaptıklarından beri olur. Kim yaptıklarını red ederse kurtulmuş olur. Fakat onların yaptıklarına rıza gösterirse ve uyarsa ne beri olur ne de kurtulur." dediler ki ; "Onlarla savaşalım mı?" Dedi ki : "Salatı (namazı) ikâme etmeyince."

"Salatı ikâme etmek" bir kinayedir. Onun manası; din ahkâmını uygulamaktır. Resulullah (S.A.S) yöneticinin yaptığı kötülüğü red etmeyi emrettiği gibi, bu red etmeyi mümkün olacak herhangi bir vesile ile olmasını da emretmiştir. O da; elle, dille ve acziyet gösterirse kalple.. Fakat elle
olunca silah kullanılmayacaktır. Yöneticinin yaptığı kötülüğü red etmiyen kimseleri günahta onların ortakları olarak saymıştır. Çünkü şöyle demiştir: "Fakat kim onların yaptıklarına rıza gösterirse ve uyarsa (günahtan) beri olmaz ve (Allah'ın azabından) kurtulmaz."

Şu da var ki; marufu emretmek ve münkeri nehyetmekle ilgili deliller, yöneticiyi hesaba çekmenin farz olmasıyla ilgili deliller sayılır. Çünkü yöneticileri ve diğerlerini kapsıyan genel delillerdir. Marufu (iyiliği, Allah'ın gösterdiği emri) emretmek ve münkeri (kötülüğü, Allah'ın nehyettiğini) red etmekle ilgili Allah'ın emri kesindir. Şöyle buyurmuştur :

 "Hayra (İslâm'a) davet edecek, marufu emredecek ve münkeri nehyedecek sizden bir gurub ortaya çıksın. Felaha kavuşanlar bunlardır (bir gurub olandır)." (Ali İmran : 104)

"Mü’min erkekler ile mümin kadınlar, birbirlerinin evliyalarıdır (birbirlerine yardımcı ve destekleyicisidir). Marufu emrederler ve münkeri nehyederler." (Tevbe -.71)

 "İnsanlara çıkartılmış en hayırlı ümmetsiniz. (Çünkü) marufu emr edersiniz, münkeri nehyedersiniz ve Allah'a inanırsıız." (Ali İmran : 110)

"Kendi kitapları olan Tevrat'ta ve İncil'de ismi yazılı olarak gördükleri bu Ummi Resul ve Nebi, kendilerine marufu emreder, münkerden nehyeder." (A'raf: 157)

"Tevbe eden,ibadet yapan, hamd eden, seyahat eden (cihad eden), rüku eden, secde eden, marufu emreden ve münkeri nehyedenler..."(Tevbe : 112)

 "Onlar ki kendilerini yeryüzünde hakim kıldığımız zaman namazı ikâme ederler. Zekatı verirler, marufu emrederler ve münkeri nehyederler.."(Hacc : 41) 
Bütün bu ayetlerde Allah'ın marufu emretmek ve münkeri nehyetmekle ilgili talebi ve emri kesindir. Kesinliğe delâlet eden karine (ona bağlı veya açıklayıcı ifade), bunu yapanları Allah'ın övmesidir. (Felaha kavuşanlar bunlardır.) (En hayırlı ümmet idiniz.) (Tevbe eden ve ibadet eden) gibi.. Böyle karineler kesin talebe ve emre delâlet eder. Bunun manası farzdır. Yöneticileri muhasebe etmek, marufu emretmek ve münkeri nehyetmek demektir. Bu nedenle muhasebe farzdır.

Ayrıca marufu emretmek ve münkeri nehyetmekle ilgili çok hadis vardır. Resulullah (S.A.S) şöyle buyurmuştur : "Kendi canımı elinde tutana yemin ederim ki marufu emredeceksiniz ve münkeri nehyedeceksiniz. Yoksa Allah size öyle bir ceza indirir ki, ona dua ederseniz size icabet etmez." (İbni Hanbel)

"Sizden kim bir münkeri görürse onu eliyle değiştirsin. Bunu yapamazsa diliyle değiştirsin. Bunu da yapamazsa kalbiyle değiştirsin. Bu ise, imanın en zayıf noktasıdır." (Müslim, Tirmizi, Nisai)

"Allah, mahsus zümrenin işledikleri kötülükleri nedeniyle avama azab çektirmez. Ancak avam (sıradan insanlar) aralarında münkeri görürlerse ve onu red etmeye güc sahibi olup da red etmezlerse Allah hem mahsus zümreyi hem de avamı azaba uğratır." (İbni Hanbel) 
Bütün bu hadisler, marufu emretmek ve münkeri nehyetmekle ilgili emrin kesinliğine ve farziyetine delâlet eder. Yöneticilere marufiı emretmek ve münkerden nehyetmenin farz olmasına delâlet eder. Bu muhasebe şüphesiz yaptığı amellere karşı olur. Bununla ligili başka hadisler de vardır. Yöneticileri muhasebe etmelerinin farziyetini açıkça gösteriyor. Ve bu muhasebenin ehemmiyetini de ifade ediyor. Resulullah (S.A.S) şöyle buyurmuştur: "Cihadın en üstünü, zalim otorite sahibi karşısında hak sözü söylemektir(Tirmizi, Nisai) 
Ebu Umame (r.a) şöyle rivayet etmiştir : "Resulullah (S.A. S) birinci taşlama yaparken bir adam karşısına çıkıp şöyle dedi : "Ey Resulullah, cihadın en üstünü hangisidir?" Resulullah sustu. İkinci taşlama yaptıktan sonra tekrar aynı adam tekrar aynı soruyu sordu. Resulullah sustu. Resulullah (S.A.S) Akabe taşlaması yaptıktan sonra bineğine binmek için uyağını uzatınca; "Soruyu soran adam nerede?" diye sordu. O adam dedi ki; "Ey Resulullah benim." Resulullah (S.A.S) şöyle cevap verdi : "Zalim sultan (otorite sahibi) yanında hak sözü söylemektir." (Tilmizi, İbni Hanbel)

İşte bu naslar, yöneticilerle ve onlara karşı hak sözü söylemekle ilgilidir. Bunun manası, onları hesaba çekmektir. Bu nedenle yöneticiler, tebalarının haklarını çiğnerlerse veya onlara karşı vecibeleri yerine getirmede kusur gösterirlerse veya ümmetin herhangi bir hususunu ihmal ederlerse, onlarla mücadele etmek farzdır. Çünkü Allahu Teâlâ bunu kesin şekilde talep etmiş ve onu cihad gibi göstermiştir. Daha doğrusu cihadın en efdali olarak onu belirtmiştir. Sanki zalim yöneticiyle mücadele etmek Allah indinde cihadın en efdali olduğunu söylemektedir.

Bu yöneticileri hesaba çekmenin farz oluşuna bir delâlet olarak kâfidir. Resulullah (S.A S), zalim yöneticilerle mücadele etmek, müslümam ölüme götürse bile ve ne tür eziyet görürse görsün, onun yapılmasını gerekli kılmıştır. Şöyle buyurmuştur: "Şehitlerin efendisi Hamza'dır ve zalim öndere karşı çıkıp marufu emreden ve münkeri nehyeden ve bu önder tarafından öldürülen kimsedir

İşte o yöneticileri muhasebe etmek ve zalim otorite sahipleriyle mücadele etmenin ne kadar önemli olduğunu hadisin en derin ifadesiyle açıklamıştır. Bu yöneticilerin eziyeti, öldürmeye ulaşırsa da bu muhasebe ve mücadele yapılmalıdır.: □




27 Nisan 2015 Pazartesi

İSLAMİ HARAKETLERDE ÇEKİŞMELER NASIL ÖNLENİR.?

Ümmeti değiştirmekle uğraşan kitlede niye kavga çıkıyor? Niye bölünme oluyor? Niye ayrılıp birbirlerine düşman olunuyor? Peki çekişmeler nasıl önlenir?

Böyle kitle ve hareketler niye kurbanlık ve kurban derileri toplamakla meşgul oluyorlar? Niye cami, okul ve buna benzer işlerle uğraşıyorlar?

Hareketin işi nedir? Nasıl bir çalışma yapmalıdır? Nasıl kavga ve bölünmeler engellenir? Nasıl sorunlar çözülür?

Ümmeti kalkındırmak için kurulmuş hareket, muhakkak bir ideolojiye dayalı olmalıdır. Başka bir ifadeyle, onun düşüncesi, hayat nizamını içeren akide veya metoddan fışkıran düşüncedir. Çünkü kalkınmanın manası, fikri yükselmedir. Ümmet fikren yükselirse her alanda, ilerler. Çünkü her şey derin düşünmeye bağlıdır. İdeoloji; insan, hayat ve hayat hakkında fikir verdiği gibi her husus hakkında ön bilgi verir, bu nedenle ideoloji, insan önünde yolunu aydınlatır ve her konu üzerine ışık indirir. İdeoloji doğru olunca, kalkınma da doğru olur, insanı; maddî, İlmî ve teknolojik alanda ilerlettiği gibi ruhanî, ahlâkî ve İnsanî alanlarda da ilerletir. Bunu ancak İslâm ideolojisi gerçekleştirir. Kapitalist veya komünist ideolojiler; sadece maddî, İlmî ve teknolojik alanda insanı ilerletir. Diğer alanlarda hiç bir ilerleme gerçekleştirmediği gibi insanı geriye götürür, sıkıntıya ve bunalıma sürükler.

Biz, aklen İslâm'ın doğru bir ideoloji olduğuna kanaat getirmiştik. buna göre kalkınma ancak İslâm fikriyle gerçekleşir. İşte İslâm'a dayalı teşkilat, hem İslâm düşüncesini ve metodunu iyice kavrıyacak hem de bunları kesin şekilde benimseyecektir, çalışmak için gerekli olan fikirlerini sınırlandıracaktır. İslâm'da her konu hakkında bir kaç fikir bulunabilir.
Mücadele yapacak hareket muhakkak kalkınmak için gerekli olan her konu hakkında tek bir görüş benimseyecektir. Değişik görüşleri görüp tek bir görüş tercih etmezse, harekette kargaşa çıkar. Bundan dolayı harekette lazım olan şey; ümmeti kalkındıracak fikirleri tesbit edip benimsemek, bunları iyice billurlaştırmak ve safiyetli hale getirmektir. Nitekim harekete katılacak herkese bu fikirleri kavratıp benimsettirecektir. Böylece teşkilatta veya hizbte fikir birliği sağlanacağı gibi fikrî liderlik gerçekleşir. Bu, birinci noktadır.

İkinci nokta ise; insanlara fikirleri kabul ettirmektir. İnsanlara daveti yüklenme metodunu belirginleştirmektir. Bu metod, ideolojiden fışkırır. Çünkü metodsuz fikir felsefe olur. Kesinlikle ideolojik fikrin metodu olur. Bu metod, başka ideolojilerden alınmaz. İslâm'a davet edecek hareket, ne demokrasi ne de sınıfsal mücadele metodlarını kabul eder. Demokratik metod kapitalist ideolojiye ve sınıfsal mücadele de komünist ideolojiye aittir. İslâm'ın ise öz metoru vardır ve bu iki metodo hiç benzemez. O metod ise Allahu Teâlâ'dan gelmiştir.

Üçüncü nokta ise; kişilerin sahih iradesi ve uyanıklığıdır. Hareket, hedefi tayin etmiş olmalıdır ki her elemanı bu hedefi benimsesin. Onu gerçekleştirmek için son çaba sarfetsin. Hedef ve gaye belli değilse veya tam net değilse; insan ya boşuna çalışır ümitsizliğe kapılır ve çalışmayı terk eder ya da heyacanlı olup heyacanını ve çoşkunluğunu tüketir, sonra durur. Ama insan, gayeyi iyice idrak ederse ve ona inanırsa hiç ümitsizliğe kapılmaz ve davayı terk etmez. Gaye menfaati veya koltuğu ve makamı elde etmek ise, muhakkak teşkilatta kavga ve çekişme çıkacaktır.

Dördüncü nokta ise; teşkilatın aralarındaki bağ, sırf ideolojik olmalıdır. Hareketin ismi insanları topluyorsa, sırf hareketi büyütmekle meşgul olunur. Eğer onları bir kişi topluyorsa, bu kişiye kızıldığı zaman ya dava bırakılır ya da şahsî çekişme yapılır. Bu kişiye bağlı kalınırsa, onun yaptığı yapılır, taviz gösterirse taviz gösterilir ve onların işi o kişiyi savunmak ve ona adam kazanmak olur. Arkadaşlık bağı ise geçicidir.. Millî ve milliyetçi bağlar da geçici ve taassubçudur. Buna göre doğru cemaatm elemanlarını birbirine bağlıyan tek husus akide ve ondan fışkıran fikirlerdir.

İşte bu dört nokta olmayınca teşkilat veya parti veya örgüt boş olur. Ümmeti kalkındırmaz. Boş ve kavgalı bir çalışma olur. Herkesin hedefi ya menfaati temin etmek ya da bir makamı elde etmek olur. Bu sebeble böyle cemaatlar ve partiler, ümmete zarar getirir. Toplumun saf tabiatını bozar, insanları menfaatçı ve koltukçu yapar. Ve onlara iki yüzlülüğü öğretir.

Bir ideolojiye dayalı hareket; cami, okul v.s. yapmakla meşgul olmaz veya kurban kestirmek veya kurban derilerini toplamakla uğraşmaz. Böyle işler, ümmeti kalkındıracak bir hareketin işi değildir. Fertler Allah için kendi adlarıyla bunu yaparlar. Çünkü Resulullah (S.A.S) Mekke'de teşkilat olarak böyle işlerle hiç meşgul olmadı ve teşvik etmediği gibi fert olarak yapanı da engellemedi.

Sahih bir hizbin işi :

1- Davayı yüklenecek kişileri yetiştirmek, onlara İslâm şahsiyetini kazandırmak; zihniyetleri ve nefsiyetleri İslâmî yapmak. Fikren ve siyaseten onları uyanık yapmak, onların iradelerini kuvvetlendirmek ve aralarındaki ideolojik bağı pekiştirmek. Onları iradeli, kararlı, ısrarlı ve azimkâr dava adamı ve devlet adamı yapmaktır..

2- Ümmete benimsedikleri ideolojiyi banemsetmek ve kavratmaktır.. Bu nedenle ümmetle temas edecekler, onlara hitab edilir, bildiri dağıtılır, değişik üslup ve aracı kullanır. Batıl ve bozuk fikirlerle mücadele eder. Sadece
İslâmî fikirleri toplumda hakim kılmaya çalışır. Ümmetin fikrini kuvvetlendirip yükseltir.

3- Ümmetin gerçek maslahatlarını benimser, onları gerçekleştirmek için mücadele eder. Misal olarak; müslüman memleketlerini tek bir devlette birleştirmek, İslâm'ı uygulamayan devletleri değiştirip yerine Islâm Devleti’ni kurmak. BM’ler, Arap Birliği ve İslâm Ülkeleri Konferansı Örgütü gibi kuruluşlardan çekilmek ve onlarla mücadele etmek, v.s. bunlar ümmetin birer maslahatlarıdır.

4- Sömürgecilerin planlarını, entrikalarını ve ajanlarını keşif edip onların oyunlarını bozmak ve vurmak..

5- İslâm Devleti’ni kurmak için ümmeti örgütlemek ve onun kuvvetini kazanmak.. Bu yolla bu devleti kurmaya doğru hareketi başlatır. Fiilî olarak İslâm Devleti kuruluncaya kadar bu çalışmayı sürdürür.

İşte fikir esas olunca, şahsî kavgalar ve menfaat çekişmeler olmaz. Eğer böyle bir şey olursa, fikir unutulmuş demektir.. O zaman çekişmeleri ve bölünmeleri engellemek için herkesi fikre bağlamak gerekir. Fikre uymak istemeyenler uzaklaştırılır. Bu şekilde hasta hücreler tedavi edilir. Kronik hastalığa tutulmuş hücreler tamamen vücuddan sökmek gerekir. Çünkü sökülmezse diğer hücrelere bulaşır.

Şu nokta da bulunmaktadır : İslâmî hareketler arasında diyalog kurulmalıdır. Fakat bu şerî delillere göre olmalıdır. Hatalarını ve kusurlarını şerî hükümlerle düzeltmelidir. O zaman diyalog; birlik ve beraberlik sadece ve sadece şerî hükümlere binaen olmalıdır. Diyalog; birlik ve beraberlik, küfür ahkâmına veya demokrasiye veya çıkarcılığa veya milliyetçiliğe göre ise bu batıl olur ve red edilir. Çünkü Allahu Teâlâ şöyle buyurmuştur :

"Allah’ın emirlerini yerine getirmek ve takvalı işleri gerçekleştirmek için birbirinize yardım ediniz. Günah işlerini yapmak ve haksızlık yapmak için bir birinize hiç yardım etmeyin." (Maide : 2) 
Muharrem 1415-1416 - 1995 Mayıs - Haziran 75-76 - HİLÂFET


KREDİYLE EV ALMAK CAİZ Mİ GÜNÜMÜZDE BAZI. MÜSLÜMANLAR ZARURET'TEN DOLAYI BANKADAN FAİZLE PARA ALINABİLECEĞİNİ SÖYLEMEKTEDİRLER. BUNA GÖRE;



KREDİYLE EV ALMAK CAİZ Mİ
GÜNÜMÜZDE BAZI. MÜSLÜMANLAR ZARURET'TEN DOLAYI BANKADAN FAİZLE PARA ALINABİLECEĞİNİ SÖYLEMEKTEDİRLER. BUNA GÖRE;
- Zarureti izah eder misiniz?
- Maslahat nedir, nerede kullanılır?
- Bir Müslüman zaruretten dolayı mescit, ev, veya araba gibi şeyleri almak için faizle kredi çekebilir mi?
-Bir Müslüman yıllık paranın değer kaybını (enflasyon) borç verdiği kimseden paranın
anası ile birlikte enflasyon farkı olarak alabilir mi?
CEVAP:
Allah'uTeala şöyle buyurmaktadır: "O size ölüyü, kanı, domuz etini ve bir de Allah'dan başkası için kesileni kat'i olarak haram
kılmıştır. Acak kim mecbur kalırsa, saldırmak ve sınırı (zaruret miktarını) aşmamak şartıyla (hayatta kalmak için yemesinde) üzere günah yoktur. Çünkü Allah bağışlayandır, merhamet edendir. (Bakara173 )
Ölü, kan, domuz ve Allah için kesilmeyen hayvanların etlerinin yenmesi kesin bir
şekilde haram kılındı.
Zaruret ise, yemek için helal bir şey bulunmaması ve hayatta kalabilmek için
yenmesidir. Bu hüküm özel hükümdür. Her şey için genelleştirilemez. Çünkü, böyle
bir durumda ölüm söz konusudur ve az bir miktar (hayatta kalabilmek için) yenilebilir. Belki bir saat geçmeden helal şey bulabilir.
Bu hâl genellikle çölde veya buzlu (karlı) bölgelerde düşünülebilir. Ormanlık yerlerde, şehirlerde, köylerde ve meskun yerlerde helal bitki ve hayvanlar bulunur. Aç kalınca, parası yoksa ve yiyecek vermek istemiyorlarsa onlardan zorla alınmasına şeriat cevaz vermiştir.
Böylece, 'zaruret'in anlamı; sırf hayatta
kalabilmek için helal şey bulunamayınca, az bir miktarın yenmesidir.
Bu duruma göre,kira ile oturan kimse ev sahibi olmazsa ölür mü?! Tabiki ölmez.
Öyleyse, bu tür kimselere ev sahibi olmak için yedi büyük haramlardan biri olan riba
(faiz, nema) nasıl helal kılınıyor? Bunun için bir ruhsat veya özel bir hüküm gelmedi. Burada kesinlikle 'zaruret' söz konusu değildir.
Cami alabilmek için faiz almaya yanaşan kimseler hangi zarurete dayanıyorlar?! Caminin maliki olmasalar ölürler mi?! Üstelik namaz her yerde kılınabilir. Bir yer kiralanabilir. Hiçbir yer bulunamasa dahi, evlerde kılınabilir.
Resullullah (S.A.V) İslam Devleti'ni tesis etmeden hiçbir cami yapmaya yanaşmadı. Avrupa'da hemen hemen her şehrinde bir çok cami varken,her grubun ayrı cami almak için faiz almaları ne zaruret ne de ihtiyaçtır.
Maalesef cami yapmak amacı ile faiz alan kimse veya kimseler, yarın-öbür gün diğer bir ihtiyacını gidermek için faizle kredi almaya yöneleceklerdir.
Müslümanlardan bazıları da 'maslahat' diye bir bahane bulmaya çalışıyorlar. Maslahat sözcüğü selühe, sâlih sözcüklerinden türemiştir. Salih olan, iyi olan demektir.
Allah'u Teala bir çok ayete salih amelin yapılmasını emrediyor ve imandan sonra
salih amel yapanların cennetlik olduklarını bildiriyor. Salih amel, iyi olan ve Allah'ın helal kıldığı iştir. Allah'ın kabul ettiği işlerdir. Farzlar, mendublar (sünnetler) ve mübahlar, helal dairesine girer.
Bunları yapan kimse salih amel yapmış olur. Maslahattan kasıt bunlardır. İnsan farz veya mendub veya mübah iş yaparsa maslahatı gerçekleştirmiş olur. Buna göre şu şer-i kaide yerleştirildi! "Şeriatın hükmü neredeyse maslahat oradadır" bunun tersi mefsedettir (fasittir). Fesede, fasit bozuk demektir.
Kuranda fasid, mufsid, fasidler, müfsitler, olarak geçmektedir (haram işlemektir) . Buna göre, haram işler maslahat olmaz, mefsedettir. Maslahata ulaşmak için haram işler yapılmaz. Ev almak mubah, cami almak mendubtur.
Bu mübaha veya o menduba ulaşmak için asla haram yolllara baş vurulmaz. Şeriat, bunun için ruhsat vermedi.
Ruhsat şer-i hükümdür, onun şer-i delili
olmalıdır. Yoksa insan menfaatine veya heva ve hevesine göre maslahatı tayin edemez. Allah'u Teala insanların menfaatine göre bu ruhsatı verseydi,faizi haram kılmazdı. Çünkü insanlar bunda menfaat görürler. Hatta, Allah'u Teala faizi haram kılınca arablardan kafir olanlar şöyle dediler:
"Niye faiz haram oluyor,halbuki Faizde tıpkı alış- veriş gibidir". Onlara Allah'u Teala sebep göstermeden faizin haram olduğunu ve alış- verişin helal olduğunu açıkladı. (bknz. Bakara 275)
Zaruret; insanın 'ölmek üzere' olduğu durumda geçerlidir. Bunun dışında kalan durumlar zaruret olmaz. Bu durumda
hayatını sürdürebilmek için az miktar bir şey yiyebilir. Ev, cami, arsa, araba vs. gibi şeyler hiç bir zaman zaruret konusuna dahil olmaz. Bu şeylerin sahibi olmazsa, ölmez. Faizi yemekte/yedirmekte hiçbir zaman maslahat olmaz. 'Gayeye ulaşmak için haram vasıta hiçbir zaman helal olmaz.' Temiz gaye veya maslahata (mubah,mendub ve farz) ulaşmak için helal ve temiz vasıta kullanmak farzdır.
"Pislikten ancak pislik çıkar." (Araf 58)
Para değerinin düşmesine (enflasyon) karşı fark almak haramdır. Çünkü, borç olarak ne vermişsen aynısını alacaksın. Her malın değeri yükselebilir, düşebilir. Borç alarak altın versen ancak aynı altının miktarını ve ayarını alırsın. Oysa, bir sene sonra altının değeri düşebilir, yükselebilir. Gümüş içinde aynı şey geçerlidir. Buğday, mısır, hurma,arpave diğer maddeler içinde aynı hüküm geçerlidir. Resülullah (S.A.V) döneminde de malların değerleri ve fiatları yükseliyor ve düşüyordu. Oysa Resülullah (S.A.V) değer kaybı karşısında fark almay haram kıldı ve "borç olarak altın verirsen ancak aynı miktar altın al, gümüş verirsen aynı miktar gümüş al, buğday verirsen ancak buğday al" diyordu.
Allah'u Teala şöyle buyuruyor: "Sadece sermayenizi alın, ne zalim olursunuz ne mazlum olursunuz" (Bakara 279)
Her çeşit paranın (Dolar, Mark, Euro, Türk
Lirası vb) düştüğü ve yükseldiği görülmekte. Belki, biri diğerinden fazla düşer. Hatta altın dolara karşı çok düşüktür. Bütün bunların sebepleri siyasi ve ekonomik hadiselerdir. Mallarda aynı şekilde düşüyor ve yükseliyor. Belki bazıları Türk Lirasının aşırı şekilde değer kaybediyor olmasından dolayı bir bahane bulup 'enflasyon farkı' adıyla faiz
almak isteyebilirler.
Fakat, onlar için bu duruma cevaz veren her hangi bir hüküm veya ruhsat yoktur. Altınla muamele yapmış olsalar bile, onunda değeri düşer veya yükselir.
Resulullah (S.A.V) döneminde bir sene fiatlar aşırı şekilde yükseldi. Resulullah (S.A.V) ne fiatları sınırlandırdı, ne faize müsaade etti ne de değer kaybına veyayükseliş karşısında fark almaya müsaade etti. Resülullah (S.A.V) iki satış anlaşmasını bir anlaşmada
yasakladı. Bunun manası, bir fiat üzerinde anlaşma olunca ilerde bunun üzerine 'fazlalık' almak üzere anlaşmaktır.
Herhangi bir nedenle sermaye üzerine 'fazlalık' alma şartını haram kıldı. Çünkü,
o dönemde malların değeri düşebiliyordu. Bazıları Dar-ul Harpte faiz yenmesi caizdir diyorlar. Bu yanlıştır.
Diyorlar ki Hanefi mezhebinde mevcuttur, şu hadisi ortayaatıyorlar. "Dar-ul Harbte Müslüman ile harbi (düşman) arasında riba (faiz) yoktur"
1- Bu hadis meçhuldür. Hiçbir hadis
kitabında bulunmaz ve bu açıdan reddedilir. Ancak, bazı Hanefi fıkıh kitablarında bulunur. Hem de imam Ebu Yusuf bunu reddetti. Bunu Ebu Hanefi'ye dayandırma doğru değildir. Yine Ebu Hanifi'yle alakası bulunmayan ve ona dayandırılan bazı şeyler de mevcuttur.
2- Bu hadis mürseldir. Sahabenin ismi
geçmiyor. Tabiinden Resul (S.A.V) e
dayandırılıyor. Sahih, hasen ve haberi ahad gibi hadislerde geçenler mürsel hadisten
kuvvetli olurlar. Onlarlaçelişirse mürsel hadis reddedilir, haberi ahad, sahih ve hasen hadisler ona tercih edilir. Bu mürsel hadis bunlarla çelişir. Çünkü, hiçbir sahih veya hasen hadis,faize cevaz vermiyor. Hepsi faizi haram kılıyor, kötülüyor, faizi yiyen- yediren, vekilleri ve şahitleri lanetliyor. Faizin en küçüğünün; "Kabe yanında kişinin annesiyle zina yapmak kadar" haram olduğunu gösteriyor.
3-Bu hadis muhkem ayetlerle çelişir. Kur'an'da son ayet faizi haram kılan ayettir. Son hadis 'Veda Hutbesi'nde faizi haram kılmıştır.
4-Bu hadis varsa, bu ayetten önce söylenmiş olmalıdır. Ve 'Veda Hutbesi'nde söylenen hadisten önce söylenmiş olmalıdır. O zaman nesh edilmiş olur. "La Riba", riba yoktur. Bunun manası riba haramdır demektir.
Çünkü La: hayır veya yok demektir. Bu nefi edatıdır. Allah'u Teala şöyle buyurmaktadır:
"Hacda kadınlarla ilişki kurmak yoktur,
fasıklık yoktur ve cedelleşme yoktur. "(Bakara197)
La (yok) "söz konusu değildir" diyebiliriz. Hadis, "Dar-ul Harbte riba yoktur!" "riba söz
konusu değildir" diye açıklanabilir.
O zaman bu ayeti nasıl açıklayacağız?!
Hacda kadınlarla ilişki kurmak söz konusu değildir, fasıklık söz konusu değildir,
cedelleşme söz konusu değildir!? bu hususlar mübah kılınabilir mi?!
5- Dar-ul harbte Müslüman ile harbi arasındaki meselede ise, bu meçhul hadiste harb sözcüğü ise savaşcıdır. Demek ki fiili savaşan kimsedir. Fiili savaşan kimsenin malı ve canı helaldır.
Bu nedenle, Ebu Hanifenin buna cevaz verdiğini söylüyorlar. Mesele faiz meselesi değil, bir harbinin malını almak demektir.
Hem de Ebu Hanifiye göre harbiye kazandırmak caiz değildir. Ondan kazanmak caizdir. Halbuki faiz ile borç alanlar kafirlere kazandırıyorlar!?
Aynı anda harbi olmayanlardan almak
caiz değildir. Bu durumda Almanlar harbi midir!? değildir. Onlarla fiili savaş yoktur. Harbi iseler onları öldürmeye kalkışsınlar bakalım!? Çünkü, harbinin kanı ve malı
helaldır.
Türkiye halkı harbi midir? Yoksa onlar birbirine harbi'midir ki birbirlerinden ve
bankalarından faiz yesinler veya birbirlerine faiz yedirsinler?!
Dar-ul harbi Dar-ul İslam'a çevirmek için çalışmak farz değil midir?
Maalesef herhangi bir menfaat/para söz
konusu olunca hemen dar-ul harbten söz etmeye başlıyorlar. Peki, dar-ul harb kavramı ile yola çıkanlar, onu emellerine alet edenler, neden dar-ul harbi dar-ul İslam'a çevirmeye çalışmıyorlar?! Darul harb-i dar-ul İslama çevirmek için çalışmak farzdır. Çalışmayan günahkar olur. Dar-ul İslam'ı tesis etsinler ki İslam Devleti onlara faizsiz borç versin. Çünkü, şer-i hüküm beyt-ül maldan devletin
teba'asına faizsiz borç vermeyi gerektirir.
Allah'ın Selam'ı hidayete tabî olanların
ve O'nun rızası için çalışanların üzerine olsun.


(HilafetDergisi115/Soru-Cevap)

26 Nisan 2015 Pazar

MİLLİYETÇİLİK: KAFİR VE MÜNAFIKLARIN MÜSLÜMANLAR ALEYHİNE KULLANIP DURDUKLARI BİR CAHİLİYYE NARASIDIR.


"EY İNSANLAR! GERÇEKTEN BİZ SIZI BİR ERKEK VE BÎR DİŞİDEN YARATTIK VE BİRBİRİNİZİ TANIMANIZ İÇİN SIZI HALKLAR VE KABİLELER HALİNE GETİRDİK.
şüphesiz ki: allah katinda sizin en ustun (kerîm)
OLANINIZ EN TAK VALİ OLANINIZDIR. MUHAKKAKTIR Kİ ALLAH, ALIMDIR (HER ŞEYİ BİLENDİR), HABIRDIR (HER ŞEYDEN HABERDAR OLANDIR)." (El-Hucurat: 13)

Allahu Teâlâ, yukarıdaki ayette insanlara insanları tek bir nefisten yaratıp bundan da Adem ve Havva'yı meydana getirdiğini ve onları birer halklar ve kabileler haline getirdiğini bildiriyor. Allahu Teâlâ, insanları birer halklar ve kabileler haline getirmekten maksadını da bu ayette bildiriyor. Bu maksat ise birbirlerini tanımaktır. Başka şey değildir. Bu maksadın; övünmek veya birbirlerini buğz etmek veya kendilerini bir birinden üstün görmek veya birbirlerinden bağımsız olmak veya ayrılmak veyahut ayrı ayrı varlıkları tesis etmek olduğunu söylemedi. Öyle hiç bir şey demedi. Bilakis bu maksadı sadece tanışmakla sınırlandırdı. Bir kişiyi tanımak için ona filanın oğlu filan dediğimiz gibi filan kişi filan aileden veya filan kabileden deriz. Böyle söylerken ancak onu tanımak için söyleriz. Onu horlamak veya ona karşı üstünlük göstermek için değil. İnsanlar birbirleriyle muamela yapabilmeleri için böyle tanışmak zorundadırlar. Bununla da
neseplerini ve akrabalarını tanırlar ki onlarla alaka ve sılat-ı rahm kursunlar. Nitekim Ebu Hureyre, Resulullah (S.A.V)'in şöyle dediğini rivayet etti :


‘Neseplerinizi tanıyın ki, sılyı rahmi yapabilesiniz Çünkü sılat-ı rahm, akrabalar arasında sevgiyi meydana getirir, malı artırır ve eseri devam ettirir.' (Tlrmizl)

Allahu Teâlâ, insanları halklar ve kabileler haline getirişinin maksadını belirttikten sonra şöyle buyurdu ;

‘Allah katında en üstün olanınız en takvalı olanınızdır.“ Yani insanlara bildiriyor ki; soyla ve neseple birbirlerinden üstün olunmaz, ancak takvayla birbirlerinden üstün olurlar. Resulullah (S.A.V), ünlü veda hutbesinde şöyle buyurdu :

‘Hepiniz Adem’densiniz, Adem ise topraktandır. Ne bir Arabın acemden (Arab olmayandan) ne de bir beyazın siyahtan takva dışında bir üstünlüğü yoktur.'

Başka Hadis-i Şerifte Resulul-lah'ın şu sözü geçiyor ;

‘Allahu Teala, Kıyamet Günü'nde soylarınız ve nesepleriniz (sülaleleriniz) hakkında sormayacaktır. Şüphesiz kİ Allah yanında en üstün olanınız, en takvalı olanınızdır.'
(Ibnl Cerir)

Bu nedenle, cahiliyye hamiyet ve izzetleriyle izzetlenmek hiç caiz değildir. Bundan, milliyetçi ve kabilevî taassub doğar ki, Islâm'da bu haram kılınmıştır. Bunun hakkında Hadis-i Şeriflerde sarih nehyler geçti. Resullah (S.A.V) şöyle buyurdu :

'Bir asabiyet (milliyet) İçin kızarak veya davet ederek veya ona yardım ederek insanı kör eden bir sancak altında kim savaşırsa ve öldürülürse onun ölümü cahiliyye ölümüdür.' (Müslim) Yine Müslim, Ebu Hureyre'den Resulullah (S.A.V)'in şöyle dediğini rivayet etti :

'Kim itaattan çıkıp cemaattan ayrılırsa ve ondan sonra ölürse cahiliyye ölümüyle ölür. İnsanı kör eden sancak altında bir milliyet İçin kızp savaşırsa ondan sonra öldürülürse benim ümmetimden değildir. Kim ümmetimden çıkp ta ümmetimin eman verdiğini tanımadan ve ümmetle ahdi olanın ahdine vefakarlık göstermeden, ümmetimin takvalısı ve facirini vurarak hareket ederse, benden değildir.' (Müslim)

Halbuki, övünmek ve izzetlenmek ancak Islâm'la olur. Allahu Teâlâ şöyle buyurdu :

'Allah’a davet edip salih amel işleyerek 'ben müslümanlardanım' diyenden daha güzel söz söyleyen yoktur.' (Fussilet : 33) ve şöyle buyurdu :

'İzzet (üstünlük) ancak Allah'ın. Resulü’nün ve mü'minlerindir.'
(Münafikun : 8)
İşte; bu, Allah'tan bir açıklamadır ki izzet (üstünlük) herhangi bir kabileye veya bir millete ait değildir. Ancak Allah'a, Resulü'ne ve müminlere aittir. Münafıkların; Resullah'ı ve muhacirleri (Mekke'den göç eden sahabeleri Medine'den çıkarmak için zorlamayı istemeleri üzerine bu ayet nazil oldu. Münafık olan Abdullah b. Ubey şöyle demişti : ‘Medine'de en aziz olan (kendisi) en zelili (Muhammed (S.A.V)'I kasdederek) çıkartacaktır.* Bunun üzerine Allahu Teâlâ şu ayeti indirdi :

'Diyorlar ki; and olsun ki eğer Medine'ye dönersek en izzetli olan o zelil olanı oradan mutlaka çıkartacaktır. Halbuki izzet ancak Allah'ın. Resulü'nün ve mü'minlerindir. Fakat münafıklar bilmezler.* (Münafikun : 8)

Bu olay Ben-i Mustalak Gazvesi'nde vukuu buldu. Abdullah b. Obey; müslümanları bölüp oradan kovmak, krallığını ve otoritesini tekrar kurmak için milliyetçi narayı çıkartmak istedi. Çünkü, ensarlar müslüman olup Resullah'a iktidar konusu için biat ettikten sonra ondan (Obeyden) krallığı ve otoriteyi çekmişlerdi. Münafıkların lideri aynı anda asabiyet, milliyetçilik ve kabilevî rabıtanın lideri olan Abdullah b. Obey, Uhud Gazvesi'nde müslümanları rezil etmek istedi. Bu gazvede kabilevî narayla bazı müslümanları kandırarak kendisiyle beraber ordunun üçte birisini savaştan
çekebildi. Bunu Ibni Ishak, Ibni Şihab'tan rivayet etmiştir. Keza cahiliyye döneminde kabilevî taassubdan dolayı aralarında sık sık savaş çıkan^Evs ve Hazrec kabilelerini Islâm birleştirip kardeş yaptıktan sonra bir Yahudi, kabilevî (milliyetçi) naralarla tahrik ederek onların arasını tekrar açmak estedi.

Buradan açık şekilde görülüyor ki; kabilevî ve milliyetçi taassub ve naralar, vatancılık, ülkecilik ve bölgecilik ve etnik mezhepçilik -Bir mezhebe taassub edip diğer mezhepleri red ederek ve hiçe sayarak onlarla savaşmak- bunların hepsi cahilî nara ve ananelerdir ki Islâm'da red edilir. Bunlara ancak münafık veya cahiller davet eder. Nitekim münafık Abdullah b. Obey, bir savaşta kardeşlerini rezil etsinler ve savaşı terk etsinler diye bir kısım müslümanları bununla aldatabildi. Yine, milliyetçi ve millî (vatancı) naralar sayesinde Ben-i Mustalak Gazvesinde bazı müslümanları aldatarak tahrik etti. Yine, tarih boyunca kâfirler ve münafıklar kaç defa bunu kışkırttılar. Çağdaş tarihe dönüp bakalım; münafıklar, Yahudiler ve Hristiyanlar çağdaş asabiyetleri nasıl tahrik ettiler.

Lübnanlı Hristiyan Botrus Bos-tanî, Osmanlıların son döneminde bir okul açtı ve ona millî (vatana) okul adı verdi. Müslüman-lara ve Hristiyanlara seslenip vatancılık esası üzerine birleşmeye ve yardımlaşmaya ve Osmanlı Devletin'nden ayrılmaya çağrıda bulundu. Ve 1870'de iki haftada bir çıkan "El-Cinan" dergisini yayınlattı. Ve üzerine Resullah'a yalanca nisbet edilmiş şu sözü (uydurma hadisi) yazdı ; “Vatan sevgisi imandandır.”


Mısır'da 1870‘de gazeteci ve şair olup Hristiyan Selim Nakkaş ve onunla beraber Yahudi olan Ebu Naddare, "Mısır Mısırlıların" diye bir davet çıkarttı. Yine müslümanlardan sayılıp da cahil veya münafık olan ürabî Paşa ve Fransa'da Fransız kültürünü gören ve Mısır da Fransız sömürgeciliğine bağlı Hidivî Said'in hükümetinin resmî teşvikiyle vatana şiir yazan Şeyh Rifa Tahtavî, o "Mısır Mısırlıların" sloganını yaymaya çalıştılar. Yine Türkiye'de gazeteci ve şair olan Şinazî 1851 'de buna benzer vatana fikirler çıkarttı. Islâm Devletine ve Islâm anlayışına vatan ve milliyet mefhumlarını kattı. Şiirlerinde Dini, devleti, vatanı ve milleti uğrunda fedakârlık göstermek istediğini belirtti. Keza Türkiye'de gazeteci ve şair Namık Kemal, Islâm Devletinin sürgüne gönderdiği kişilerle beraber “Hürriyet" gazetisini çıkarttı ve onda “Vatan sevgisi imandandır" başlığıyla ilk makale yazdı ve "Vatan ve Silistre" adı altında bir roman yazdı. Bu sürgüne gönderilen kişiler 1868'de Londra'da buluşmuşlardır. Yine Polonyalı Konnt Kostantin Borziski, Islâm'a girdiğini ilân edip kendisine Mustafa Celaleddin ismini verdi ve 1869 da İstanbul'da "Dünkü Türkler ve Bügünkü Türkler" adı altında Fransızca bir kitap yayınladı. Bu kurnaz adam, Türkler arasında milliyetçi naraları çıkartmak istedi. Şöyle ki; Türklerin Avrupa halkları gibi beyaz ırka mensup olduklarını vurgulayarak, Ârî-Turanî soyundan geldiklerini ve onların daha kıdemli ve yaratıcı bir halk olduklarını ispatlamaya ve buna berzer Türler arasında babalarla atalarla, Türk ırkıyla
övünmeyi tahrik etmeye çalıştı. Onun amacı, Türkler İslâmî bağı bıraksınlar ve milliyetçi bağa bağlansınlar idi. Polonya milliyetçiliğini Tür kalıbına sokarak aynen tercüme etti. Halbuki Türkler, cahiliyye tarihlerini unutmuşlar Araplarla, Kürtlerle ve diğer müslüman halklarla beraber Islâm potasında eriyip tek bir ümmeti oluşturmuşlardı. Çünkü bütün bu müslüman kavimler cahilî tarihlerini unutup ancak Islâm'la övünmeye başlamışlardı.

Yine Ziya Gölkalp, Türk milliyetçiliğini yücelten kitaplar çıkarttı. Halbuki bu yazarın aslının Kürt olduğu söyleniyor. Onun maksadı, Türklerde asabiyet (milliyetçilik) naralarını kışkırtmak idi. Böylece Türkler, milliyetçiliğe bağlanmaya ve bu cahiliyye fikri ile övünmeye başlayacaklar, onların arasında yaşayan kürtler de etkilenip milliyetçiliğe bağlanmaya başlayacaklardı. Halbuki; Kürtler, Islâm halkları arasında en fazla milliyetçiliği unutanlardandı. Onlar, Islâm potasında erimişlerdi. Onlar, Islâm sancağını taşıdılar ve ona hizmet ettiler. Hatta o zamanlar, Kürtler kendilerine Türk veya Arap denilmesinden etkilenmezlerdi. Zira böyle şey kendileri için önemli değildi.

Masonların ve Yahudierin tesis ettikleri Ittihad ve Terakki Cemiyeti de bu doğrultuda çalışıp, Türkçülük naraları çıkarttı. Kendisine mensup olan Arapları içinden çıkartıp attı ve onlara sövdü. Bundan maksatları da, Araplar etkilencekler ve tepki göstereceklerdi. Nitekim bilfiil öyle oldu. Etkilenen Araplar, İttihatçıların tesis ettikleri "Türk Gençliği Partisi'ne" veya "Jon
Türkler Cemiyetine" tepki olarak "Arap Gençliği Cemiyeti'ni" tesis ettiler.

Nitekim bu İttihatçılar 1908'de Halife II. Abdulhamid'i devirdiler. Onun yerine kardeşi olan Muhammed Reşad'ı tayin ettiler. Muhammed Reşad'ı güçsüz bir Halife haline getirdiler. Islâm Devleti'ni Türklerin, Türk milliyetçiliği ile idare edecekleri bir Türk Devleti haline getirmeye çalıştılar. Islâm Devleti'nin tebasından olan diğer müslüman halklarını Türkleştirmeye çalışmaya başladılar.

Jon Türklerin bir bildirisinde şöyle geçti : 'Genel olarak İlerleme önünde ve özel olarak Turan birliği gerçekleşmesi karşısında uzun zaman İçin bir seti oluşturan Islam ümmeti olarak adlandırdıktan bu korkulu ve hayalî bidat çözülme ve yok olma yoluna girdi.'

Islâm Devleti'ne karşı Arap devriminde Mekke Şerifi olan Hüseyin b. Ali'yi yürüten Ingiliz casusu olan Lavvrens şöyle dedi : 'Arap düşüncesine derin şekilde inanıyordum. Hicaz'a gelmeden önce bu düşüncenin Türkiye'yi, yani İslâm Devleti ni en kötü şekilde parçalayacağından emin idim.' Böylece, Ingilizler Hüseyin b. Ali'yi aldatıp Islâm Devleti'ne ve birliğine karşı tahrik ettiler. Onu kendisinin kralı olacağı bir Arap Devletiyle kandırdılar. Ingilizler, böylece aldattıktan ve kandırdıktan ve onunla hedeflerini gerçekleştirdikten sonra onu Kıbrıs'a sürgün ettiler. Ve o (Hüseyin b. Ali), orada ölünceye kadar kahredilmiş şekilde sürgünde olarak yaşadı. Hüseyin b. Ali ve benzeri kişiler, Osmanlı Devleti'nin Araplara zulm ettiğini iddia ederek ondan ayrılmak gerektiği propagandasını yapıyordu.


Belki, Osmanlı Devletinde bu olmuştu. Çünkü, İttihat ve Terakki Cemiyeti ve adamları (Enver Paşa, Talat Paşa ve Cemal Paşa gibi adamlar) Halife Abdül-hamid'i devirdikten sonra devlete hakim oldular. Müslümanlara zulmetmeye başlayıp milliyetçi naraları kışkırtmaya başladılar. Fakat böyle şey, İslâm Devleti'nden ayrılmaya bahane veya sebeb olamaz. Çünkü vacib olan, Islâm Devleti'ndeki yönetimi İslah etmek ve o milliyetçi İttihatçılardan kurtulmak için çalışma yapmaktı. Fakat Mekke Şerifi Hüseyin b. Ali, Ingilizlere sadık idi. 9-9-1915'de Mısır'daki Ingiltere resmî temsilcisi olan Henry Macmahon'a şunu yazmıştı : ‘Büyük Britanya'ya samimî olduğumuzu ve herhangi bir seklide ve hangi bir şartta bütün hususlarda onu (Britanya'yı) herkese tercih etmemizin zarurî olduğuna İnandığımızı sizin sayın hazretlerinize pekiştirmenin geneldi olduğunu görüyorum.' Buna rağmen Ingilizler, ona rüyasını gerçekleştirmediler. Tersine onu sürgüne göndermekle cezalandırdılar ve Arap memleketlerini de parçaladılar. Onun oğlu Prens Faysal b. Hüseyin bundan etkilenerek 21-9-1919 da Britanya Başbakanı Louid George'a gönderdiği mektupda şöyle buyurdu : "Bu son anlaşma Arapların haklarını tamamen çiğniyor ve özellikle iki saygılı hükümetten (Britanya ve Fransa hükümetlerinden) ve genel olarak medenî dünyadan beklediklerine ters düşüyor. Halbuki Araplar, müttefiklerin resmen localarından ve ünlü yazılarında açıkladıktan doktorine yardım ederek Hilafet'le savaştılar ve kutsal memleketleri savas İçin meydan yaptılar.'

İşte Amerika Başkanı George Bush da Kürtlere karşı bunu
yaptı. Amerika, Saddam'ın taviz göstermesi üzerine Birleşmiş Milletlerin kararını kabul etmesine boyun eğdirmek için Kürtleri Saddam'a karşı tahrik etti. İran vasıtasıyla da şiilerde etnik mezhepçiliği tahrik etti. Milliyetçi Kürt örgütlerinden birisinin bir lideri olan Celal Talabanî şöyle açıklamıştı : 'George Bush bizi aldattı. Saddama karsı bizim harekat etmemizi istedi ve bize yardım edeceğine söz verdi. Fakat bizi rezil etti (yardım etmedi).' Yine Kürdistan Millî Cephesi Başkanı, Amerikan sesi Radyosuna bir ropertajda aynı sözü söyledi.

Halbuki; Amerika'ya veya diğer sömürgeci devletlere hizmet ederek Irak'ı parçalamaya Saddam'ın zulmü, hiç bir kimse için bir bahane olmaması gerekir. Müslümanlar; Şiî olsunlar Kürt olsunlar, Arap olsunlar, Türk olsunlar ancak Allah'ın ipine sarılmalılar. Allah için kardeş olup Saddam'ın ve Baas Partisi'nin rejimini devirip yerine Islâm Hilâfet Devleti'ni kurmak yoluyla Allah'ın hükmünü ikâme etmek için çalışmalılar. Herkes için bundan başka çözüm yoktur. Öyle olmazsa, Osmanlı Devleti döneminde sömürgecilerin kandırmasıyla nasıl kendi kendimizi parçalamışsak yine daha fazla kendi kendimizi parçalamış olacağız.

Şu çok iyi hatırlanmalıdır ki ; Kürdistan için ilk özerklik isteyenler Ingilizler, Fransızlar ve Italyanlardır. Yani sömürgeci kâfirlerdir. Onlar bu özerklik fikrini Sevr Andlaşması'nda resmen ortaya attılar ve Sevr Andlaşması'nda aynı lafızla geçtiği gibi onu, Kürtler bağımsızlığı istemeye başlayarak bağımsızlığa ehil olasıya kadar
bağımsız Kürt Devleti'nin kurulması için ilk adım kabul ettiler. Sevr Andlaşması, Osmanlı Devleti Birinci Cihad Savaşı'nda yenildikten sonra^yapıldı. Fakat, sömürgeciler bu andlaşmayı yürürlüğe koymak istemediler. Bu andlaşmayı içerisindeki bentler ve bunlardan da Kürtlerle ilgili bendi Hilâfet'i düşürebilmek için Halifeye karşı Mustafa Kemal lehine bir koz olarak kullanmak istediler. Sömürgeciler hâlâ bu bendi hedeflerini gerçekleştirmek için kullanıyorlar. Ve bunu, Kürtleri istedikleri zaman ve istedikleri kişiye karşı tehrik ederek yapıyorlar.

Baas Partisi'nin kurucusu Hristiyan Mişel Aflak, Kürtler meselesine İslâmî çözümden başka çözüm bulunmadığını kabul ediyor. 1976'da Baas Partisi'nin kurulmasının Otuzuncu Yılı Kutlamasında verdiği hitapta şöyle dedi : 'Biz bir meseleye deyiniyoruz, bu İse Kürt meselesidir. Bunu İdeolojik bir esas üzerine ve sanki Raşidî Halifelik döneminde yaşıyoruz diye çözmezsek bu mesele tekrar ortaya çıkacaktır.' İşte, bu adam idrak ediyor ki çözüm ancak İslâm ideoloji esası üzerine ve Raşidî Halifelik yönetimi gölgesinde gerçekleşecektir. Fakat, Islâm'a inanmıyor. Ancak iddia ettiği gibi Islâm'a, üstün dahî Muhammed'in icad ettiği bir Arap felsefesi olarak inanıyor. Baas Partisi'nin anayasasının dokuzuncu maddesinde şunu yazdı : 'Arap ümmetini kurtarmak için 1916 senesinde patlayan Arap devriminin sancağı (Mekke Şerifi Hüseyin b. Ali'nin sancağı) Arap Devleti'nin sancağıdır.’

Yeryüzündeki bütün müslümanlar Irak'ın müslümanları ve ordusu yanında durdu. Fakat,
Saddam'ı severek veya milliyetçi laik Baas Partisini veya laik rejimi severek böyle davranmadılar. Amerika'ya ve müttefiklerine karşı çıkmak istedikleri gibi müslüman memleketlerini bu sömürgecilerden korumak da istediler. Fakat, müslümanların asıl hedefi; yeryüzünde Allah'ın hükmünü ve Islâm Hilâfetini tesis etmek ve Islâm vahdetini sağlamaktır. Nitekim, Saddam hâlâ Baascılığı üzerine devam etmektedir. Zira Saddam, Birleşmiş Milletlerin ve Amerika'nın zelil kararını kabul ettikten sonra 7-4-1991 tarihinde verdiği hitapta şöyle dedi : ‘Büyük sebatlık, Baas'ın mücadelesini belirleyen üstün ideolojik sıfatının sayesinde mümkün idi." Fedakârlık ne kadar olursa olsun Baas Partisinin ilkelerine bağlanmaya ısrarla davet etti. ‘Arap milleti, ancak vahdet, hürriyet, millî servetinin adaletçe dağıtılması, Arap milliyetçiliği, demokratik uygulamanın derinleştirilmesi ve insan haklarına saygı gösterme gölgesinde değerli hayatı yaşabilir.’ diye açıkladı, işte Saddam budur; dün nasıl idi ise bugün de öyledir. O, ancak Allah'ı ve mü'minleri aldatmak maksadıyla İslâmî kılıfı giydi. Ancak kendisinden ve partisinden başka kimseyi aldatamaz. Fakat kendisi bunu hissetmez. .

"Allah'ı ve mü'minleri aldatmaya çalışırlar. Halbuki yalnız kendilerini aldatırlar da farkında olmazlar. Onların kalblerinde hastalık var. Allah, onların hastalıklarını artırmıştır. Yalan söylemelerinden dolayı onlara acı azab var. Onlara, yeryüzünde fesad ve bozgunculuk yapmayın denilirse; biz sadece İslah ediciyiz derler. İyi bilin ki onlar bozguncu ve fesatçıların ta kendileridir. Fakat onlar hissetmezler (farkında değildirler)."
(Bakara : 9-12)

Baas Partisi ve adamları. Irakta ve Suriye'de yeryüzünde bozgunculuk ve fesat yaparlar. Fakat kendileri İslahatçı olduklarını iddia ediyorlar. Baas Partisi'nin fasit ve bozguncu milliyetçi ilkeleriyle insanları İslah etmek istiyorlar! Bu ilkelerle yeryüzünü fesada boğduklarını hissetmiyorlar...

Buna rağmen herhangi bir kimsenin Irak’ı parçalamak için bahanesi yoktur. Parçalamak değil, bilâkis İslâmî vahdetini gerçekleştirmek, kâfir Baas rejimi yerine Allah'ın hükmünü ikâme etmek için çalışmak gerekir. Amerika veya Ingiltere veya diğer kâfir ve sömürgeci devletler, Saddam'ın rejimini ve Baas Partisinin zulmü bahanesiyle bir müslümanı aldatmasın. Daha önce milliyetçi Türklerin ve onların milliyetçi cemiyeti olan İttihat ve Terakkî Cemiyeti'nin zulmü bahanesiyle, Arapları ve Türkleri aldatarak Islâm Devleti'ni nasıl parçalamışlarsa şu anda buna benzer bahanelerle Irak müslümanlarından Şiîleri veya Kürtleri ve Türkleri aldatmaya çalışıp içinde yaşadıkları bu müslüman memleketlerini
farkında olmadan kâfir sömürgecilere hizmet ettirerek parçalamak istiyorlar.

Aslında Arapların, Kürtlerin, Türklerin, Farislerin ve diğer müslümanların meselesi Islâm meselesidir. Yani onu hakim kılmak ve onu cihad ile dünyaya yaymaktır.

Biz müslüman olarak; Arap olsun, Türk olsun, Kürt olsun, Fars (Iran) olsun ve diğer müslümanlardan olsun hepimiz diğer insanlar dışında tek bir ümmetiz Islâm ümmetiyiz. Resulullah (S.A.V) Medine belgesinde şöyle yazdırdı ; 'Bismillahi Rahmani Rahim. Bu Kureyşlen ve Yesrip (Medine'den olan müminler ve müslümanlar ve onlara yetişip onlarla beraber cihad edenlere Peygamber Muhammed (S.A.V)'den bir yazıdır. Bunların hepsi diğer insanlar dışında tek bir Ümmettir. Takvalı müminler, kendilerinden kim zulum yaparsa veya tecavüz ederse hepsi onun aleyhine tek olurlar. Bu kişi kendilerinden birisinin oğlu olsa dahi. Müminler diğer İnsanlar dışında birbirlerine yardıma ve dostturlar. Müminlerin barışı da birdir. Allah'ın uğrundaki savaştan da birdir. Bir mümin diğer mümini bırakarak barış yapmaz.' Resullah (S.A.V) şöyle buyurdu :

‘Müslümanlar birbirlerine kardeştirler, birisi diğeri üzerine ancak takvayla üstün olur.' (Taberanl)

Ve en sadık olan Allahu Teâlâ şöyle buyurdu :

"Mü'minler ancak birbirlerine kardeştir."
(Hücurat ; 10)

Bundan dolayı bu kardeşliğe davet etmeliyiz. Milliyetçi, vatana, bölgeci ve etnik mezhepçi naraları ve taassupları kınayıp red etmeliyiz. Hepimiz tek bir el olalım ve tek bir vücud olalım. Irak'taki, Türkiye'deki, Cezayir'deki, Mısırda'ki ve diğer Islâm memleketlerindeki kâfir rejimlerin tümünü düşürmek için hepimiz beraber çalışmalıyız ve bunların yerine Allah'ın hükmünü tesis etmeye çalışalım. Yine Arap olsun, Kürt olsun, Türk olsun; Filistin'deki, Lübnan'daki,
Afganistan'daki ve dünyanın tümündeki diğer müslüman kardeşlerimize yardım etmemiz gerekli olduğu gibi, Iraktaki zarar gören tüm müslümanlara yardım etmeliyiz. Resullah (S.A.V)'in şu dediği gibi olalım :


‘Müslüman müslümanın kardeşidir ki ona zulm atmaz, nazil atmaz (yardımsız bırakmaz) ve horlamaz.'

Hiç bir müslümanı horlamamalıyız, ister Kürtlerden olsun ister diğerlerinden olsun. Hiç bir müslümana zulm etmemeliyiz. Islâm Devleti'nde fırsat ve imkân vermede bütün müslümanlar arasında eşitlik yapmalıyız. Kürt olsun Arap olsun veya diğer müslümanlardan olsun Hilâfete ehil olduktan sonra Halife olmasına herhangi bir engel yoktur. Yine hiç bir müsiümana, yardım etmekten vazgeçmemeliyiz. Hiç bir müslümanı yardımsız bırakmamalıyız. Alemlerin Rabbi olan Allahu Teâlâ'nın şu sözüne kulak verelim :

"İyilik ve takvada bir-birinizle yardımlaşın. günah işlemek ve tecavüz etmek üzerinde yardımlaşmayın. Allah'tan korkun. Çünkü Allah'ın azabı çok şiddetlidir.* (Maide : 2) .

<>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>







İSTİKBAL İSLAM'INDIR.

Alemlerin yaratıcısı ve Rabbı ve Rabbımız olan Allahu Teâlâ'ya hamd olsun. Salat ve selâm Şanlı Resul Efendimiz Muhammed Mustafa'ya, âline, ashabına ve onların yürüdüğü yolda ihlasla yürüyerek Aziz Islâm Davasını yüklenen müminlere olsun.

Evet, İstikbal Islâm'ındır. 

Hakikat bu olmasına rağmen, ne yazık ki bilhassa günümüzde, müslümanların ekserisinde istikbalden bir ümit kesiş hali hakimdir. Islâm'ın bir daha hakim olamıyacağı, müslümanların bir daha kalkınıp izzet bulamıyacakları gibi ümitsizlik tohumları müslümanların nefislerinde yeretmıştir. Nitekim; 'Efendim, İslâmî hayat elbetteki güzel ve doğru olandır. Ancak, artık ona bir daha dönemeyiz. Hilâfet olsa İyi amma bir daha tekrar kurulması mümkün değildir. Müslümanlar bu parçalanmış, zayıf ve perişan haldeyken bir daha Hilâfet nasıl kurulsun? Hem kafirler, buna asla fırsat vermezler. Çünkü, onların güçlü devletleri, silahları, malları, askerleri ve ekonomik paktları var. Bu ortamda daha hâlâ nasıl Hilafetin kurulmasından, İslam'ın tekrar hakim olmasından bahsedersiniz? Biraz fazla İdealist olmuyor musunuz?..* Ve benzeri sözlerin, fikirlerin müslümanların ağızlarında ve yazılarında terennüm edip durduğuna şahid oluyoruz, ne yazık ki!.. İşte onların nefislerinde yerleşik ye'sin yani ümitsizliğin ifadelerinden bir
kısmı olan bu v.b. sözler ve fikirler onları; gevşemeye, çalışmaktan geri durmaya, tembelliğe, pısırıklığa ve mevcud şartlara teslim olmaya, böylelikle zillete düçar olmalarına itmektedir. Hakikatları gördükleri halde, o hakikatları hayata geçirme uğrunda çalışmaktan, mal ve canlarıyla fedakârlıkta bulunmaktan geri kalmaktadırlar. Yani yerlerinde çakılıp kalmaktadırlar. Zira onlarda istikbale dair ümit kalmadığından, çalışmalarının ve fedakârlıklarının sanki boşa gideceğini, heder olacağını zannediyorlar..

Onun için, ümmetin bir çoğunun nefislerinde yerleşik bu istikbalden ümit kesme kanaatinin yanlışlığını, ne derece çürük olduğunu göstererek, o umursamaz ümitsizleri, Islâm Davasını yüklenmeleri için harekete geçirir ve Davayı yüklenenlerin de azimlerini ve gayretlerini daha da kamçılar umuduyla, Ayeti Kerimeler ve Hadis-i Şerifler ışığında "İstikbalin Islâm'ın olduğunu", istikbalde Islâm’ın hakim olacağını ve bunun vaadi ilahi olduğunu göstermeye çalışıcağım, inşaallah.. Şöyle ki :

Allahu Teâlâ buyuruyor ki : 

‘Sizden iman edip de salip ameller işleyenlere Allah şöyle va'ad buyurdu : Andolsun ki, onlardan evvelkileri, (kâfirlerin) yerine geçirdiği gibi (güçlü ve iktidar sahibi kıldığı gibi), kendilerini de yeryüzünde muhakkak (müşrik ve kâfirlerin) yerine geçirecek (güçlü ve iktidar sahibi kılacak) ve elbette kendileri için razı olduğu Dinlerini (İslâm'ı) mutlaka yerleşik kılıp sağlamlaştırarak hakim kılacak ve elbette onları (mü'minleri) korkularının ardından kesinlikle güvenliğe erdirecektir. Onlar. Bana hiç bir şeyi ortak koşmaksızın yalnızca Bana ibadet ederler." (Nur : 55)

Bu Ayeti Kerimenin ifadesi umumîdir. Ayetteki; 'başkasının yerine hakim kılmak*, 'Dini yerleştirip hakim kılmak' ve ‘güvene erdirmek* hakkındaki Allah'ın vaadi sadece sahabelere (r. anhum) muhsus değildir. Bu vaad, ibarenin genel oluşundan dolayı; iman edip salih ameller işleyen, hiç bir şeyi ortak koşmaksızın yalnızca Allah’a ibadet eden her cemaata ve ümmete şamildir. Bu
vasıfta olan cemaat veya ümmeti, yeryüzünde kâfirlerin yerine hakim kılacağına, onların işlerini yürütücü kılacağına, müslümanlar için razı olduğu Dini İslâmî yeryüzünde pekiştirip yerleştireceğine, yeryüzünde islâm dışındaki bütün dinler, fikirler ve ideolojiler üzerine hakimiyeti onlara vereceğine ve zalimlerin, tahutların onlar üzerindeki korkularını, zulümlerini üzerlerinden kaldırarak zaferi tahakkuk ettirmek ve düşmanlarına galip kılmak sureti ile sekinet ve güvenle değiştireceğine dair Allahu Teâlânın vaadi umumi bir vaad-dır. 
Başka bir Ayeti Kerimede, Allahu Teâlâ buyuruyor ki :

'Resulünü hidayet ve hak dinle gönderen 0‘dur. Öyle ki, müşrikler hoşlanmasalar da onu (Hak Din olan Islâm'ı) bütün dinlere karşı üstün kılacaktır.'
(Saff : 9, Tevbe : 33)

Bu Ayeti Kerime bize; bütün dinler üzerine hukmu, üstünlüğü ve egemenliği ile istikbalin Islâm'ın olduğunu müjdelemektedir. Bazı insanlar, bunun Resulullah (S.A.V), Raşid Halifeler ve onlardan sonra gelen halifeler zamanında gerçekleştiğini zannediyorlar. Fakat hakikat öyle değildir. Zira gerçekleşen bu sadık vaadden ancak bir cüzdür. Nitekim Nebî (S.A.V) de buna sözleriyle şöyle işaret etmekte:

Aişe (r. anha), Nebî (S.A.V)'in şöyle dediğini rivayet etti ;

‘Lat ve Uzzaya tapılmadıkça gece ve gündüz gitmeyecektir.* (Yani
Kıyamet kopmayacaktır, demektir.) Bunun üzerine Aişe (r.anha) soruyor ki : *Ya Resulullah, ben zannediyordum kİ Allah; (yukarıda zikredilen, Tevbe Suresi 33. ayeti) İndirince bu İş tamam olmuştur.* Bunun üzerine Resul (S.A.V) şöyle buyurdu :


'Şüphesiz ki ondan Allah'ın dilediği olacaktır.* (Müslim)

Bu demektir ki, Hak Din (Islâm) bütün dinler üzerine hakim olacaktır...

Ayetlerde geçen, Islâm'ın zuhuru haberini (yani üstünlüğünün hakimiyetinin açığa çıkmasının haberini) ve hakimiyetinin yeryüzünde yayılmasının boyutlarını açıklayan başka ayet ve hadisler de vardır. Şöyle ki ;

Allahu Teâlâ, Bakara Suresi 191. ayette; kâfirlerin, müslümanları Allah'a kulluktan vazgeçirmek için nasıl çalıştıklarını zikrettikten sonra onların işlerini “fitne" olarak vasıflandırıp bu fitnenin katilden yani insanları öldürmekten beter olduğunu vurguluyor. Daha sonra 193. ayette; müslümanlara hitaben, bu fitneyi ortadan kaldırıp Dinin tamamen Allah için olması, yani kulluğun yalnız Allah için olması gayesiyle o kâfirlerle savaşmalarını emrediyor. Allahu Teâlâ, Enfal Suresinde 30. ile 40. ayetler arasında da kâfirlerin yeryüzünde, sadece Allah'a kulluk yapmaya nasıl mani olduklarını ve insanları Allah yolundan saptırmak için nasıl çalıştıklarını ve hatta çalışacaklarını zikrettikten sonra, onların bu yaptıklarını "fitne" olarak vasıflandırarak, müslümanlardan bu fitneyi ortadan kaldırmak ve kulluğun tamamen Allah için olmasını sağlamaları için; o kâfir ve müşriklerle savaşmalarını emretmektedir. Şöyle ki :


'Gerçek şu ki; küfre sapanlar, (insanları) Allah yolundan alıkoymak için mallarını harcarlar. Bundan böyle de harcayacaklardır. Sonra bu. onlara pişmanlık ve yürek acısı (kahırlı özlemleri) olacak, sonunda da mağlub olacaklardır.' (Enfal : 36)


'(Yeryüzünde) fitne kalmayıp din (kulluk sistemi) tamamıyla Allah için oluncaya kadar onlarla (Allaha kulluktan alıkoyan ve Allah yolundan saptıran o kâfirlerle) savaşın.* (Enfal:39)

Görüldüğü gibi Allahu Teâlâ; kâfirlerin, insanları Allah'a kulluktan, Allah yolundan saptıran varlıklarını yani devletlerini (Kur'an'ın ifadesi ile fitneyi) tamamen kaldırmaları için o kâfirlerle savaşmalarını müslümanlara yüklüyor ve yeryüzünde dinin (kulluğun) tamamıyla Allah için olmasını da müslümanlara bir gaye kılıyor. Allahu Teâlâ'nın bu emri demektir ki; bu gayenin gerçekleşmesi mümkündür ve gerçekleşecektir. Allahu Teâlâ bunu da şu Ayeti Kerime'de vurguluyor :


‘Allah hiç kimseye güç yetiremiyeceğinden başkasını yüklemez.'
(Bakara : 286)

Allahu Teâlâ'nın; fitneyi yani kâfirlerin siyasî, ekonomik ve askerî varlıklarını yani devletlerini ortadan kaldırıp kulluğun tamamen Allah için olmasını gerçekleştirmek gayesi ile savaşı muslumanlara yüklemesi, bu gayenin gerçekleşmesinin mumkunattan olduğunu ve aynı zamanda gerçekleşeceğini gösterir. Bunun gerçekleşeceğini yanı Allah'a kulluk sistemi olan Islamın yeryüzünün tamamına kuvvet ve izzetle hakim olacağını ve küfrün (kula kulluk sistemlerinin) de zelil olacağını, daha önce zikrettiğimiz ayetler müjdelediği gibi, bir çok sahih Hadis-i Şerifler de müjdelemektedir. Şöyle ki :

Resuiullah (S.A.V) buyurdu ki :

'Gerçekten Allah, benim İçin yeri topladı da (gözümün önüne serdi de) onun doğusunu ve batısını gördüm. Muhakkak ki, ümmetimin mülkü bana gösterilene (yani arzın doğusu ve batısına) ulaşacaktır.' (Müslim; K. Fiten)

Resuiullah (S.A.V) buyurdu ki : 

'Muhakkak ki; bu İş (bu Dinin hakimiyeti) gece ve gündüzün ulaştığı yerlere ulaşacaktır. Allah, ne bir kerpiç ev ne de bir keçe çadır bırakmayacak; azizi aziz ederek, zelili zelil ederek, bu Dini ona dahil edecekdir. Allah'ın bu İşle aziz edeceği İzzet islam'dır. Allah'ın bu İşle zelil edeceği zillet İse küfürdür.* (Ahmed b. Hanbel, Taberanl, Ibnl Hfcbftn)
İşaret edilen ve müjdelenen bu hakikatların gerçekleşmesi; mutlaka küfrün kuvvetlerine ve taşkınlıklarına galip gelebilmeleri için müslümanların madden ve manen, İktisadî ve askerî olarak güçlü olmalarını gerekli kılar. Nitekim bunun da gerçekleşeceğine Hadisi Şerifler şöyle işaret edip müjdelemektedir : İmam Ahmed ve Dâremi, Ibn Kubeyl'den şöyle dediğini rivayet etmişleridir :

'Biz Abdullah b. Ömer, Ibn et-Asın yanındaydık. Şöyle soruldu : -İlk önce hangi şehir fethedilecek; Kostantiniyye mi, Roma mı? Abdullah, kilitli bir sandığın getirilmesini istedi, ondan yazılı bir kağıt çıkardı ve şöyle dedi: -Biz Resuiullah (S.A.V)-in etrafında yazıyorken; hangi şehir önce feth olunacak; Kostantiniyye mİ, Roma mı diye soruldu. Resulullah (S.A.V), Heraklin'in şehrinin yani Kostantiniyye'nin feth edileceğini söyledi.'

Bu hadisin ifadesine göre Roma Kostantiniyye'den sonra feth olunacak şehirdir. Mu'cem'ul Buldan'da geçtiğine göre Roma, İtalya'nın başkentidir.

Yine Resullah (S.A.V) buyurdu ki :

'Yahudiler sizinle harb edecek ve onlara üstün geleceksiniz. Hatta taş : -Ey müslüman, şu arkamdaki yahudidir, onu öldürüver. diyecektir.' (Müslim; K. Flten)

İşte yahudiler, İsrail Devletinin kurulmasıyla, müslümanlarla savaşa başlamışlardır!...

Başka bir hadiste Resuiullah (S.A.V) şöyle buyurdu :

‘Müslümanlar yahudilerle harb etmedikçe Kıyamet kopmayacaktır. Müslümanlar onları öldürecekler. Hatta yahudi taşın ve ağacın arkasına saklanacak. Taş veya ağaç da : -Ey müslüman, ey Allah'ın kulu; şu arkamdaki yadudidir. Haydi gel de onu öldür! diyecektir. Yalnız Garkad müstesna. Zira o yahudilerin ağacıdır.* (Buhari, Müslim)

Bu son iki hadis; müslümanların, yahudilerin devleti olan İsrail Devleti'ni tamamen yok edeceklerini, orada yahudileri ortadan kaldıracaklarını ifade ettiği gibi; önce geçen hadis; müslümanların, İtalya'nın başkenti, Papalığın karargahı ve Hristiyanlığın merkezi, Avrupa'nın kalbi durumunda olan Roma'yı feth edeceklerini müjdelemektedir. Bu hadiste müjdelenen Kostantiniyye, Resul (S.A.V)'in haber verişinden 800 seneden fazla bir süre sonra feth edildiği gibi şüphesiz Roma da feth edilecektir. Bu feth de Allah'ın izniyle tüm Avrupa'nın fethinin başlangıcı olacaktır. Bu üç hadis bize, Islâm'ın askerî yönden çok güçlü bir iktidara yani devlete sahip olacağını gösterdiği gibi şu iki hadis de bize bu devletin aynı zamanda İktisadî yönden de güçlü olacağını işaret etmektedir. Şöyle ki :

Resuiullah (S.A.V) buyuruyor ki :


'Ümmetimin son zamanında bir halife olacak. Malı adetle saymadan avuçla avuçlayacaktır.' Ravi diyor ki : "Ben (bu hadisi Resuiullahtan nakleden) Ebu Nadra ile Ebu Alâ'ya; bunun Ömer b. Abdilaziz olacağını zannedermisin? diye sordum. Onlar; hayır, cevabını verdiler." (Müslim)

Başka bir rivayette de Resulullah (S.A.V) şöyle dedi :


"Ahir zamanda bir halife olacak, malı saymadan taksim edecektir.' (Müslim)

Yani mal çok olacak, devlet de Hilâfet Devleti olacaktır. Zira dikkat edilirse Resullah (S.A.V); ‘Halife olacak* dedi. Ayrıca bu devletin, yeryüzünü zulüm, fitne ve fesaddan tamamen temizleyip adaletle dolduracağına, Islâm'ı tam olarak hakim kılacağına işaret eden haberler ve müjdeler Mehdi ile ilgili varid olan birçok Hadis-i Şeriflerde geçmektedir. Meselâ şöyle geçmektedir :

'..Yeryüzünü, zulüm ve işkence İle dolduğu gbi adalet ve doğrulukta dolduracaktır.' (Ebu Davud)

Muhakkak ki, Islâm'ın bu devleti, Raşid Hilâfet Devleti olacaktır. İşte Resullah (S.A.V), bunu şöyle müjdeliyor :

İmam Ahmed rivayet ediyor ki; Resullah (S.A.V) şöyle dedi : ol 

‘Nübüvvet Allah'ın dilediğlnce aranızda kalacaktır. Allah onu kaldırmayı dilediği zaman kaldırır. Sonra Nübüvvet yolu üzerinde bulunan Hilafet olur. Allah'ın bulunmasını dilediği kadar kalır. Ve Allah onu kaldırmayı dilediği zaman kaldınr. Sonra ısırıcı melikler dönemi gelir. Allah'ın bulunmasını dilediği kadar bulunur. Allah kaldırmayı dilediği zaman onu kaldırır. Sonra zorba İktidarlar gelir. Allah'ın dilediği kadar kalırlar. Allah dilediği zaman onu da kaldırır. Sonra Nübüvvet yolu üzerinde Hlltfet gelir. Sonra sustu.'
(Ahmed b. Hanbel)

Diğer hadisler gibi bu hadis de nübüvvetin delâletlerindendir. Vahiyle gelen gayıbtan bir haberdir. Bu hadiste ifade edilenin birçoğu gerçekleşti. Nübüvvet dönemi, nübüvvet yolu ve metodu üzerindeki Raşid Hilâfet devri ısırıcı melikler dönemi ve zorba melikler (iktidarlar) dönemi gerçekleşti. Ancak bu hadisin son kısmının gerçekleşmesi kalmıştır ki o da, nübüvvet yolu ve metodu üzerinde olan Raşid Hilâfetin geri gelmesidir,

İşte böyle Allahu Teâlâ, Kitabı Kur'an-ı Kerim'in ayetleri ile ve Resulü Muhammed (S.A.V)'in Hadis-i Şerifleriyle bize istikbalin Islâm'ın olduğunu, Islâm'ın tekrar izzet, adalet ve kudretle hakim olacağını, hem de yeryüzünün tamamında hakim olacağını müjdelemekte ve vaad etmektedir. Muhakkak ki Allah'ın vaadi haktır ve O, vaadinden dönücü değildir. Zira Allah (c.c) şöyle buyurmuştur ;

“Allah'ın vaadi. Allah vaadinden caymaz. Ancak insanların çoğu bilmezler.’(Rum : 6) 
Allahu Teâlâ, istikbalin Islâm'ın olacağını müjdeleyip vaad ettiği gibi nusretin (zaferin ve yardımın) kendi katında olduğunu, Yolunda olan, Dinini yüryüzünde hakim kılmak için mücadele eden muhlis müminlere yardım edeceğini de müjdeleyip vaad etmiştir. Şöyle ki :

“Zafer ancak Aziz ve Hakim olan Allah'ın katındandır.* (Ali Imran : 126)

“Muhakkak ki Allah kendisine (Dinine) yardım edene yardım edecektir. Şüphe yok ki Allah güçlü olandır, Aziz olandır.' (Hacc : 40)

“Ey iman edenler! Eğer Allah'a (Dinine) yardım ederseniz, O size zafer verir ve ayaklarınızı sağlamlaştırır.’ (Kıtal : 7)

“Mü'minlere yardım etmek üzerimize bir hak (vecibe) oldu.* (Rum : 47)

Yüce Allah, mü'minlere yardımın dünyada da Ahiret'te de olacağını vaad etmiştir. Şöyle ki ;

“Muhakkak ki Biz Resullerimize ve iman edenlere hem dünya hayatında hem de şahidlerin (şahidlik için) duracakları günde elbette yardım edeceğiz.’ (Mü'min : 51)

Ancak Yüce Allah, bu yardımın ne zaman geleceğini ve hangi
vakitlerde ulaşacağını açıklamamış ve hiç bir kimseye bu konuda bir bilgi vermemiştir. O halde biz müminlere; bu sadık vaade güvenip yardım ve nusreti sadece Allahu Teâlâ'dan bekleyerek ve Onun rızasını kazanma yolunda Onun bu farz kıldığı Aziz Islâm Davasını ihlâsla yüklenmek ve çalışmak, çalışma esnasında da sabır etmek düşüyor. Eğer bu çalışmayı yaparsak, Allahın yardımı bize mutlaka ulaşır. Bu yardım bize ya bu dünyada muzaffer olmamız ya da Ahiret'te hesab gününde Allah'ın af ve mağfiretine kavuşmamız şeklinde ulaşır. Amma her halükârda Allah'ın yardımı bize ulaşır. Yeter ki biz, O'nun Dinine yardım etmekte yani Islâm Davası'nı yüklenmekte muhlis olalım...

Bu hakikatler karşısında, müslümanın vasfı olmaması gereken ye'sin yani umutsuzluğun bir dayanağı kalır mı? Elbette ki kalmaz, Kendilerini pısırık, köşeye çekilmiş, umutsuz kılmış boylece de zelil kılan ye's (ümitsizlik) illetini muslumaniarın nefislerinden söküp atmaları gerektiğini şu Ayeti-i Kerimeye de dikkatlerini çekerek vurgulamak istiyorum :


'Allah'ın lütfundan ümidinizi kesmeyin. Çünkü Allah'ın lütfundan ancak kâfirler topluluğu ümit keser.' (Yusuf : 87)

O halde ey kardeşler! Islâm'ın yeryüzünde yeniden hakim olacağına, Hilâfetin kurulacağına ve Raşid Halifeler döneminde olduğu gibi Nübüvvet yolu ve metodu üzerinde olacağına yani
Raşid Hilâfet olacağına, bu Hilâfetin sınırlarının genişleyeceğine, fetihlerin artacağına; kısacası, Allah'ın vaad ettiği yardımın ve zaferin geleceğine ve istikbalin Islâm'ın olduğu müjdesinin gerçekleşeceğine sağlam bir güven içinde olalım.

Allah'ın yardmına layık olabilmemiz için elbette O'nun Dinine yardım etmemiz, Allah'ın Kitabı ve Resulü'nün Sünneti'ne sımsıkı sarılmamız, bu ikisinden alınan emir ve nehiylere göre kulluk etmemiz, bu ikisinin gösterdiği davayı yüklenmemiz, ümitsizlik ve bıkkınlığa, gevşekliğe, tembelliğe kapılmadan; ümmet arasında ve ümmet ile beraber, Islâm'ın hakimiyetini yani İslâmî hayatı yeniden başlatmamız için çalışmamız gerekir. Ümmetin Islâm'ın kendisi için tek kurtarıcı olduğunu, Allah'ın indirdiği ile hükmetmeye dönülmekten başka kendisi için bir kurtuluşun olmadığını hissetmeye başlamasını bir fırsat olarak değerlendirmeliyiz. Böylece her türlü zorluklara, sıkıntılara karşı hazırlıklı olarak yürüyüşümüze azık hazırlamalıyız. Ümmetin imanına tesir etmek, hamiyetini uyandırmak için bütün engelleri aşmaya çalışmalı, ümmete Islâm hakimiyetinin mümkün oduğu emelini yerleştirmeli, kendisine ve Dinine güvenini kuvvetlendirmeliyiz. Muhakkak ki bu ümmet, azmettiği azaman başındaki zalim tağut, kukla yöneticilere meydan okumaya, küfür düzenlerini yerle bir etmeye ve İslâmî, hayatın her kesimine hakim kılmaya kadirdir. Onun için ümmetten korkuyu kaldırmalıyız Küfrün hükümlerini ve devletlerini, bizimle birlikte hareket ederek, yerle bir etmesi ve
Islâm'ı tatbik mevkiine getirmesi için gerekli olan RAŞİD HİLÂFETİ tekrar ikâme etmesi için ümmeti harekete ve atılıma geçirmeliyiz. Fakat bunun için öncelikle bizim yani bu meselenin farkında olan tüm mü'minlerin hareket ve atılım içinde olmamız gerekir. Bu işin; canlarımızdan, mallarımızdan, eş ve çocuklarımızdan, meskenlerimizden, iş ve ticaretimizden ve dünyanın bütün menfaatlarından daha sevimli daha hoş olması gerekir. Zira Rabbımızın rızası, vaad ettiği dünya ve Ahiret'teki nusreti ve kurtuluş işte ancak bundadır. O halde bu işi yapmaya koşalım, Ey Mümin kardeşlerim!

Sözümü şu dua ile kapatırken; Allah'ın selâmı, rahmeti, bereketi, tüm mü'minler üzerine olsun derim..

'Rabbımız. üzerimize bol bol sabır dök, ayaklarımıza kuvvet ver ve bizi kâfirler topluluğu üzerine muzaffer kıl."
(Bakara : 250)
<>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>