3 Mayıs 2015 Pazar

HİDAYET VE DELALET.

Lügatta hidâyet kelimesi; "doğru yolu bulmak ve yol göstermek" manasınadır, Şöyle denilir : "Ona
dini gösterdi.""Ona yolu gösterdim."  "Ona evi tanıttım." Yine lügatta dalâlet kelimesi; "doğru yolu bulmanın zıddı bir manayı ifade eder."

Şerî yönden hidâyet ise; "İslâm'ı bulmak ve ona iman etmektir." Dalâlet'in manası da; "İslâm'dan sapmaktır." Resul (S.A.V);
 "Ümmetim dalâlet üzerinde ittifak etmez." buyurmaktadır. Allah (c.c), Cenneti hidayeti bulanlara, Cehennemi de dalâlette olanlar için yaratmıştır. Yani Allah (c.c) hidayette olana sevap, dalâlette olana azab verecektir. Sevab ve ikabın hidayet ve dalâlete bağlı bulunması, hidayet ve dalâletin; insana ait birer insanı fiiller olduğunu, yani Allah'a ait fiiller olmadığını gösterir. Zira hidayet ve dalâlet Allah'tan olmuş (yönlendirmiş) olsaydı; hidayetten dolayı kula sevap, dalâletten dolayı da ikab vermemesi icab eder. Çünkü böyle bir durum Allah’a zulüm isnadına götürür. Allah'ın, Kendisinin saptırdığı kimsenin saptırmasından dolayı azab etmesi ona zulüm olur. Halbuki Cenabı Hak zulümden münezzeh ve Yücedir.

 "Rabbın kullara zulmedici değildir." (Fussilet: 46)

 "Ben kullara zulmedici değilim." (Kaf: 29)

Ancak hidayet ve dalâlet kelimelerinin Allah'a nisbet edildiğini gösteren bir çok ayetler varid olmuştur. Bu ayetlerden hidayet ve dalâletin kula değil, Allah a ait fiiller olduğu hususu anlaşılıyor. Beri tarafta hidayet ve dalâleti kula nisbet eden bir çok ayetler vardır ki, insan onları okuyunca hidayet ve dalâletin kula ait fiiller olduğunu anlayabilir. Gerek bu ayetler gerekse diğer ayetlerin şerî bir kavrayışla anlaşılmaları lazımdır. Yani bunların şer an belirlenmiş manalarının bilinmesi lazımdır ki ancak o zaman Allahâ isnat edilen hidayet ve dalâlete ait manaların kula isnat edilen hidayet ve dalâlete ait manalardan farklı şeyler olduğu meydana çıksın. İşte ancak bu şekilde şerî manası açık ve seçik olarak teberrüz eder.

Evet Allahâ hidayet ve dalâleti nisbet ve isnat eden ayetler, hidayet ve dalâleti verenin yalnız Allah olduğu hususunda sarih ve açıktırlar. Meselâ;
Deki; Şüphesiz Allah dilediğini dalâlete, tevbe edeni de hidayete erdirendir." (Ra’d : 27)

Muhakkak ki Allah dilediğine dalâlet, dilediğine de hidayet verir." (Fatır:8)

Böylece Allah dilediğini dalâlete, dilediğini de hidayete erdirir." (İbrahim : 4)

Fakat Allah dilediğine dalâlet, dilediğine hidayet verir." (Nahl: 93)

 "Allah, kime hidayet verirse onun kalbini İslâm için genişletir. Kimi de dalâlete sürüklemek isterse onun kalbini daraltır ve sıkıntıya boğar, sanki göğe çıkıyor gibi" (En'am: 125)


"Allah kimi dilerse onu sapıtır, kimi dilerse onu da dosdoğru yola
iletir." (En’am: 39)

 "De ki; Allah, doğru ve hakka hidayet eder." (Yunus : 35)

"Bizi buna hidayet eden Allah'a hamd olsun. Eğer bize Allah hidayet etmemiş olsaydı, biz hidayete eremezdik, derler."
(A'raf: 43)

 "Allah kime hidayet etmiş ise o, hidayeti bulmuştur. Kimi de dalâlete şevketmiş ise, sen onun için yol gösteren hiç bir dost bulamazsın." (Kehf: 17)


"Şüphesiz sen sevdiğine hidayet edemezsin. Allah dilediğine hidayet eder." (Kassas : 56)

Bu ayetlerin ifade ettiği manalara bakıldığı zaman açık olarak hidayet ve dalâletin ancak Allah tarafından olduğu serahaten anlaşılır. Hidayet ve dalâletin Allah'a ait bir iş olduğu serahatle anlaşılır. Kulun bundan herhangi bir rolü bulunmamaktadır. Bundan şu husus anlaşılıyor : Kul ne kadar çaba gösterirse göstersin, kendiliğinden hidayeti bulamaz. Ancak Allah ona hidayet ederse kul hidayet bulur. Yine Allah onu dalâlete sevk ederse dalâlete gider.

Fakat bu şekilde anlayışa karineler mani olmaktadır. Şöyleki : Bu karineler doğrudan doğruya hidayet ve dalâleti Allah isnat ve nisbet etmekten ayırıp başka bir anlam ve manaya götürmektedir. Bu da hidayet ve dalâletin yaratılmasının Allah'tan olmasıdır. Doğrudan doğruya hidayet ve dalâlet fiilini kul işlemektedir. Bunların yaratılması ancak Allah'a aittir. Bu karineler hem şerî, hem de aklîdirler. Şeri oluşlara Bir çok ayeti kerimeler hidayet ve dalâleti, başta dalâlete sürükleme işini kula nisbet ve isnat etmektedirler. Cenabı Allah şöyle buyurmaktadır :

 "Kim doğru yolu (hidayeti) bulmuş ise kendi için doğru yolu bulmuştur. Kim dalâlete gitmiş ise yine kendini dalâlete sürüklemiş olur." (İsra : 15)

"Siz hidayette olursanız, dalâlete düşmüş olanlar size zarar veremez."(Maide : 105)

"Hidayeti bulan kimse kendi nefsi için bulmuş olur." (Zümer: 41)

 "İşte hidayeti bulanlar onlardır." (Bakara : 157)

 "Rabbımız cin ve insanlardan bizi dalâlete sevk edenleri bize göster, derler." (Fussilet: 29)

"De ki; Eğer ben dalâlete gitmiş isem, bu kendi nefsimi dalâlete götürmemdir." (Sebe1: 50)

 "İlimsiz olarak insanları dalâlete götürmek için Allah'a yalan isnad eden kimseden daha zalim kim olabilir?" (En'am : 144) 

"Rabbımız, onlar senin yolundan insanları saptırmak için." (Yunus : 88)

 "Bizi ancak mücrimler dalâlete götürdüler." (Şuara : 99)

 "Onları Samiri dalâlete götürdü." (TaHa : 85)

 "Rabbımız, şunlar bizi dalâlete götürdüler." (A'raf: 38)

"Kitap ehlinden bir taife sizi dalâlete sevk etmekten hoşlanırlar. Halbuki onlar, ancak kendi nefislerini dalâlete götürürler." (Ali İmran : 69)

"Eğer sen onları helâk etmeden terk edersen, onlar senin kullarını dalâlete götürürler." (Nuh : 27)

 "Kim onu veli (dost) edinirse, onu dalâlete götürür ve onu Cehennem azabına sevk eder." (Hacc : 4)

 "Halbuki şeytan onları dalâlete götürmek istiyor." (Nisa : 60)

İşte bu ayetlerin hepsi, hidayet ve dalâlet işinin insana ait birer fiil olduğunu, mana ve mefhumlarıyla açıkça göstermektedir. İnsanın hem kendi nefsini hem de başkasını hidayet ve dalâlete sevk edebileceğini göstermektedir. İnsan gibi şeytanın da, dalâlet fiilini işleyebildiğini ayetlerden açıkça anlamak mümkündür. Hidayet ve dalâlet isnadı, hem insana hem de şeytana yapılmıştır. İnsan kendi nefsine hidayet ettiği gibi, kendi nefsini dalâlete sevk edebilir.

İşte bu hidayet ve dalâletin, Allah'a nisbet edilişi doğrudan bir isnat olmayıp, hidayet ve dalâleti yaratması bakımından olduğunu gösteren bir karinedir. Bu konudaki ayetler bir araya getirilip, birbirine eklendiği ve şerî anlamlarıyla anlaşıldığı vakit, bu ayetlerin bambaşka bir anlam ortaya koyduğu görülür. Meselâ:

"De ki; Allah, doğru ve hak olana hidayet eder." (Yunus : 35)

"Kim hidayeti bulmuş ise, kendi nefsi için hidayeti bulmuştur." (Nemi: 92)

Bunlardan birinci ayette hidayeti verenin Allah olduğunu, ikinci ayet ise hidayete erenin insan olduğunu ifade ediyor. Birinci ayette Allah (c.c)'ın hidayet vermesi demek; insan nefsindeki hidayetin yaratılması demektir. Yani insandaki hidayet kabiliyetini icad etmektir. İkinci ayet ise, Allah (c.c)'ın insanda yaratmış olduğu hidayet kabiliyetini, insanın direkt olarak icraat safhasına koyması ve böylece de hidayete ermesine delâlet eder. Bunun için Cenabı Allah başka bir ayette şöyle buyurmaktadır :

"Biz ona iki yol gösterdik." (Beled : 10)

Yani hayr ve şer yolunu, Biz insanda hidayet kabiliyeti yaratarak kendi kendine hidayeti bulma işini ona bıraktık. İşte insana hidayet ve dalâlet isnadını yapan ayetler, hidayetin direkt olarak Allah'tan ayırıp kula vermesi hususuna delâlet eden şerî karinelerdir.

Bu husustaki aklî karineye gelince; Bilindiği gibi Allah insanları hesaba çekecektir. Hidayette olana sevab, dalâlette olana da azab edecektir. Hesabı, insanın amellerine göre yapacaktır. Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır :
"Kim ki iyi iş yaparsa kendi nefsi için ve kim de kötü iş işlerse o da kendi nefsi içindir. Rabbın hiç bir zaman kullara zulmedici değildir." (Fussilet: 46)

"Kim zerre miktarı hayr işlerse o, zulümden ve tahkir edilmekten korkmaz." (Zelzele : 7-8)


"Kim bir kötülük yaparsa onunla cezalandırılır." (Tahr : 112)

"Kim bir kötülük yaparsa onunla cezalandırılır."
(Nisa: 123)

 "Allah münafık erkek ve münafık kadınlara ve kâfirlere, içinde ebedî kalacakları Cehennem azabını vaadetti." (Tevbe : 68)

Eğer hidayet ve dalâlet mefhumlarını direkt olarak Allah'a nisbet edersek Allah'ın; kâfir, münafık ve asilere azab etmesi zulüm olur. Halbuki Allah, bu nevî şeylerden münezzeh ve yücedir. O halde hidayet ve dalâletin doğrudan Allah'a atf edilmeleri doğru olmaz. Bu ifadelerin Allah'a atf edilmeleri, Allah'ın bunları yaratması noktasından ele alınması lazımdır. Hidayete muvafak olması Allah'a nisbet edilir. Direkt olarak hidayet ve dalâlet fiillerini kul işlemektedir. Bundan dolayı hesaba çekilecektir.

Bu, hidayet ve dalâleti Allah a nisbet eden ayetlerin bir bölümünü meydana getiriyor. Hidayet ve dalâleti dileme (meşiet) ile birlikte zikreden ayetlere gelince; meselâ;

Dilediğine dalâlet, dilediğine hidayet eder."
(Fatır : 8)

Burada meşietin manası iradedir. Bu ayetlerin manaları özetle şöyledir : Hiç bir kimse zorla Allah tarafından hidayete erdirilemiyeceği gibi, hiç bir kimse de zor ve cebren dalâlete sevk edilmez. Belki Allah'ın iradesi ve meşietiyle hidayete eren kimse hidayeti, yine onun irade ve meşietiyle dalâlete giden kimse de dalâlete gitmiş olur.

Ayetlerden anlaşılan bir mesele kaldı ki o da, hiç bir şekilde hidayete eremiyecek kimselerin durumudur. Nitekim Cenabı Allah şöyle buyurmaktadır :

"Küfredenleri uyarsan da uyarmasan da onlar iman etmezler. Allah, onların kalplerini ve kulaklarını müherlemiştir. Gözlerinin üzerinde de perde vardır."
(Bakara : 6- 7)

"Hakikat onların kalpleri paslandı." (Mutejf
ifin : 14)

"Nuh'a vahyedildi ki senin kavminden daha önce iman edenlerden başkası iman etmeyecektir."
(Hud : 36)

Bu ayetler hususî bazı insanların hiç iman etmeyeceklerini Allah tarafından peygamberlere bildirilmesidir. Bu, Allah'ın ilmine dahil şeylerdir. Buradan bazı insanların iman edecekleri, bazılarının da iman etmiyecekleri önceden belirlenmiş bir şey olduğu anlaşılmamalıdır. Ancak her insanda iman etmek kabiliyeti mevcuttur. Peygamberler ve onlardan sonra gelip daveti yüklenen kimseler, bütün insanları imana davet etmekle mükelleftirler. Bir müslümanın mutlak olarak herhangi bir kimsenin imanından ümitsizliğe düşmesi caiz olmaz. İman etmiyeceği Allah'ın ilmiyle bilinse bile, onu ancak Allah bilir. O nun ilmi her şeye ihate etmiştir. Bildirdiklerinden bize haber vermediği hususlarda, hüküm yürütmemiz caiz olmaz. Nebilere Allah'ın haber vermediği kimsenin imansızlığına hiç bir nebî hüküm vermemiştir. Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır :

 "Allah, fasık kavme hidayet etmez." (Saf: 5)

 "Allah, zalim kavme hidayet etmez." (Saf: 7)

 "Allah, kâfir olan kavme hidayet etmez.” (Bakara : 264)

 "Sen her ne kadar onların hidayet bulmaları için haris isen de, Allah dalâlete sevk ettiğine hidayet etmez." (Nahl: 37)

"Allah, yalancı olan müsrife hidayet etmez." (Gafır: 28)

Bu ayetler onlara Allah'ın hidayet, yardım ve tevfikinin olmayacağını ifade ediyor. Çünkü hidayete tevfık etmek Allah'tandır. Fasık, zalim, kâfir dalâlette olan, yalancı olan müsriflerin hepsi hidayete aykırı düşen vasıflarla muttasıl bulundukları için Allah bu kimselere hidayetini nasip etmeyecektir. Çünkü hidayet için Allah'ın tevfıki, insan için hidayetin sebeblerini açıklamaktır. Bu sıfatları kendi nefsinde bulunduran kimse için hidayet sebebleri yerine dalâlet sebebleri hazırlanmış olur. Bunun en iyi misali :

"Bizi doğru yola hidayet et." (Fatiha : 6)

"Bizi doğru yola hidayet et." (Sad : 22)

Yani hidayeti bulmamız için bize yardım et, bizi hidayetin sebeblerini kolaylaştır, demektir. □





2 Mayıs 2015 Cumartesi

DEVLET ADAMI

Bugün müslümanların başındaki devlet adamı denilen varlıklar, gerçek devlet adamları değildirler. Ve ümmetin hiç bir meselesini halledemezler.

İnsanların çoğu "Devlet Adamı"nı idareci veya devlette hükümet işlerini doğrudan doğruya yöneten kimse sanmaktadırlar. Devlet başkanı, bakanlar ve bunlara benzeyenler bu vasfı vermekte ve bunlardan başkasının Devlet adamı vasfına sahip olmadıklarını kabul etmektedirler. İnsanları, devlet adamı ve vatandaş olarak iki sınıfa ayırmakta ve bütün memurlar ve müstahdemleri ikinci sınıfta göstermektedirler.

İnsanlardaki mevcut "Devlet Adamı" anlayışı hatalı bir anlayıştır. İdareci Devlet Adamı vasfını haketmiş olabilir veya olmayabilir. Vatandaş kendi arazisinde bir çiftçi veya fabrikada bir işçi veya bir tacir veya bir öğretmen olarak hükmetme işlerinden hiç birisini deruhde etmese (yüklenmese) bile aynı anda bir Devlet Adamı olabilir.

Devlet Adamı; icad edici siyasi bir lider olup hükmetme zihniyetine sahip, Devletin işlerini idare edebilecek, problemleri çözebilecek, özel ve genel ilişkilerde hükmedebilecek her adamdır. Devlet Adamı budur ve o, idareci olmasa ve hükmetme işlerinden herhangi birisini deruhde etmese bile insanlar arasında bulunabilir.

İslâm Devleti hicretin birinci senesinde kurulduğundan beri kendi zihniyetleri, nefis ve davranışlarında bu vasfı taşıyan adamlardan kalabalık bir cemaat içinde taşımakta idi. Bu hal altı yüz yıldan fazla yani; Abbasi Devletinin sonuna kadar sürmüştür. Hükmedici zihniyetlerin yetişmesinde kıtlık başlayınca onbirinci yüzyılın
(milâdi onsekizici yüzyıl) ortasına kadar Devlet Adamı vasfına sahip olan kişilerden mahrum kalmadı. Gerçek manada Devlet Adamı olarak adlandırılabilecek adamların sayısı azaldı. Ve Hilâfet yıkılınca kıtlık mes'elesinden öte Devlet Adamı yetiştirebilecek özelliklere sahip toprak yok oldu. Artık İslâm ümmeti hükmetme zihniyetinde adamlar çıkaramadı. Ve ümmet içinde onların varlıkları tükendi. Devlet Adamının yetiştirdiği ümmete gelince; o, kendi pratik hayatında, iç ve dış ilişkilerinde hükmetme fikrine sahip olacak, kendi sınırları dışında bulunan bütün insanların işlerine riayet edecek ve onların problemlerini çözecek, sorumluluk ihsasını taşıyacak veya halklar arasında kendi zatî kıymetini ihsas edecek lider yetiştiren, bütün dünyada yüksek bir yerde oturan, bilhassa liderlik merkezinde olmak için uğraşandır. Devlet Adamı ve hükmetme zihniyetine sahip olanı bünyesinde yetiştiren toprak budur. Bunun varlığı hilâfet yıkıldığından beri yok oldu. Artık ne ümmet böyle insanları doğurmağa döndü ve nede onları yetiştirme gücüne sahip olan toprağın mevcudiyeti kaldı.

Bu ümmet şimdiye kadar küllî fikirlerin en azametlisine, yani, kâinat, insan ve hayat hakkında küllî bir fikir olan akidelerin en üstününe, müslüman için hayatta saadet yönünü gerçekleştirecek özel görüş yönüne, hayatı en mutena vaziyette yaşayabilmek için müslümanları yükseltecek seçkin bir hadarete ve fikrin en yüksek mertebelerinde bunların hepsine sahip olmasına rağmen, ne pratik
ne de tatbiki yönü hayattan alınmayan, aksine, kitaplarda mevcut mücerret felsefi fikirlere ve alimlerin beyinlerinde ezberlenmiş bilgi olarak bulunan fikirlere sahip olanlar bulunsalar bile Devlet adamı yetiştiren toprak yok oldu. Bundan dolayı insanlar arasında bu sınıfın vücut bulması tabii olarak nadir olacaktır. Bir müslüman ne siyasi fikir ve ne de liderlik mefhumları ile beslenmedikçe siyasi liderliğe nasıl sahip olacaktır? Benzetme ve taklitçilik peşinde soluyarak koşarken icad edicilik ona nereden gelecektir? Ona göre hükmetme; sorumluluk değil, görev ve riayet etmek değil bir ganimet, büyük Devletlerle yarışma ve onlara karşı çıkma değil onların rızasında görünmek olduğu sürece hükmetme fikirleri ona nereden gelecek?

Müslümanlar kendilerini kalkındırabilmek için Devlet Adamı çıkartma ve onları çoğaltma yolunu aramalıdırlar. Ancak bu, İslâm akidesi yani, kâinat, insan, hayat hakkında küllî düşünce üzerine inşa edilen siyasi İslâm kültürüyle kendilerini kültürleştirmedikçe tamamlanmaz. Bu kültür müslümanların hepsini kapsadıkça ve onun vakı'ası hasıl oldukça Devlet Adamı yetiştirmeye başlar ve bu adamlar ne zaman bulunursa o zaman kalkınma olur. Ve değişme başlamıştır veya başlamak üzeredir.

İçinde Devlet adamı bulunacak hava veya durum budur. Her idarecinin Devlet Adamı olması beklenmez. O, seçimlerle gelen veya askeri ihtilâlle tansip edilen (uygun görülen) veya kendisini hükmetme mevkiine parasının çokluğu ile yükselten, etrafında ne olacağını idrak etmiyen ve burun ucunun gerisinde olanı görmiyen değil, ancak; ümmet içinde önceden yetişen icad edici siyasi kimse liderdir. Devlet adamının hükmetme mevkiine nasıl geleceğinin yolu ise şöyledir: Evvela çevrresinde bulunanlara kendisini kabul ettirip sonra kendi beldesi ve iklimine kabul ettirecek ve sonra emniyet ve kudretiyle şöhret kazanıp hüküm mevkiine tayini yapılacak veya seçim yoluyla hükmetmeye ulaşacaktır. Bu muhlis Devletlerde ve uyanık halklarda olur. Lâkin şu anda İslâm dünyasındaki devletlerde olduğu gibi bir Devlet Adamının hükmetmeğe ulaşma yolu; evvela insanların liderliğini almak için uğraşmak sonra mevcut iktidarı düşürüp işleri eline geçirmek için onu tehdit edecek kitle veya etkili kuvvetli toplumda bulundurmaktır. Şu anda bizim ülkemizde hasıl olan seçimler, ancak, sathi ve kiymetsiz idareciler getirmektedir.

Müslümanlar İslâmî tatbik ettikleri ve onunla kültürleştirildikleri zaman Devlet Adamı vasfına sahip binlercesini yetiştirdiler. Bunlar; ister Ömer, Alî, Mutasım, Selâhaddin ve Fatih Sultan Mehmet gibi iktidarda, ister ibni Abbas, Ahmet ibni Kay s, Ahmet ibni Hambel ve ibni Teymiye gibi tebaa fertlerinden olsunlar. Çünkü bunların hepsi İslâm akidesinin içinden çıktılar. Ve O'nun siyasi yolunda yürüyorlardı. Bütün insanların hidayete ermeleri için, dahilde bulunanlardan ziyade İslâm davetini onlara tebliğ etmeyi ve onlar üzerinde İslâmî tatbik etme sorumluluğunu hissediyorlardı. Ömer ibni Hattab'ın: Irak arazisinde bir hayvan yere düşerse, onun yolunu ben neden düzeltmedim diye Allah’ın bana soracağından korkuyorum" dediğini biliyoruz. Ve Rum arazisinde bir müslüman kadının "Mutasım" diye çağırdığı Mutasım'a ulaştırılır ulaştırmaz o'na yardıma kalkıp kendi komutanlığı altında bir ordu hazırlayıp Rum imparatorunun doğum yerini işgal edinceye kadar beldelerini fethederek ülkelerine girdi. Ve Ahmet ibni Hambel'e Kur'anın yaratılmış olduğunu söyletmek için onu sıkıştırmağa ve dövmeğe teşebbüs edildi. O, onu söyleyip müslümanları saptırmamak için dayak ve hapishaneyi tercih ediyordu. Bu gibi sorumluluk ihsas. Devlet Adamı için zarurî bir şarttır. Lâkin bu günlerde müslümanlar çeşitli hastalıklara tutuldular. Önem bakımından bunların en hafifi ve az olanı Devlet adamı kaybetmeleri bu gün ümmette Devlet Adamı kaybolunca bu idareci ve icraatçılar meydana çıktılar. Ve bunların hepsi herhangi bir yönüyle asla Devlet Adamı vasfına sahip değildirler. Ümmetin maslahatlarını yürütmek, plân çizmek ve düşünme gücüne sahip olmadıklarından bütün bunları yani bu mes'eleleri yürütme işini büyük Devletlerin arzuları üzerine bırakıyor, onlara memleketlerinin geleceğinde tassaruf etmekte serbest davranma imkânı veriyorlar. Öyle ki, bu idareciler memur veya ırgatlar gibi oldular. Bu şartlar altında büyük Devletler sosyalizim, kapitalizim, vatancılık ve milliyetçilik fikirlerini yayma ve ilişkilerde ölçü yapmağa başladılar. Gerçek ile sahtesini karıştırmış ve onların evet dediklerine evet, hayır dediklerine hayır diyen yöneticiler halini almış oldular.... Böylece düşünme hükmetme asalet ve köklülük yok oldu. Aciz ve zayıflara mahsus olan taklit etmek asrı doğdu. Ve Kerim olan Resûl
(S.A.S): "Sizden öncekilerin yollarını kol kol, karış karış takip edeceksiniz, hatta onlardan birisi bir kertenkelenin deliğine girse siz de girecek ve onların birisi yolda kendi kadıniyle münâsebette bulunsa siz de bunu yapacaksınız" kavli gerçekleşti.İdareci ve insanların çoğunun problemlerini çözen ve davranışlarını düzenleyen düşünüşleri İslâm akidesinden çıkmamaktadır. Onlar batı fikirlerine meylettiler ve galip Devletlerin hükmetme fikirlerini okudular. "Emir" kitabını bir misak, "Mikefelli"yi de imam olarak seçtiler, idrak etmeden ve anlamadan okuduklarını tekrar etmeğe başladılar. Ancak bu fikirler kapitalist ve sosyalist bir topluma uygun olsa bile İslâm ümmetine uygun olamaz. Hatta bu devrede enver Sedat gibi bir idareci çıkıp İsrail'e yaptığı çirkin ziyareti sırasında ve sonra hadaret, hadaretleşme, nefis duvarını yıkma, kutsal görev, siyasi şeceat ve tarihi ziyaret kelimelerini tekrarlamaya başladı ve şairin: "Ben son zamanda gelmiş olduğum halde Benden öncekilerin yaptıklarını yapacağım" mısralarına bürünerek devletler arası ilişkilerde yeni bir açılım yapmış olduğunu ve öncekilerin hepsinden daha ileri gittiğini gururla iddia edip bütün kıymetleri, ölçüleri ve sözleri tersine çevirdi. Onun indinde zillet: hadaret, hiyanet ve İsrail'i tanımak: kutsal görev, alçaklık ise şeceat oldu. Bundan önce hiçbir hain Devletler arası ilişkilerde böyle bir fiili yapmağa cüret edememişti. Bu zındık kendi ümmetini, dinini ve vatanını hiçe saydı. Ümmette kendi halkı için endişe edeceği yerde kendi halkından korkan Hüseyin gibi bir idarece çıktı ve 1970 senesi Eylülünde müslümanları vahşice vurdu. Ki o, şayet isterse Yahudi liderlerini kendi halkından korktuğu için gizlice ziyaret eder.
Sanki Akabe ehlinin gözleri kördür. Ümmetten Suudi Arabistan'da Fahd gibi bir idareci bir Amerikan dergisine şöyle demeç verdi: "Hilâfeti yıkan Mustafa Kemal büyük bir adamdır. Yalnız, o, hata işledi. Çünkü, İslâmî yıkmak için tepeden uğraştı. Biz ise İslâmî yıkmak için tabandan uğraşılmakta."

Bu gibi idareciler, kişi yahut ümmet kıymetini ne düşünme ve ne de davranışlarında ihsas edecek liderler değildirler. Hepside Devlet adamı vasfı ile vasıflanmazlar. Hepsi de değersizdirler ve Resulullah (S .A.S) onlar hakkındaki bu kavli gerçekleşti: "insanlar için öyle aldatıcı yıllar gelecek ki, yalancıya inanılır ve sadık olan yalancı sayılır, haine emniyet edilir ve emin olan hain sayılır ve düşük adamın sesi çıkar" "Düşük adam kimdir" denildi. "Genel mes'elelerden söz eden (yönetici) değersiz adamdır." cevabını verdi.

Ey müslümanlar!. Sizin tarihiniz İslâmla irtibatlıdır. İslâmdan önce koyun veya deve için çatışan kabileler idiniz. İslâmdan sonra Allah nezdinde itibarı olmıyan ve değersiz şeyler için çatışacak ve çarpışacak Devletçikler oldunuz, islâmla düşünmeye ve davranmaya başlamaz ve o'nu bir hükmetme nizamı ve metodu yapmadığınız müddetçe şer tırmanışına devam edecek ve siz fasit dairede dolaşıp kalacaksınız.

Sizin izzetiniz ancak İslâm ile gerçekleşir. Sizin kaderiniz budur. Sizin için ondan kaçış yoktur. Hilâfet'in sizi gölgelendirdiği zamanlar sizden binlerce veya onbinlerce Devlet Adamı vasfı ile vasıflandırılabilecek insanların bulunduğu ispat edildi. Artık bu binlerce kişileri iade ettirmenizin zamanı geldi. Onların ortaya çıkmaları kuvvetli ve etkili bir düzeyde olmalıdır. Bunlar bulunmazsa sizde hiçbir kalkınma ve değişme hasıl olmayacaktır. Sizde hükmetme zihniyetini oluşturmak, siyasi liderlik hasıl etmek ve sonrada bu düşük adamlardan kurtula bilmek için, sizi İslâm kültürü ile kültürleşmeye çağırıyoruz. Ve devlet adamı vasfı ile vasıflanan adamları, siyasi liderliğe uygun ve o güce sahip kimselerin bu günlerde bulunduğunu size temin ederiz. Bu zafer değişmenin yaklaşmasına bir işaret ve müjdedir. Ey müslümanlar.. Bu, üstün bir ümmet ve büyük bir devlet haline döneceğinizin ümit ışığıdır. Böylece İslâm bayrağını yükseltecek, fetih ordularını terar başlatacak, İslâmî ve hadaretini bu hasta dünyaya yüklenerek zafer müjdeleriyle tekrar hareket edeceksiniz. Bütün bunlar Allah için zor değildir. 
"insanlar için öyle aldatıcı yıllar yelecek ki, yalancıya inanılır ve sadık olan yalancı sayılır, haine emniyet edilir ve emin olan hain sayılır ve düşük adamın sesi çıkar"







İSLAM DEVLETİNİN KURULMASI KARŞISINDA DURAN ÖNEMLİ ENGELLER

1. Müslümanlar arası İslâm dışı fikirlerin yayılmasıdır. Batıdan gelen fikirler müslümanların zihinlerini çok etkiledi. Daha önce Yunan. Pers ve Hindistan felsefeleri etkilemişti. Batı fikirlerinden etkilenince tamamen kafaları allak bullak oldu ve İslâm'ın gerçeğinden çok uzaklaştılar.

2. Müslümanların İslâm'ı siyasî fikir olarak telakki etmemeleridir. Oysa ki laiklik fikri onları etkiledi. Müslümanlar, farketmeden İslâmî siyasetten uzaklaştılar. Teoriyle ve bilgiyle meşgul oldular. İnsanların işlerini İslâm'la yürütmek ve problemlerini çözmek için artık meşgul olmuyorlar.

3. Müslümanların İslâm'ın kaynaklarına dönmemeleri ve düşünmeden, araştırmadan belli kişilerin peşinden gitmeleridir. Fikrî liderlik yerine şahsî liderlik egemen oldu.

4. İslâm dünyasında sömürgeci kâfirler tarafından kurulu olan devletlerin eğitim, öğretim ve kültür programlarını sömürgecilerin çizdikleri plan ve esasa dayandırmalarıdır. Artık müslümanların müslüman çocukları kâfirlerin istedikleri gibi küfür fikirleriyle yetişir oldular.

5. Müslümanların hadaret ile medeniyet ve ilim (bilim) ile kültür arasındaki farkı idrak etmemelidir.

6. İslâm dünyasında küfrün uygulandığı ve küfür fikirleri, duyguları ve sistemlerin müslümanları etkilemesidir. Müslümanlar bu topluma uydular, ondan çok etkilendiler, yaşam tarzları ölçüleri ve duyguları buna göre oldu.

7. İslâm'ın sırf inanç, ibadet ve ahlâktan ibaret olarak müslümanların telakki etmeleridir. İslâm'ın yönetim, iktisat, maliyet ve dış siyasetle ilgili fikirlerini düşünmez ve bilmez oldular. İbadetini yapan ahlâklı müslüman bu konularla ilgili görevlere tayin edilirse, küfür ve kâfirlerden gelen kanunları büyük bir hırsla uygulamaya çalışır. Böylece müslüman küfür rejimlerini ayakta tutarlar ve meşru yaparlar.

8. İslâm'ın mevcut olan sorunları çözeceğine müslümanların güvenmemeleridir. Çünkü İslâm'ın, sorunları nasıl çözdüğünü düşünmüyorlar. Yalnız tevhid, ibadet ve ahlâkla ilgili fikirleri öğrenmeye ve anlatmaya yöneliyorlar.

9. laik kapitalist sistemin kanunları ve icraatları insanları etkileyip onları menfaatçı ve çıkarcı yaptı.

10. Demokrasi sistemi ve fikri uygulandığı için insanlar demokrat ve hürriyetçi oldular. Ümmette fikrî ve siyasî bir inkilabı yapmayı düşünmüyorlar. Diğerlerinin batıl fikirlerini ve mefhumlarını çürütüp onlara İslâm’ı benimsettirmeye de çalışmıyorlar.

11. Müslümanların İslâm fikirlerini tevil edip Batı fikirlerine uydurmaya çalışmalarıdır. Demokrasiyi şuraya, cumhuriyeti Hilâfete, laikliği mezheplerin ihtilafına benzetmek, uydurmak gibi. Artık İslâm fikirleri unutuldu, küfür fikirleri hakim oldu.

12. Müslümanların İslâm Hilâfet Devleti'nin kurulmasının önemini idrak etmemeleridir. Hilâfetin kurulmasının ölüm-kalım meselesi olduğunu hissetmez oldular.

13- İslâm'ın tekrar nasıl hakim olacağının metodunu bilmemeleridir. Başka metodlara başvurdular. Ya demokratik mücadele ya silahlı mücadele ya da vaaz, irşat, bilgi vermek gibi yollara daldılar, Resulullah'ın metodunu pek idrak etmediler.

14. Rejimlerin ezme politikası, müsülmanları korkutup rejimlerin müsaadesini bekler hale geldiler. Rejimlere dokunmaz oldular,hatta rejimleri intibak etmeya başladılar.


1 Mayıs 2015 Cuma

KURAN, ÇOĞUNLUK FİKRİNİ YERDEN YERE VURUYOR!

Demokrasi; "Halkın kendi kendini ve kendisiyle de hükmetmesi veya halkın, otoritelerin ve organların kaynağıdır veya halkın egemenliği ve hakimiyetidir" diye tarif edilmiştir. Halk, kendi iradesini serbestçe kullanır; anayasasını ve kanunlarını arzusuna göre seçer. Fakat bunun mümkün olmadığını gördüler, bu nedenle çoğunluğu ölçü olarak seçtiler. Artık demokrasi; "Çoğunluğun hakimiyeti" olarak telakki etmeye başladı. Onu öyle de uyguluyorlar. Artık çoğunluğun dediği olur, ve görüşüne uyulur. İşte insanlar bununla aldanmışlar. Fakat insanları yaratan ve onları en iyi bilen Allahu Teâlâ, bunu bir çok ayette çürüttü ve red etti. Sadece Kendi (Allah'ın) hükmünün doğru olduğunu bildirdi. Bu konuyla ilgili ayetleri göstermek isteriz. Bu konuyu uzatmamak ve incelemeniz için sadece sureleri ve ayetleri numaralarını vereceğiz :

İnsanların çoğunun bilmediğini belirten ayetler : (Sure/ayet) 7/187, 12/21, 12/40,16/38, 30/6, 30/30, 43/28, 34/36, 40/57, 45/26, 6/37, 7/131, 8/34, 10/55, 16/75, 16/101, 27/61, 28/13, 28/57, 31/25, 39/29, 39/49, 44/39, 52/47.

İnsanların çoğu fasıktır (Allah'ın sınırlarını aşan) ve onların amelleri kötü ve günah işlediklerini belirten ayetler : (Sure/ayet) 5/49, 57/16, 57/26, 57/27, 5/81, 5/59, 3/110, 7/102, 9/8, 5/66, 9/34 5/32, 5/62, 38/24.

 İnsanların çoğunun mü'min olmadığını ve inanmadığı belirten ayetler : (Sure/ayet) 12/103, 40/59, 2/100, 26/8, 26/67, 26/103, 26/121, 26/139 26/158, 26/174, 26/190, 36/7, 11/17.

 İnsanların çoğunun düşünmediğini, gafil
veya cahil (hakikati bilmeyen veya hakkı ve hakikati kabul etmeyen olduğunı belirten ayetler : (Sure/ayet) 10/92, 11/91, 5/103, 6/111, 25/44, 29/63, 49/4, 41/4, 5/71 21/24, 23/70,43/78.

İnsanların çoğunun cehennemlik veya azabı hak etmiş olduklarını belirten ayetler
(Sure/ayet) 22/18, 7/179, 30/42.

İnsanların çoğunun kafir veya müşrik veya sapık
olduğunu belirten ayetler : (Sure/ayet) 12/106, 16/83, 25/50, 17/89, 37/71, 14/36.

İnsanların çoğunun Allah'a şürketmeyen olduğunu belirten ayetler : (Sure/ayet) 10/60, 7/17,27/73, 12/38, 4/61, 2/243. Çoğunluğa aldanmamayı ve onlara uymamayı uyaran ayetler: (Sure/ayet) 5/100, 9/25, 2/249, 6/116, 5/68, 71/24, 8/19 İşte bu ayetler, demokrasiyi kökten red ediyor ve kötülüyor.

Şura, çoğunluğun görüşünü almak demek değildir. Sırf, mutlak şekilde görüş almak demektir. Onun için bu görüş hiç bağlaycı değildir. Halife, görüşleri dinler ve kuvvetli delile dayalı olan görüşü benimser. Hiç çoğunluğa veya azınlığa bakmaz. Çünkü Allahu Teâlâ 3/159'da Resulüne Şura yapmayı emir veriyor fakat, karar alma yetkisinin sırf Resule ait olduğunu açıklıyor. Şöyle ki:
"Onlarla işler hakkında şura yap. Eğer arzu edersen (karar alırsan) Allah'a tevekkül et." Resulullah (S.A.S); Hudeybiye, Bedir Hendek ve diğer gazvelerde görüşleri dinliyordu ve kendisi karar alıyordu. Uhud'da çoğunluğa uyması konusu ise; o olay fikirle ilgili değildi, mubah dairesinde işin menfaatiyle ilgili idi. Bu hususta insanların çoğunluğu geçerli olur. Fikir, şeri hüküm göstermek ve isabetli görüşle ilgili olunca, insanların çoğunluğuna hiç bakılmaz Doğru fikre bakılır. Tebük Seferi bunu tam açıklamaktadır. Resulullah (S.A.S), Ömer (r.a)'a dedi ki, "Seninle şu konuda şura yaparım: Daha fazla devam edelim mi yokse dönelim mi?" Ömer (r.a); "Allah'ın vahyi varsa, ona uyarız. "Resulullah (S.A.S); "Öyle olsaydı seninle şura yapmazdım." Ömer (r.a) dedi ki: "öyle ise, dönelim. Çünkü...."

Çoğunluğa uymak gerekli olsaydı, yukarıdaki muhkem ayetler niye?! Allah, fikir ve şeriat hususunda çoğunluğa uymayı kötülüyor ve buna sert çatıyor. Fikir, şeriat ve kanunlar hususunda sırf Allah'ın emrine uymayı elzem kılıyor. Batı ve ona aldananların propagandası ve fetvalarından dikkatli olunmalıdır. Numaraları verilen ayetleri tek tek incelendiğinde hakikatı görmüş olursunuz.


Allahu Tealâ şöyle buyurmuştur

 "Ey iman edenler! Karılarınızdan ve çocuklarınızdan size düşmanlık yapan kimseler çıkabilir. Onlardan sakının. Size düşmanlık yaparlarsa, siz de onları affederseniz, cezalandırmazsanız ve onlar için mağfiret dilerseniz, bilin ki Allah mağfiret ve rahmet sahibidir."
(Tegabun: 14)

Bazı müslümanlar, Resulullah’la birlikte cihad etmek için hicret etmek isteyince karıları ve çocukları kendilerine engel oldular. Onun için Allahu Teâlâ bu ayeti indirdi.

Resulullah (S.A.S) şöyle buyurmuştur : "Mü'min, takvalığı kazandıktan sonra en hayırlı kazandığı şey salih kadındır ki; ona emir verirse kendisine itaat eder, ona bakınca kendisini sevindirir, bir şey söylemesini isteyip ona yemin ettirirse doğruyu söyler. Ondan ayrılırsa, kendi malını ve ırzını korur, ihanet yapmaz." (Ebu Davud)

"Hangi kadın, kocası kendisinden razı olarak ölürse Cennete girer."(İbni Maceh ve Tirmizi)

"En kâmil mü'min en güzel ahlâklı olandır ve hayırlı olanınız karıları için hayırlı olandır."
(ibni Hanbel ve Tirmizi)

"En hayırlı olanınız ailesi için hayırlı olandır ve ailesi için en hayırlı olan benimdir." ibni Hanbel ve Tirmizi)


MÜSLÜMANLARIN OLUŞTURMASI ÜZERLERİNE FARZ OLAN İSLAM TOPLUMU.

İçerisinde cereyan eden ilişkilerin İslâmî fikirler, duygu ve nizamlarla yürüdüğü bir toplumdur. Yani kendi aralarında, kendileriyle başkaları arasında oluşan ilişkilerin, İslâm akidesine ve şerî hükümlere göre cereyan ettiği müslümanlardan oluşan topluluktur. İlişkilerinde İslâmî nizamlar, fikirler ve duyguların hakim olmaksızın sadece müslümanların bulunması o toplumu İslâmî toplum haline getirmez. İslâmî toplum olması için; ilişikilerindeki fikir, duygu ve nizamların İslâmî olması lazımdır. 

Böylece bir toplumun İslâmî toplum olmasının temel şartı; 

aralarında cereyan eden ilişikilerdeki fikir, duygu ve nizamların, İslâmî fikir, duygu ve nizamlar olmasıdır.

Yukarıda olduğu gibi yalnızca insanların müslüman olması yeterli olmayıp, fikir, duygu ve nizamların da İslâmî olması lazımdır. Çünkü toplum; insanlar, fikirler, duygular ve nizamlardan meydana gelir. Bundan dolayı bugün dünyanın her bölgesinde müslümanların içinde yaşadıkları topluluklar, fertlerin tamamı müslüman olsalar dahi, gayri İslâmî toplumlardır. Çünkü, aralarında cereyan eden ilişkilerin hepsi;

İslâmî fikir, duygu ve nizamlarla yürümemektedir. Hatta yargılamalarında aralarındaki anlaşmazlıkların halledilmesinde halâ şerî hükümler tatbik eden ülkeler de İslâmî toplum katogorisine girmezler. Çünkü, o devletler diğer işlerini İslâmî olmayan fikir ve hükümlere göre yürütmektedirler. Halbuki, bir toplumun İslâmî toplum olabilmesi için bütün ilişkilerini İslâmî akide ve şerî hükümlere göre yürütmesi gerekir.

ZALİMLERE DAYANANLARA BİR DAHA HATIRLATMA..

Resulullah (S.A.S) şöyle buyurmuştur : "Benim ümmetimden bir kısım insanlar dinde fakih ve Kur 'an ı okuyan kimseler olacaklar. Bunlar şöyle diyecekler: "-Yöneticiler yanına yaklaşırız, onların dünyalarından kazanırız ve dinlerimizle (din hususunda) onlardan uzak kalırız." Halbuki bu olmayacak. Nasıl ki katad (sert dikenli) ağaca yaklaşan insana ancak diken dokunur. Aynı şekilde kim bu yöneticilere yaklaşırsa, ancak günah kendisine dokunur."
(İbni Maceh, îbni Abbas yoluyla rivayet etmiştir)

İşte zalim yöneticilere ve yönetime yaklaşan, ona girmek isteyen ve onlarla işbirlik yapan kimselerin hali böyledir. Diyorlar ki; "Yönetime gireriz ve yöneticilerle işbirlik yaparız. Müslümanlara hizmet ederiz ve biz de istifade ederiz. Aynı anda dinimize bağlı kalırız. "Halbuki Resulullah (S.A.S)'in dediği gibi bu olmayacak. Bu zalim yönetim sert dikenli ağaç gibidir, kim buna yaklaşırsa ancak eli dikenlerden kanamış olarak çıkar ve ancak kendisine günah bulaşır. Demokratik yolu izlemeyi düşünenlerin hali böyledir. Ve gerçekten de herkes bunu görmektedir. Zaten şu muhkem ayet, bunu apaçık şekilde göstermiştir :


"Zalimlere yaklaşmayın, yoksa Cehennem ateşi size dokunur. Sonra da Allah dışında bir dost ve yardımcı bulamıyacaksınız. Netice olarak muzaffer olamıyacaksınız." (Hud 113)

Yükandaki Hadis-Şerif, bu ayeti açıklamaktadır. Şu anda demokratik yolu izlemeyi savunanlar dinde fakih olmuşlar ve Kur'an'ı okuyan kimseler olmuşlardır. Bu nedenle ümmeti daha fazla saptırırlar. Çünkü maslahat, menfaat ve kolaylığa göre dini tevil ederler. Bunlar ümmeti fitneye uğratıyorlar, saptırıyorlar. Bunların misali şu Hadis-i Şerifte geçiyor: "İnsanlara öyle zaman gelecek ki, İslâm 'dan yalnız ismi kalacak, Kur'an 'dan yalnız yazısı kalacak. Onların camileri dolu olacak, fakat hidayetten boş olacak. Onların alimleri gök altında en şerli insanlar olacaklar. Fitne onlardan kaynaklanacak ve onlara dönecektir. " (Beyhaki)

Bu asırda öyle alimler var ki; menfaat ve kolaylık uğrunda muhkem ayetleri bile tam ters manaya çevirirler. Bu fetvalardan bazıları; demokrasiye katılmanın, zalim yöneticilerle işbirliği yapmanın ve küfür ahkâmıyla yönetilmenin cevazı gibileridir. Demokrasi, temel hürriyetler ve cumhuriyet sistemi gibi küfür fikirlerinin İslâm'dan olduklarına dair fetvalar vermişler. Bunlar Cehennemlik olacakları gibi muzaffer de olamıyacaklar. Kâfirler de onları kullandıktan sonra atacaklar ve böylece Allah dışında dost ve yardımcı bulamayacaklar.