2 Mayıs 2016 Pazartesi

MENFAATÇİLİK


MENFAATÇİLİK

İçinde yaşadığımız zaman diliminde insanların, fert ve toplum hayatlarında amellerinin tek ölçüsü sadece menfaat oldu. Yine hayat tasvirlerini ve değerlerini belirleyen tek ölçü menfaat oldu. İnsanlar tüm eşya ve olaylara, amellere sadece menfaat açısından bakıyorlar, o açıdan tavırlarını belirliyorlar. Bu durumdan Müslümanlar da etkilenmiyor değil. Onlar da aynı atmosferin altında yaşıyorlar. Bu durum onlar için de aynıdır. Ne yazık ki, buna rağmen Müslümanlar arasında da bazı kişi ve çevrelerin çeşitli boyutlarda menfaati esas alan birlik çağrılarında bulunduklarına şahit olmaktayız. Bu ister ferdi menfaat olsun, ister toplumsal menfaat olsun fark etmez.
Burada, menfaatçiliğin ne kadar bozuk bir bağ ve ölçü olduğunu, insanlığa getirmiş olduğu fesadın ve batıl oluşunun boyutunu gösterip, İslâm açısından değerlendirmesini yapmaya çalışacağız.
1- Menfaat bağı geçici bir bağdır. Onda sabitlik yoktur. Onun için bu insanlar arasında sürekli, sağlıklı bir birlik sağlayamaz. Zira kendisinden daha büyük menfaatler karşısında büyük menfaatin tercih edilmesiyle ona dayalı bağın varlığı kaybolur.
Buna binaen menfaat esasına dayalı oluşacak birlikteliklerin ömrü çok kısa olur. Öylesi bir birlikteliğin tarafları arasında sadakat ve sebatlık beklenmez. Menfaatin gerçekleşmediği veya başka bir yerde daha çok menfaatin olduğunu gördüklerinde, o birliktelikten hemen ayrılabilirler. Nitekim sadece bu bağ ile başlayıp da uzun süren, devam eden hiçbir birliktelik mevcut değildir. Devam etmesi de mümkün değildir. Zira o menfaati belirleyen insanın kendisidir. İnsan ise bunu belirlerken heva ve hevesleri doğrultusunda akli değerlendirmesi ile duygularına ve heveslerine bağlı olduğundan değişkenlik gösterir. Bugün iyi dediğine yarın kötü diyebilir. Bugün ona göre menfaat olan bir şey yarın menfaat olmayabilir. İnsanın bir başka özelliği ise, heva ve heveslerine terk edildiğinde kanaatsiz bir varlık olmasıdır. Mesela; belli bir miktar menfaat sağlayan bir birlikteliği o menfaate kanaat ederek sürdürmez. Ondan daha fazlasını başka bir yerde görürse hemen oraya gider. İşte buna binaen menfaat bağı; “bağ” olma özelliğinden yoksundur. Ona çağırmak aslı olmayan bir bağa çağırmak demektir.
2- Menfaatçilik; düşmanlık ve husumet sebebidir. Zira menfaatler çatıştığında, fertler arasında çatışma, düşmanlık ve husumet doğar. Böylece insanlar arasındaki menfaate dayalı birliktelikler (bütünleşme veya bağlar) hemen düşmanlığa dönüşür. Şu halde menfaati amellerin ve birlikteliklerin esası kılmak, insanlar arasında düşmanlık ve husumet sebebini yerleştirmek demektir. Nitekim başka hiçbir kıymet, değer ve ölçü katmadan, sırf menfaat esası üzerine oluşan ortaklıkların hemen hepsinin bir müddet sonra kavga-gürültü, düşmanlık ve husumetle bittiğine şahit olmuyor muyuz? Hatta bu nevi birliktelikler “İslâm’i çalışma” adına da olsa, menfaat ağırlıklı olduğundan aynen diğer ticari şirketlerde olduğu gibi düşmanlık ve husumetle son bulmaktadırlar. Başlangıçta birbirlerini kucaklayanlar, menfaati esas alarak ya da menfaat ağırlıklı bir birlikteliğe girdiklerinde menfaatlerin çatışması durumunda birbirlerine kurşun sıkar hale gelirler. Buna da sık sık şahit olmaktayız.
Buna binaen menfaat bir birleştirici bağ değil, aslında bir tefrika unsurudur. Menfaate dayalı birlik çağrıları aslında tefrikaya yapılan çağrılardır. “Ortak menfaatlerde birleşelim”, “Ülkenin menfaati”, hatta “İslâm'ın menfaati” gibi sloganlarla birlik çağrısında bulunmak ve bu esaslar üzerine birliktelikler oluşturma gayretlerine girmek, aslında tefrika ortamının oluşmasına çalışmak demektir. Böylesi “toplumsal menfaat” çağrıları birlik değil tefrika sebebi olur. Zira o noktalarda da insanlar arasında menfaati tespit, tanım ve ölçmek bakımından anlayış farklılığı vardır. Birisinin o noktada menfaat gördüğünü başkası zarar olarak görebilir ve bu noktada da tefrika baş gösterir. Nitekim günümüzde Müslümanlar arasında oluşan bir çok cemaatlerde, teşkilatlarda “Müslümanların ortak menfaatini” hatta“İslam’ın menfaatini” temin etme gayreti, çağrısı ve gayret içinde olduklarını söylemelerine rağmen, aralarında hiçbir birliktelik ve hatta bir dayanışma dahi sağlayamamaktadırlar. Ayrı olmaları ve ayrı kalmaları şer'an caiz olmayan hususlarda dahi ayrı kalmakta, hatta birbirlerine düşmanca tavır almaktalar. Neden? Çünkü, her cemaat kendisine göre; “Müslümanların ortak menfaati”, “İslam’ın menfaati” tanımını yapmakta ve diğerinin tanımı ile çelişkiye düşmektedir. Hatta o cemaatlerin kendi fertleri arasında dahi sürekli birliktelik fazla görülmemektedir. Zira menfaat anlayışı değişince, o cemaatten düşman olarak ayrılmaktadırlar.
Buna binaen ne ufak ne de büyük boyutta menfaatçilik, asla birlik unsuru değil ancak ayrılık unsurudur. Fitne ve tefrika sebebidir.
3- Menfaatçiliği hayatta amellerin ve değerlerin tek ölçüsü kılmak, insanları vahşi mahluk, toplumları da hayvanlardan da vahşi ve alçak topluluklar sürüsüne dönüştürür. Hayatta insana yaraşan tüm değerler, insani, ahlaki, ruhi değerler silinir. Yerine sadece menfaatçilik kalır. Bu ise insanları ve toplumları tüm insani değerlerden ve sıfatlardan soyutlayarak en alçak mahluk konumuna düşürür. Öyle bir toplum oluşur ki ona; “büyük balık küçük balığı yutar”, “sen kurt olmazsan kurtlar seni yer”, “canını kurtaran kaptan”, “pazısı kuvvetli olan arslan”, “benim anam ağlayacağına senin anan ağlasın”, “ezilmemek için ezmelisin", "bana dokunmayan yılan bin yaşasın” vb. şekillerde ifade edilen hayat felsefesi hakim olur. Böylesi bir toplumda fertler bencil, egoist, acımasız, merhametsiz, şefkatsiz, birbirlerine avlanacak av gözü ile bakan en tehlikeli vahşi mahluklara dönüşürler. Bu en tehlikeli olanıdır. Çünkü o, düşünüp rakibini imha etmek için bir çok çeşitli silah ve üslup icat edebilir. Halbuki diğer mahluklar belirli silahlarla sınırlıdırlar.
İşte bunun en somut örneği; menfaatin hayatta tek ölçü kılındığı Avrupa toplumlarında gayet açık olarak görülmektedir. Zira bu kapitalist toplumlarda her şey menfaate göre ölçülür ve belirlenir durumdadır. Onun için insanlar arasında hakiki anlamda sevgi, saygı, merhamet, şefkat adeta yok gibidir. Hatta yoktur. Fakat onlarda hep yapmacık sevgi, saygı, merhamet ve şefkat görünümleri vardır. Bu görüntüler de menfaate ulaşmak için bir vasıta olarak kullanılmaktadır. Samimiyetten değil. “İnsan hakları”, “insan sevgisi”, “insani yardım” gibi çeşitli isim, levha ve sloganlar, kurum ve kuruluşlar ise hep sömürü çarkına bürünmüş, şirin görünümlü ambalajlardır. Hiç biriside samimi değildirler. Kafir Avrupa ve Amerikan’ın, o vahşi çirkin canavarın artık pis çehresi görülmüştür.
Avrupa ve Amerika gibi kapitalist toplumlarda insani, ahlaki ve ruhi değer kalmamıştır. Onun için o toplum ve devletler nezdinde kadınların satıldığı fuhuş haneler, barlar, pavyonlar ve kumarhaneler vergi dairelerine kayıtlı ve vergilerini veriyor iseler değerli kuruluşturlar. Çünkü vergi ile devlet bütçesine katkıda bulunarak menfaat sağlıyorlar. Bu tür müesseseler gerektiğinde devletten maddi teşvik ve yardım alabilirler. Fakat ibadethaneler, medreseler vb. kurumlar yeterli gelirleri olmadığı için yıkılmaya terk edilirler ve devletten yardım alamazlar. Çünkü onların devlet katında hiçbir kıymeti yoktur. Zira ekonomik bir katkıları yoktur. “İnsani yardım” adı altındaki tüm icraatlar, o devletlerin sömürü planlarının uygulanmasının üsluplarındandırlar ve menfaat karşılığıdır. Menfaatlerinin bulunmadığı ülkelere, o ülke insanları açlıktan ölseler de “insani yardım” gitmez. Onlar bir elleriyle verirler iki elleri ile alırlar. Kaşıkla verirler sapı ile çıkarırlar. Onların “insani yardımı” işte böyledir. Öyle değilse, en yakın örneklerine ne demeli?!. Irak halkı çoluk çocuk kaç yıldır gıda ve ilaçsız bırakıldı, hatta ambargoya tabi tutulmadı mı? Onlar insan değil mi? İnsani yardım nerede?!. Bosna-Hersek’deki halk da aynı durumda. O insani yardım(?) nerede?!. Onlar insan değil mi?!.
Kafir Avrupa ve Amerika sırf kendi menfaatlerine ulaşmak için gerekirse tüm ülkeyi harap edebilir, çoluk çocukları ve hatta hastaneleri dahi bombalayabilirler!. İşte Irak’ın, Afganistan’ın tepesine çullanan vahşi kafir Avrupa ve Amerika devletlerinin bomba yağmuru!. Bu olayın yaşandığı esnada bir ördeğin kendi akıttıkları petrole batınca yaptığı çırpıntıyı televizyon ekranlarında gösterdiler de acıdılar!. İşte onların insan sevgisi ve merhametinin iç yüzü budur!. Petrolüne ve uranyum yataklarına el koymak için Somali’ye üşüşmeleri!. Hem de insani yardım adı altında!. Güya oradaki insanları açlıktan kurtaracaklardır!. Şimdi o insanlar açlıktan değil, o çağdaş vahşi sömürgeci kafir ordularının bomba yağmuru altında ölüyorlar. Neden?!. O kafir sömürgeci batının süfli menfaatlerine ulaşabilmesi için. Böylesi misaller çoktur. Bu misaller gösteriyor ki, batı menfaati için her şeyi yapar. Zira menfaat onun hayatında tek değer ve din konumundadır. İşte bu din (menfaatçilik), çağdaş vahşi insan tipini oluşturmuştur.
Menfaatçilik sadece devletleri vahşileştirmedi, fertleri de vahşi kıldı. Zira menfaatçiliğin en çok yaygın ve egemen olduğu Avrupa ve Amerika’da insanlar kendi çocuklarına kardeşlerine, yeğenlerine daha küçük yaşta iken dahi tecavüz edebiliyorlar. Bugün milyonlarca çocuk, yakınlarının tecavüzüne maruz kalıyor. Sırf kendi şehevi menfaatlerine ulaşma için o kendisini korumaktan aciz zavallı çocuklara pazı kuvvetlerine dayanarak tecavüz ediyorlar, hem de kendi çocukları olduğu halde!. Bu, hayvanlar da bile olmayan merhametsizlik, şefkatsizlik örneğidir!. Avrupa toplumlarının birisinde yaptığımız bir araştırma ve gözlemde, fertler arasında şu tür düşüncelerin yaygın olduğuna şahit olduk:
“Elinle yetiştirdiğin ağacın meyvesinin tadına önce kendin bakman akıl işi değil mi?!.”, “Lezzetli olursa insan eti de yemek neden abes olsun?!."
Bu tür düşüncelerin hakim olduğu bir toplum hiç insani bir toplum olur mu? Olsa olsa; akıllarını işkembe ve uçkurlarına bağlayan ve hayata işkembe ve uçkurlarının açısından gördükleri menfaatler doğrultusunda bakan mahluklar topluluğu olur ancak. Nitekim bu toplumlarda o tür düşüncelerin yaygın oluşu dışa tezahür eden olaylarda da açıkça görülmektedir. Münferiden olan olaylarda Amerika ve Avrupa’da insanların kesilip parçalanıp yenildiği açığa çıkmıştır. Mesela; geçmiş senelerde Alman Gençlik Bakanının yaptığı açıklamada; Almanya’da her yıl 50 bin ile 300 bin arasında çocuğun yakınları tarafından tecavüze uğradığını bildirdi. Hollanda, Belçika, İngiltere, Fransa, İsviçre, İtalya gibi daha bir çok Batı Avrupa ülkesinde de bu olay, birinci sırada sosyal olay kategorisindedir. İşte bu, Avrupa ve Amerika halklarının akıllarını mide ve uçkurlarına bağlayan menfaatçiliğin hayatta amellerin tek ölçüsü konumuna çıkartılmış olmasının faturasıdır. Bu ise, kapitalist ideolojinin bir semeresidir. Çünkü ideoloji de menfaat, amellerin tek ölçüsüdür, mutluluğun yegane yoludur. Mutluluk ise, gönülden geçtiği gibi yaşamak ve maddi lezzetlerden azami derecede tatmaktır. Öyle olunca, ferdi bu noktaya yani mutluluğa ulaştıran menfaate götürecek her şeyi yapmak normal ve doğal görülmektedir. Kandırmak, dolandırmak, vurmak, öldürmek, çalmak, rüşvet, fuhşiyat, vb. her şey mubah görülmektedir. Avrupa ve Amerika’da alacağı uyuşturucu için beş on dolara çocuğunu satmaya kalkışan anneler görülmektedir!. Anne şefkati bile kalmamıştır. Rızk endişesi ile çocuklarını toprağa gömen cahiliyye Araplarının yaptığı, onların zamanına mahsus değildir. Zira bugün de anne karnındaki canlı çocuklar aynı mantıkla kürtaj yoluyla öldürülmektedir. Hindistan’da, çocuk dünyaya gelince, aynı mantıkla hemen boğazlanmaktadır. Kız çocuklarının ağızlarına toprak doldurularak öldürülmektedir. Neden?! Menfaat öyle gerektiriyor da ondan!..
İşte, menfaatçiliğin egemen olduğu Avrupa ve Amerika insanları gerçekten en aşağı bir seviyeye düşürmüştür. Allah’u Teala bu hususta şöyle buyuruyor:

وأوحينا إلى موسى أن ألق عصاك فإذا هي تلقف ما يأفكون "Ayetlerimizi yalanlayan ve kendilerine zulmetmekte olan toplumun durumu ne kötüdür." (Araf 177)

أرأيت من اتخذ إلهه هواه أفأنت تكون عليه وكيلا(43)أم تحسب أن أكثرهم يسمعون أو يعقلون إن هم إلا كالأنعام بل هم أضل سبيلا "Heva ve heveslerini kendisine ilah edinen kimseyi gördün mü? Şimdi ona sen mi vekil olacaksın? Yoksa sen, onların çoğunun gerçekten (söz) dinleyeceğini, akledeceğini mi sanıyorsun? Gerçekten onlar hayvanlar gibidir. Hatta daha da sapıktırlar." (Furkan 43-44)

Evet menfaatçiliğin, hayatta tek ölçü olmasının getirdiği netice sadece midesini ve uçkurunu (şehvetini) düşünen, ona göre yaşayan hayvanlar hatta onlardan da sapık mahluklar sürüsü ortaya çıkartmak olmuştur.
Bu, menfaatçiliğin Avrupa ve Amerika’daki semerelerinden bir kesiti idi. Ancak halkı Müslüman ülkelere baktığımızda bu pisliğin Müslümanlara bulaştığını hatta yaygınlaştığını görmekteyiz. Zira Müslümanlar arasındaki alakalar hemen hemen tamamen menfaatçilik esası üzerine yapılmakta, zihinlerde hep menfaatçilik esası üzerine şekillenmektedir. Evet halkı Müslüman ülkelerde de Avrupa ve Amerika’daki görünümlere rastlamak alışılır oldu. Neden? Çünkü, oralarda da menfaati hayatta amellerin tek ölçüsü kılan kapitalist ideoloji hakimdir. Bu ideoloji ve ölçüsü menfaatçilik, gerçekten o toplum ve fertleri de ifsat etmiş, hayatlarını kokuşturmuştur. O toplumlarda da İslâm’i ve insani değerler yok olmaya yüz tutmuş, insanlar o çağdaş vahşi canavar Avrupalı ve Amerikalı insan tipine dönüşmüştür. Mesela; Türkiye’de bir şahıs, acil konumda dahi olsa hastaneye getirildiğinde o şahsa gerekli tıbbi müdahale yapılmadan önce cebine, cüzdanına bakılmakta, eğer cebi boş ya da yetersiz ise hastaneden atılmaktadır. Yani insani değer yok olmaya yüz tutmuştur. Nitekim insanların en zayıf anları ve hallerinde onların sömürülmeleri ön plana çıkmıştır. Mesela; bir insanın en zayıf olduğu an def-i hacet halidir. Kamu yerlerinde tuvaletlere parası olmayan giremez durumdadır. İnsanın en zayıf olduğu hallerden biride yolculuk halidir. Yol güzergahları adeta yasal soyguncularla dolup taşmakta, bir bardak suyu dahi fahiş fiyatlara satmaktadırlar.
Devlet, “vergisi verilmiş kazanç kutsaldır” demekte, hatta fuhuşhane işletmecilerine vergi verdiklerinden dolayı madalya takmakta ve onları ödüllendirmektedir. Devlet televizyonlarındaki yalancılığa teşvik eden, 900’lü numaralarla da her türlü dolandırıcılık, kumar ve fuhşiyatı körüklemekte olan programlara ağırlık verilmektedir. Ahlaki değer yok olmaya yüz tutmuştur. Yöneticiler başta olmak üzere tebaadan fertler hep birbirlerini kandırma, dolandırma, sırtından geçinme, yolsuzluk ve vurgunculuk peşindeler. Üç kuruşluk menfaat uğruna başkalarına milyonlarca zarar yapabilmektedirler. Amellerde Allahu Teala ahiret, cennet, cehennem hiç akıllara gelmemekte, hep maslahat menfaat göz önünde bulundurulmaktadır. Ruhi değer yok olmaya yüz tutmuştur. Müslümanların aralarında oluşturdukları cemaatler, hatta İslâm’i faaliyet diye isimlendirilen faaliyetler, hemen hemen hepsi menfaat ölçüsü ile hareket eder duruma gelmişlerdir. Müslümanlar arasında gerçek anlamda İslâm’i sevgi, saygı, muhabbet, kardeşlik, Müslüman kardeşini kendisine tercih etmek gibi hasletler adeta yok olmaya yüz tutmuştur.
Öyle ki, Müslümanların zihinlerinde menfaati gerçekleştiren her şey adeta şeriattan addedilmiştir. Halbuki menfaati belirleyen şeriattır. Şeriatı belirleyen menfaat değildir. Çünkü insanlar kendilerine hakiki menfaati neyin sağladığını, neyin sağlamadığını kestiremezler. Zira insan, mücerret olarak kendisi menfaati belirlemeye kalkıştığında duygularının ve çevresinin tesirinden kurtulamaz. Bundan dolayı insan için dünya ve ahirette asıl menfaat, şeriatın emir ve nehiylerine uymaktır. Müslüman için, şeriatın cevaz vermediği bir hususta menfaat yoktur. Çünkü Müslüman için menfaat anlayışı dünya ve ahireti de kapsar, sadece dünyayı değil. Zira onun için hayat, sadece bu hayat değildir. Bu hayat asıl ve ebedi hayatın yanında çok kısa bir metaıdır (geçinme yeridir). Dolayısıyla insanın hayatı derinlemesine tüm boyutları ile kavraması mümkün olmadığına göre, insan kendisi için hakiki menfaatin ne olduğunu bilemez. Onu ancak insanın ve hayatın Rabbi olan Allah bilir ve bildirir. İnsanın kendisinin menfaat olarak gördüğü şeyler ise hayatta ölçü olmaya hiç elverişli olmazlar, olsa olsa ölçüsüzlük olurlar. Zira ölçüde asıl olan istikrardır. Halbuki insanın kendisinin menfaat anlayışı istikrarlı olmaz.
Onun için İslam; insanlara bu işin hakikatini izah etmiş, gerçek menfaatin ancak Allah Subhânehu Ve Teala’nın rızasına nail olmak olduğunu bildirmiştir. Zira insan için gerçek mutluluk ancak Allah’ın rızasına nail olmakla elde edilir. Aksi halde ise hüsran vardır. Allah Subhânehu Ve Teala’nın rızasından uzak kalmakta insan için dünyada sıkıntı, musibet, felaket, fitne, ahirette ise hüsran ve elim azap vardır. O halde insanın hakiki menfaati ancak Allah Subhânehu Ve Teala’nın rızasına uygun davranışta bulunmakla, yani Allah’ın şeriatına uymakla olmaktadır.
İşte bu bakış açısı, Müslümanlarda var oldukça onlar arasındaki ilişkilerin esasını ve ölçüsünü Allah’ın emir ve nehiyleri teşkil eder. Toplumsal yaşamı tanzim eden devlette, insanlar arasındaki ilişkileri bu ölçü ile tanzim edince, o toplum, artık İslâm’i ve insani değerlerin yaygın olduğu, Allah’ın boyası ile boyanmış mümtaz bir toplum olur. İşte böyle bir toplumda sevgi, saygı, kardeşini kendisine tercih etmek hasletleri tezahür eder.
Nitekim, İslâm'ın tesis ettiği o güzide toplumun en güzel örneği Asrı Saadette sahabeler arasındaki o mümtaz alakalar yumağıdır. Onda menfaatçiliğin adeta izi bile yok. Bir misal: Rasul Sallallahu Aleyhi Vesellem Medine’ye vardığında Muhacir ve Ensar arasında bir kardeşlik tesis etti. Bu tesis menfaat üzerine mi idi? Kesinlikle hayır, menfaatçilik kesinlikle söz konusu olmadı. Sadece ve sadece İslâm'ın getirmiş olduğu Allah’ın hoşnutluğunu kazanma ölçüsü ile oldu. Muhacirler Ensar için kan ve akrabalık bağları bakımından tamamen yabancı insanlardı. Fakat İslâm, o insanları birbirlerine kardeş yaptı. Birbirlerini bağırlarına bastılar, kardeşlerini kendilerine tercih ettiler. Hiçbir menfaat beklemeden evlerini, tarlalarını, bağ ve bahçelerini kardeşlerinin hizmetlerine sundular.
İşte o güzide insanlardan bir misal daha: Tebük gazvesinde yaralılardan birisi; “su” diye imdat isteyip bir kişi ona su götürdüğünde bir başka yaralıdan yine; “su”, “imdat” sesi gelince, o yaralı suyu içmekten vazgeçip;“kardeşime götür. Ben zaten gidiciyim.” diyerek ikinci şahısa gönderdi. İkinci şahıs da aynı şekilde üçüncü şahsın; “su” imdadı karşısında onu, kendisine tercih etti. Üçüncü şahıs ise, kendisine su yetişmeden ruhunu teslim etti. Diğerleri de aynı şekilde ruhlarını teslim ettiler. Yani kardeşlerini kendilerine tercih ederek çok yüce bir şerefle şehit oldular. Allahu Teala onların bu halini şöyle tasvir etti:

والذين تبوءوا الدار والإيمان من قبلهم يحبون من هاجر إليهم ولا يجدون في صدورهم حاجة مما أوتوا ويؤثرون على أنفسهم ولو كان بهم خصاصة ومن يوق شح نفسه فأولئك هم المفلحون "Daha önceden (Medine’yi) yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine hicret edenleri severler ve onlara verilenler karşısında içlerinde bir kaygı duymazlar. Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Haşr 9)

Hayatta amellerin ölçüsünün menfaat olması insanı cimri, bencil ve hasetçi kılar. İnsan bu menfi hasletler içinde dünya hayatını sıkıntılı ve bunalımlı geçirir. İnsan kendi nefsine dahi cimri olur. Maddi varlık içinde dahi sıkıntılı ve bunalımlı olur. Menfaatin zail olacağı endişesi başkalarındaki menfaati elde edememenin haseti ile dünyası da ahireti de kararır. Kişinin kendisini cimrilikten kurtarmasının yolu, menfaatçilik illetinden kurtulmasından geçer.
İşte, o ulvi gaye (Allahu Teala’yı razı etmek gayesi) insanın ufkunu genişletir ve ulvîleştirir, insanı aziz kılar, şerefli kılar. Menfaatçilik gibi basit gayeler ise, insanları sefil ve şerefsiz kılar.
Eğer Müslüman hakiki maslahatın, menfaatin ahirette olduğuna inanır ve ona göre tavır alırsa, Allah Subhânehu Ve Teala dünyayı onun ayakları altına serer. Aksi olursa insan dünyada en sefil ve zelil konuma düşer. Allahu Teala insan için asıl menfaatin ahirette olduğunu şöyle açıkladı:

الله يبسط الرزق لمن يشاء ويقدر وفرحوا بالحياة الدنيا وما الحياة الدنيا في الآخرة إلا متاع “Allah dilediğine rızkını bollaştırır da daraltır da. Onlar dünya hayatı ile şımardılar. Oysa ahiretin yanında dünya hayatı ancak bir geçimlikten ibarettir.”(Rad 26)

قل متاع الدنيا قليل والآخرة خير لمن اتقى ولا تظلمون فتيلا “Deki dünya metaı (menfaati)önemsizdir. Allah’tan korkanlar için ahiret daha hayırlıdır.” (Nisa 77)

Hayatı, sadece bu dünya hayatı zannedip menfaatçiliği hayatta tek ölçü kılanlar, böylelikle ahireti ve onunla alakalı değerleri hiçe sayanlar, Allah’tan geleni inkâr edenler için Allah’ın ikazı ne şiddetlidir:
“Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden öyle davrananların cezası ancak dünya hayatında rüsvalıktır. Kıyamet gününde ise en şiddetli azaba itilmektir. Allah sizin yapmakta olduğunuzdan asla gafil değildir. Onlar ahirete karşılık dünya hayatını satın alan kimselerdir. O halde onlardan azap azaltılmaz onlar kendilerine yardım edilenlerden de olmazlar.” (Bakara 85-86)
“Kullardan dilediğine Allah’ın lütuf ve ihsanından göndermesini kıskandıkları için Allah’ın indirdiklerini inkâr edip kendilerine karşılık satın aldıkları şey ve o sebeple de önceden gelmiş bir lanet üstüne gazaba uğramaları ne kadar kötü! Ayrıca kâfirler için alçaltıcı bir azap vardır.” (Bakara 90)
Halbuki basiret sahibi, menfaatçiliğin göz ve gönüllerini köreltmediği insanlar daha uzak ufuklara bakarlar, ulvi gayeler uğrunda yücelirler, menfaatçilik batağında boğulmazlar. Onlar ulvi gaye olan Allah Subhânehu Ve Teala’nın cennetini, rızasını kazanmayı hesap ederler ve bu uğurda gerekirse mallarını, canlarını, her şeylerini verebilirler ve Allah’a ulaşmanın umudu gururu içinde mutlu olurlar. Onlar büyük kurtuluşa ererler. Allahu Teala onlar hakkında şöyle buyuruyor:

ومن الناس من يشري نفسه ابتغاء مرضاة الله والله رءوف بالعباد “İnsanlardan öyleleri vardır ki; Allah’ın rızasını almak için kendisini satar. Allah’ta kullarına şefkatlidir.” (Bakara 207)

إن الله اشترى من المؤمنين أنفسهم وأموالهم بأن لهم الجنة يقاتلون في سبيل الله فيقتلون ويقتلون وعدا عليه حقا في التوراة والإنجيل والقرآن ومن أوفى بعهده من الله فاستبشروا ببيعكم الذي بايعتم به وذلك هو الفوز العظيم “Allah, müminlerden mallarını ve canlarını onlara (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar. Öldürürler, öldürülürler. (Bu) Tevrat’ta, İncil’de ve Kur'an’da Allah üzerine hak bir vaattir. Allah’tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır? O halde onunla yapmış olduğunuz bu alışverişten dolayı sevinin. İşte bu gerçekten büyük kurtuluştur.” (Tevbe 111)

MÜMİNLERİN AMELLERİNİN ÖLÇÜSÜ NE OLMALIDIR?


MÜMİNLERİN AMELLERİNİN ÖLÇÜSÜ NE OLMALIDIR?

a- Amellerin kıymet derecelerini Allah belirlemiştir:
Bir Müslüman tüm yaşantısında Allahu Teala’nın amelleri için belirlemiş olduğu kıymetlerine ve bunların derecelerine riayet etmek zorundadır. Çünkü derecelendirmesine riayet edilmemesini masiyet olarak değerlendirdi ve biz kullarını bu konuda birçok nâs ile uyardı.
Allahu Teala bize eşya ve amellerden helal, temiz-haram, küfür, pis-murdar ve şeytanın ameli olan şeyleri belirtti. Bu hususta şöyle buyurdu:

قل لا يستوي الخبيث والطيب ولو أعجبك كثرة الخبيث فاتقوا الله ياأولي الألباب لعلكم تفلحون "Deki, pis ile temiz bir değildir, pis-kötü olanın çokluğu hoşuna gitse de. Öyle ise ey akıl sahipleri Allah'tan korkunuz ki kurtuluşa eresiniz." (Maide 100)

وَيُحِلُّ لَهُمْ الطَّيِّبَاتِ وَيُحَرِّمُ عَلَيْهِمْ الْخَبَائِثَ "O (Rasul) onlara temiz şeyleri helal, pis şeyleri haram kılar." (Araf 157)

لتعرضوا عنهم فأعرضوا عنهم إنهم رجس "Onlardan (kafirlerden) yüz çevirin, çünkü onlar murdardırlar." (Tevbe 95)

كل ذلك كان سيئه عند ربك مكروها "Bütün bu kötü olanlar Rabbinin nezdinde sevimsizdirler." (İsra 38)

Şu halde eşya ve amellerde, Allahu Teala katında kıymetli olan şey mubah ve helal olan şeydir. Haram ve küfür olan hususta ne kadar çok menfaat olduğu görülse de Allah Subhânehu ve Teala katında onun hiçbir kıymeti yoktur. Müslüman öncelikle buna çok dikkat etmelidir. “Şu yada bu iş haramdır”, “fakat onda”, “çok fayda veya menfaat vardır”, “öyle ise kıymetlidir” diye onu alayım yada yapmalıyım diyemez. Çünkü Allah, Müslüman için amelin ve eşyanın kıymetini tespit hususunda sadece faydayı menfaati ölçü kılmamıştır. Onun ölçüsü ancak helal olmasıdır. Helalde kıymet vardır ancak haramda hiçbir kıymet yoktur. Allahu Teala bu hususu şöyle belirtmiştir:

يسألونك عن الخمر والميسر قل فيهما إثم كبير ومنافع للناس وإثمهما أكبر من نفعهما ويسألونك ماذا ينفقون قل العفو كذلك يبين الله لكم الآيات لعلكم تتفكرون "Sana şaraptan ve kumardan sorarlar. Deki, her ikisinde de büyük bir günah ve insanlar için birtakım faydalar vardır, ancak her ikisinin de günahı faydasından büyüktür." (Bakara 219)

Görüldüğü gibi haram-günah olan bir yerde menfaatin hiçbir kıymeti yoktur. Ancak helal olan hususlarda menfaatin bir değeri vardır. Bunu da Allahu Teala şöyle gösteriyor:

وإن لكم في الأنعام لعبرة نسقيكم مما في بطونها ولكم فيها منافع كثيرة ومنها تأكلون "Hayvanlarda sizin için elbette ibretler vardır. Onların karınlarındakinden (sütlerinden)size içiririz. Onlarda sizin için birçok faydalar daha vardır; etlerinden de yersiniz.” (Müminun 21)

ليقوم الناس بالقسط وأنزلنا الحديد فيه بأس شديد ومنافع "Biz demiri de indirdik ki, onda büyük bir kuvvet ve insanlar için faydalar vardır." (Hadid 25)

İşte, böylece Allahu Teala eşya ve amellerin kıymetlerini belirledi. Haram olmayan şeylere bir kıymet verdi. Fakat o kıymetlere de derecelendirme yaptı. Amellerde mubah, mendub ve farz ile derecelendirme yaptı. Mendub mubahtan üstündür. Farz da mendubtan üstündür.
Allahu Teala mendublar ve farzlar arasında da bir derecelendirme yapmıştır. Farz-ı ayın ve farz-ı kifaye vardır. Farz-ı ayın farz-ı kifayeden önceliklidir. Farz-ı ayınlar ve farz-ı kifayeler arasında da öncelikli olanlar vardır. Yani derecelendirme vardır. İşte buna delalet eden birkaç ayeti kerime:

ولكل درجات مما عملوا وليوفيهم أعمالهم وهم لا يظلمون "Herkesin yaptıklarına göre dereceleri vardır. Allah onlara yaptıklarının karşılığını verir. Asla kendilerine haksızlık yapılmaz." (Ahkaf 19)

Görüldüğü gibi kişilerin dereceleri yaptıkları işlerden ve işlerin derecelerinden kaynaklanmaktadır.

لا يستوي القاعدون من المؤمنين غير أولي الضرر والمجاهدون في سبيل الله بأموالهم وأنفسهم فضل الله المجاهدين بأموالهم وأنفسهم على القاعدين درجة وكلا وعد الله الحسنى وفضل الله المجاهدين على القاعدين أجرا عظيما(95)درجات منه ومغفرة ورحمة وكان الله غفورا رحيما "Müminlerden -özür sahibi olanlardan başka- oturanlar ile malları ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenler bir olmaz. Allah, malları ve canları ile cihad edenleri derece bakımından oturanlardan üstün kıldı. Gerçi Allah hepsine de güzellik (sevap)vadetmiştir ama mücahitleri oturanlardan daha büyük bir ecirle üstün kılmıştır. Kendisinden dereceler, bağışlama ve rahmet vermiştir. Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir." (Nisa 95-96)

Görüldüğü gibi Allahu Teala evinde ibadetle oturan kimseye sevap vadettiği halde, Allah yolunda malıyla, canıyla cihad edeni derece bakımından daha üstün kılmıştır.

أجعلتم سقاية الحاج وعمارة المسجد الحرام كمن آمن بالله واليوم الآخر وجاهد في سبيل الله لا يستوون عند الله والله لا يهدي القوم الظالمين(19)الذين آمنوا وهاجروا وجاهدوا في سبيل الله بأموالهم وأنفسهم أعظم درجة عند الله وأولئك هم الفائزون "Siz hacılara su vermeyi ve mescidi haramı onarmayı, Allah'a ve ahiret gününe iman edip de Allah yolunda cihad etmekle bir mi tutuyorsunuz? Halbuki onlar Allah katında eşit değildirler. Allah zalimler topluluğunu hidayete erdirmez. İman edip de hicret edenler ve Allah yolunda malları ve canları ile cihad edenler derece bakımından Allah katında daha üstündürler. Kurtuluşa erenler de işte onlardır." (Tevbe 19-20)

Bilindiği gibi hacılara su vermek ve Mescid-i Haramı onarmakta çok sevap vardır. Fakat bu amel derece bakımından Allah yolunda cihad gibi değildir. Allah yolunda cihadın derecesi daha üstündür. Bunun böyle olduğunu da insan aklı değil Allah Subhânehu Ve Teala tayin etmiştir.
Allahu Teala belirlemiş olduğu kıymet derecelendirmesine riayetsizliği masiyet olarak vasfedip öyle yapanları azapla uyarmıştır. Şöyle ki;

قل إن كان آباؤكم وأبناؤكم وإخوانكم وأزواجكم وعشيرتكم وأموال اقترفتموها وتجارة تخشون كسادها ومساكن ترضونها أحب إليكم من الله ورسوله وجهاد في سبيله فتربصوا حتى يأتي الله بأمره والله لا يهدي القوم الفاسقين "Deki, Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, kesata uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler, size Allah'tan, Rasulünden ve Allah yolunda cihattan daha sevgili ise, artık Allah emrini (azabını) getirinceye kadar bekleyin. Allah fasıklar topluluğunu hidayete erdirmez." (Tevbe 24)

Bu hususta Rasul Salllahu Aleyhi Vesellem'den şöyle rivayet edilir: "ÖmerRadiyallahu Anhum: Ey Allah'ın Rasulü! Sen bana nefsim hariç her şeyden daha sevgilisin." deyince Rasulullah Salllahu Aleyhi Vesellem hemen şu cevabı verdi: "Hayır! Nefsimi elinde tutana (Allah'a) yemin olsun ki, ben sana nefsinden de sevimli olmadıkça (imanın tam olmaz)."(Buhari)
Bilindiği gibi anne-baba, kardeşler, eşler, akrabalar, helalinden kazanılan mallar, meşru iş ve ticaret, helalinden elde edilen meskenler ve kişinin kendisi hepsi birer kıymettir. Müslüman onlara ilgi duyabilir, sahiplenebilir ve sevebilir. Ayrıca bazı sorumlulukları da vardır. Ebeveynine ihsanda bulunmak, eş ve evlatlarının nafakasını temin etmek, fakir ve mağdur kardeşlerine ve akrabasına ihsanda bulunmak, sıla-i rahim yapmak, helal malını ve evini muhafaza etmek ve helal yoldan rızkın temini için çalışmak bir Müslüman'ın üzerine farzdır. Bunların hepsi de birer kıymettir. Ancak Allahu Teala bazı kıymetleri, bu kıymetlerin önüne geçirmiştir. O da; Allah ve Rasulünü sevmek ve Allah yolunda cihaddır. Allah ve Rasulünü sevmenin anlamı Rasulullah Salllahu Aleyhi Vesellem'in getirdiği Şeriata ittibadır. Şerîata ittiba olmaksızın Allah ve Rasulünü sevme iddiası boş bir iddia olur. Zira bu sevginin karşılığı AllahSubhânehu Ve Teala'nın bizden razı olması, bizi sevmesidir. Buna ulaşmanın yolunun da Rasulullah Salllahu Aleyhi Vesellem'in getirdiğine ittiba etmek olduğunu da Allahu Teala şöyle bildirdi:

قل إن كنتم تحبون الله فاتبعوني يحببكم الله ويغفر لكم ذنوبكم والله غفور رحيم "Deki; Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın." (Ali İmran 31)

Rasulullah Salllahu Aleyhi Vesellem'e ittiba etmenin yani ona tabi olmanın kapsamında İslâm'ı hakim kılmak, İslâm'ın hakimiyetini muhafaza etmek ve aleme taşımak da vardır. Yani İslâm davasını yüklenmek vardır. İslâm davasını yüklenmenin anlamı, İslâm'ı hayata hakim kılarak, İslâm’i, hayatı başlatacak ve onu aleme davet ve cihad yoluyla taşıyacak olan Raşidi Hilâfet devletini kurmak için sahih bir siyasi kitleyle çalışmaktır. Bu çalışmanın gerektirdiği yükümlülükleri yüklenmek demektir. Allahu Teala bu yükümlülüğü yukarıda zikredilen anne-babaya ihsanda bulunmak, evlat ve eşlerin nafakasını temin etmek, kardeşleri ve yakın madur akrabayı gözetmek, meşru işini, malını ve evini korumak yükümlülüklerine ilaveten öncelikli olarak yüklemiştir. Bu öncelik sırasına riayet etmeyenleri fasık olarak vasfedip Allah AllahSubhânehu Ve Teala'nın emrinin yani azabının gelmesiyle tehdit etmiştir.
Evet, Allah ve Rasulünü sevmek, İslâm davetini yüklenmek en üstün kıymettir. Çünkü Allah ve Rasulünü sevmek, Allah AllahSubhânehu Ve Teala'nın Rasulü vasıtası ile göndermiş olduğu dinine kamilen ittiba etmekle gerçekleşir. Bu, Allah Allah Subhânehu Ve Teala'nın dinini hayatın ve yeryüzünün tamamına hakim kılmakla mümkündür. Bunun Şer'î metodu ise Raşidi Hilâfet devletidir. Hilâfet devleti ve hâlife varken İslâm davetini yüklenmek yani İslâm'ı hakim kılmak işi farz-ı kifaye olur. Hilâfet devleti yokken, Hilâfet devletini kurmak için Şer'î hükümlerle kayıtlı olarak sahih siyasi bir kitle ile çalışmak bütün Müslümanlar için farz-ı ayın olur, çünkü farz-ı kifaye yeterlilik hasıl olasıya kadar farz-ı ayın hükmündedir.
Şu halde İslâm davetini yüklenmenin farzı olduğu, kıymeti yukarıda zikredilen Tevbe 19-20,24 ayetlerinde geçen şu farzlardan ve menduplardan önceliklidir:
1- Anne-babaya ihsanda bulunmak,
2- Çocuklarının ve eşlerinin maişetini temin etmek,
3- Kardeşlerine ve akrabalarına ihsanda bulunmak,
4- Meşru olan iş ve ticareti muhafaza etmek,
5- Meşru yolla elde edilmiş meskenlerini, malını muhafaza etmek,
6- Hacılara su dağıtmak (mendub),
7- Mescidi Haram'ı ve mescitleri tamir ve inşa etmek (mendup).
Bu çerçeveden bakıldığında şu görülmektedir:
1- Bir Müslüman amellerinin kıymetini kendisi tayin edemez. Kendi aklınca; “şu iyidir-kötüdür”, “güzeldir-çirkindir” ve “hayırdır-şerdir” diyemez. Onu tayin eden (Rasulü vasıtasıyla göndermiş olduğu şerîatı ile) Allahu Teala'dır. Bundan dolayı haram olan bir işte birçok bireysel yada toplumsal menfaat olduğu görülse bile bir Müslüman o işe değer veremez ve onu yapamaz.
2- Bir Müslüman, kıymetlerin derecelendirmesini de kendisi yapamaz. Onu da Allahu Teala tayin etmiştir. Mendubu farzın önüne geçiremez. Farz-ı kifayeyi farz-ı ayının önüne geçiremez. Farz-ı ayın olan iki husus çatışırsa onda önceliği de kendisi tayin edemez. Allahu Teala, hangisini daha efdal ve öncelikli olarak göstermiş ise onu yapar. Onun tercih alanı mubah olan hususlardadır. O alandaki tercihini de onlarda gördüğü yararlar açısından yapar. Mubahların dışında kalan hususlarda, zamana ve mekana, kolaylığa-zora, faydaya-zarara bakarak amellerinde derecelendirme yapıp o derecelendirmeye göre tercih yapma hakkına sahip değildir. Buna göre bir Müslüman şunları diyemez:
a- Her ne kadar İslâm’i hayatı hakim kılmak için çalışmak gerekirse de Allah Subhânehu Ve Teala'yı razı etmek için mutlaka o çalışmayı yapmak gerekmez. Ahlaklı olur, ibadetleri yapar, Kur’an, hadis, tefsir okur-okutur, ilimle meşgul olur ve yaparsan, okullar, yurtlar, hayır cemiyetleri, vakıflar açarmakla da Allah'ı razı etmiş olursun. Bugünkü şartlarda efdal olan da budur diyemez. Böylesi bir tercih hakkı Şer'an yoktur. Böylesi tercihler yaparak öncelikli farz olan İslâm'ı hayata hakim kılmanın kaçınılmaz meşru yolu olan Hilâfet devletini kurmak için çalışmaktan geri durmak kişiyi Allah katında fasık kılar.
b- “Her ne kadar İslâm davetini yüklenmekte Rasulullah Salllahu Aleyhi Vesellem'in sünnetine ve takip ettiği metoduna tabi olunması gerekse de bugünkü şartlarda, daha kolay ve rizikosu az olduğu için demokratik platformda kalarak mücadele etmek daha efdaldir, daha iyidir” diyemez. Böyle düşünerek hareket ederse Allah Subhânehu Ve Teala katında fasık konumuna düşer.
c- “Her ne kadar İslâm davasını yüklenmek farz olsa da, ben çoluk çocuğumun geçimini temin etmek için çalışmak zorundayım, o da farzdır. Onun için ben İslâm davasını yüklenmeyip öbür farzı yükleneceğim” diyemez. Böyle düşünerek hareket ederse fasık olur. Zira Allahu Teala İslâm davasını yüklenmeyi o yükümlülüğe ilaveten ve öncelikli olarak yüklemiştir.
d- “İslâm davasını yüklenmeme annem ve babam razı olmuyor. Onlara karşı ihsanda bulunmam yani onları incitmeden hürmet ve şefkatle muamelede bulunmam da bir farzdır. Onun için ben İslâm davasını yüklenmiyorum. Nitekim Rasulullah Salllahu Aleyhi Vesellem'e bazı kişiler cihad yapmak için geldiklerinde, Rasul Salllahu Aleyhi Vesellem anne ve babasından izin alıp almadığını sordu. İzin almadım dediklerinde, onlara gidip izin istemelerini, izin verirlerse savaşmalarını vermezlerse onların yanında kalıp onlara iyilikle muamele etmelerini emretmiştir” diyerek İslâm davasını yüklenmezse Allah Subhânehu Ve Teala katında fasık olur. Zira o delil, vakıaya mutabık değildir. Çünkü o ve benzeri hadiste bahsi geçen cihad, kifayenin, yeterliliğin hasıl olduğu farz-ı kifaye olan cihaddır. Yeterliliğin hasıl olduğu farz-ı kifayeyi yapmak ise sevabı olan mendup bir iştir. O hadislerde, bahsedilen şahıslar ise, çoluk çocuğun maişetini temin etmek ve ebeveyne ihsanda bulunmak farz-ı ayın yükümlülüklerine, katılmaları kendileri için mendup olan cihadı tercih etmek istemişlerdir. Rasulullah Salllahu Aleyhi Vesellem de buna izin vermemiştir. İşte böylesi naslardan şu Şer'î kaide çıkmıştır; "Farz-ı ayın ile yeterliliği hasıl olan farz-ı kifaye çatışırsa farz-ı kifaye terk edilir, farz-ı ayın ile amel edilir."
Fakat, cihad için yeterlilik hasıl olmamış yada hâlife cihada katılmayı kendisinden talep etmiş ise, o durumda bir Müslüman'ın çoluk çocuğunun maişetini temin etmek farzını yada anne-babaya ihsanda bulunma farzını o cihad farzına tercih etme hakkı yoktur. Zira öyle yaparsa fasık konumuna düşer ve Allah Subhânehu Ve Teala'nın azabına müstahak olur. Nitekim Tebük seferinde Rasulullah Salllahu Aleyhi Vesellem herkesin cihada katılmasını talep ettiğinde, maişet gerekçeleriyle cihaddan geri kalan kişileri cezalandırdı. Buna delalet eden ayeti kerimeler de şunlardır:

ياأيها الذين آمنوا ما لكم إذا قيل لكم انفروا في سبيل الله اثاقلتم إلى الأرض أرضيتم بالحياة الدنيا من الآخرة فما متاع الحياة الدنيا في الآخرة إلا قليل(38)إلا تنفروا يعذبكم عذابا أليما ويستبدل قوما غيركم ولا تضروه شيئا والله على كل شيء قدير"Ey iman edenler! Size ne oldu ki, Allah yolunda savaşa çıkın! denildiği zaman yere çakılıp kalıyorsunuz? Ahiret hayatına dünya hayatını tercih mi ediyorsunuz? Fakat dünya hayatının faydası ahiretin yanında pek azdır. Eğer siz, (size emrolunan bu savaşa)çıkmazsanız, (Allah) sizi pek acıklı bir azap ile cezalandıracaktır."(Tevbe 38-39)

Nitekim Allah Rasulünün bu ayetlerle savaşa çıkmayı talep etmesine rağmen o savaşta, "Güz mevsimidir işlerimiz aksar, hem de bu sefer çok sıcak bir ayda, çok uzun bir mesafede ve çok maddi imkansızlıklar içinde olacak, biz daha önce de nasıl olsa savaşlara katılmıştık" diyerek geri kalanlar Tevbe suresi 118. ayette işaret edildiği gibi 50 gün kendileri ile konuşmama ve toplumdan tecrit edilme cezası ile cezalandırılmışlardır.
İşte bu naslardan da; "İki farz-ı ayın çatıştığı zaman evla-öncelikli olan tercih edilir" Şer'î kaidesi çıkartılmıştır. Hem bu Şer'î kaide gereğince, hem de Tevbe suresi 24. ayet gereğince bir kimse geçim, maişet temini, anne-babaya ihsanda bulunmak yükümlülüklerini bahane ve mazeret göstererek İslâm davasını yüklenmekten ve bu yüklenmenin gereği olarak kendisinden yapılmasının istenildiği işleri yapmaktan geri durması caiz değildir. Aksi halde Allah Subhânehu Ve Teala katında fasık konumuna düşer.
İşte malların, evlatların, eşlerin kişiye düşman ve fitne olmaları da burada başlar. Yani Allahu Teala'nın belirlemiş olduğu kıymet derecelendirmesine riayetsizlikle, onları Allah Subhânehu Ve Teala'nın öncelikli kıldığı kıymetlerin önüne geçirmekle ve onları tercih etmekle. Bu fitneye düşmekten şöyle sakındırmıştır:

ياأيها الذين آمنوا إن من أزواجكم وأولادكم عدوا لكم فاحذروهم وإن تعفوا وتصفحوا وتغفروا فإن الله غفور رحيم(14)إنما أموالكم وأولادكم فتنة والله عنده أجر عظيم "Ey iman edenler! Eşlerinizden ve çocuklarınızdan size düşman olanlar da vardır. Onlardan sakının."(Teğabün 14-15)

لتبلون في أموالكم وأنفسكم ولتسمعن من الذين أوتوا الكتاب من قبلكم ومن الذين أشركوا أذى كثيرا وإن تصبروا وتتقوا فإن ذلك من عزم الأمور "Andolsun ki, mallarınız ve canlarınız konusunda imtihana çekileceksiniz. Eğer sabreder ve takva gösterirseniz muhakkak ki bu işlerin en değerlisidir." (Ali İmran 186)

Şu halde, Müslüman işaret edilen fitnelere düşerek İslâm davasını yüklenmekten geri durmaktan sakınmalıdır. Zira İslâm davasını yüklenmek Allah katında işlerin en değerlisidir.
İslâm davasını yüklenirken şu da iyi bilinmeli ve hatırdan çıkarılmamalıdır ki, bir farzın yerine getirilmesi o farz ile ilgili tüm detay işleri de kapsar. O farzın yerine getirilmesi ile ilgili her detay iş o farzın önemi kadar önemlidir. O işi ihmal etmek kişiyi günahkâr kılar. Bu da; "bir farzı yerine getirmek için gerekli işler de farzdır" Şer'î kaidesi kapsamındadır.
Mesela, Allah Subhânehu Ve Teala yolunda cihad farzını yerine getirmek için cepheye çıkan bir Müslüman için o savaş esnasında yapılması gereken her işi yapması farz olur. O işlerden birisini ihmal ederse veya düşmana ateş etmez ise günahkâr olur. Genel olarak cihada çıkmış olması, cihadla ilgili detay işleri yapmamaktan doğan günahı ondan kaldırmaz. Çünkü o detay işler aslında “cihad farzı” kapsamında birer farzdırlar.
Aynı şekilde İslâm davasını genel olarak yüklenen kimse, bu davanın yüklenilmesi ile ilgili detay işlerin hepsinin de aynı derecede önemli ve İslâm davasını yüklenmek farziyetinin kapsamında işler yani farzlar olduğunu bilmelidir. Mesela İslâm davasının yüklenilmesi ile ilgili şu işler gibi:
1- Sahih İslâm’i bir kitle ile çalışmak,
2- Kitlenin idari disiplinine riayet etmek,
3- Ders halkalarında kültür almak,
4- Muktedir olduktan sonra talep edilince ders halkalarına denetleyici olmak,
5- Dava ile ilgili fikirleri, çözümleri insanlara ulaştırmak için fertlerle kasıtlı, planlı temaslar kurmak,
6- İstenildiğinde davetle ilgili fikirleri, çözümleri içeren neşriyatı dağıtmak,
7- Davanın hedefinin tahakkuku için istenilen her meşru işi itina ile yerine getirmek, gibi.
Bu ve benzeri hususlardaki gevşeklik, ihmalkârlık günahtır. Genel olarak İslâm davasını yüklenmiş olmak kişiyi bu günahlardan kurtarmaz. Şu da bilinmeli ki, Allahu Teala bir farzın kapsamındaki her detay işe önem vermiş ve yerine getirilmesi durumunda katından sevap vadetmiştir. İşte buna delalet eden bir ayeti kerime:

ياأيها الذين آمنوا اتقوا الله وكونوا مع الصادقين(119)ما كان لأهل المدينة ومن حولهم من الأعراب أن يتخلفوا عن رسول الله ولا يرغبوا بأنفسهم عن نفسه ذلك بأنهم لا يصيبهم ظمأ ولا نصب ولا مخمصة في سبيل الله ولا يطئون موطئا يغيظ الكفار ولا ينالون من عدو نيلا إلا كتب لهم به عمل صالح إن الله لا يضيع أجر المحسنين "Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve sadıklarla beraber olun. Medine halkına ve onların çevresinde bulunan Bedevi Araplar Allah'ın Rasulünden geri kalmaları ve onun canından önce kendi canlarını düşünmeleri yakışmaz. Şöyle ki; Allah yolunda onlara bir susuzluk, bir yorgunluk ve bir açlığın erişmesi, kafirleri öfkelendirecek bir yere ayak basmaları ve düşmana karşı başarı kazanmaları, ancak bunların karşılığında kendilerine salih bir amel yazılması içindir. Çünkü Allah, ihsanla iş yapanların mükafatını zayi etmez. (Tevbe 119-120)

Görüldüğü gibi Allahu Teala cihad ile ilgili detay işlere değinerek her birisine bir kıymet veriyor ve sevap vadediyor. Bu diğer farzlarda da öyledir. O halde Müslüman olarak İslâm davasını yüklenirken onunla ilgili detay işleri önemseyerek kendimizi o sevaplardan mahrum etmeyelim. Ayrıca bilelim ki, sadece sevaptan mahrum kalmayız, aynı zamanda bir farzı yerine getirmemekten dolayı günaha da gireriz. Allah korusun!..
Hülasa; amellerimize Rabbimizin belirlemiş olduğu kıymetler ve kıymet derecelendirmesine göre bir çeki-düzen verelim ki, onun rızasına nail olalım. Bu çerçevede aziz İslâm davasını, Rabbimizin ona yüklediği kıymet derecesini göz önünde bulundurarak içtenlikle yüklenelim ve onunla ilgili büyük-küçük her işi ihsan ile yaparak ve bu yolda sabır ve sebat ile yürüyerek Rabbimizin bize vadettiği af ve mağfiretine, dünya ve ahirette yardımına müstahak olalım. Rabbimizin şu kavli celiline de kulak verelim:

ومن أحسن قولا ممن دعا إلى الله وعمل صالحا وقال إنني من المسلمين "Salih amel işleyerek(insanları) Allah'a (Allah'a kulluğa) davet eden ve ben Müslümanlardanım diye kimseden daha güzel sözlü kim vardır."(Fussilet 33)


وقل اعملوا فسيرى الله عملكم ورسوله والمؤمنون وستردون إلى عالم الغيب والشهادة فينبئكم بما كنتم تعملون "Deki; çalışın, amellerinizi Allah da, Rasulü de, Müminler de görecektir. Sonra görüleni ve görülmeyeni bilen Allah'a döndürüleceksiniz de, o size yapmakta olduklarınızı haber verecektir." (Tevbe 105)

ŞER'Î HÜKÜMLERE BAĞLANMANIN ÖNEMİ


ŞER'Î HÜKÜMLERE BAĞLANMANIN ÖNEMİ

Günümüzde Müslümanlar zelil, sefil, perişan bir duruma düşmüşlerdir. Bunun başlıca sebebi, Allah Subhânehu ve Teala’nın zikri (dini) olan İslâm'ın onların hayatından uzak oluşudur. İslâm’i hayatın hakim olmayışının sebebi de, Müslümanların İslâm'ı anlamada gösterdikleri zafiyettir. İşte bu zafiyetin yansıdığı sahalardan birisi ve en önemlisi de, Şer'î hüküm ve ona tabi olmak hususudur. Müslümanlar genelde Şer'î hüküm, ona tabi olmanın keyfiyeti ve öneminin ne olduğunu bilmiyorlar. Bu durum, onların davranış ve zihinlerindeki çarpıklığa dolayısıyla şahsiyetlerinin bozukluğuna sebep oluyor. Hayatlarının cahiliye tortuları ile yani İslam dışı kanun, hüküm, nizam ve ölçüler ile kokuşmasının sebeplerinden en önemlisi de yine bu durumdur.
Onun için, şer'î hükmün tanımını ve şer'î hükme bağlanmanın öneminiizah etmeye çalışacağız, inşallah.
Şer'î hüküm; şari’nin kulların fiilleriyle ilgili hitabıdır.
Şari’nin hitabı; vahiy yoluyla gelen Kitap, Sünnet ve onların gösterdiğiicma-ı sahabe ve şer'î kıyas'tan alınır.
Buna binaen herhangi bir hükmün Şer'î hüküm olduğunun iddia edilebilmesi için onun şari’nin hitabı olduğunun ispatlanması gerekir. Yani Şer'î delilin gösterilmesi lazımdır. Aksi halde o iddia geçersizdir.
a- Şer'î Hükme Bağlanmanın Önemi:
Şu anda görünen odur ki, Müslümanlar genelde ister ferdi davranışlarında olsun ister sosyal alakalarında olsun Şer'î hükümlere bağlanmayı pek önemsemiyorlar. Müslümanların sosyal alakalarında en etkin faktör olan kamuoyu da Şer'î hükümlere bağlanmaya hiç önem vermemektedir. Hatta Şer'î hükümlere değer vermenin herhangi bir görüntüsü dahi meydanda görülmez oldu. Halbuki şer'î hükümlere bağlanmak, hayatın esası olduğu gibi imanın meyvesidir.
Şer'î hükümlere bağlanmak, hayatın esasıdır. Çünkü hayatın gayesi Allahu Teala’nın şu ayeti kerime de buyurduğu gibi Allah’a kulluktur:

وما خلقت الجن والإنس إلا ليعبدوني “Ben, cinleri ve insanları yalnız bana kulluk etmeleri için yarattım.” (Zariyat 56)

Allah’a kulluk ise, şer'î hükümlere bağlanmaktır. Ayrıca Şer'î hükümlere bağlanmak imanın meyvesidir. Çünkü Allahu Teala bunu birçok ayeti kerime ile bildirmiştir. Şöyle ki:

فلا وربك لا يؤمنون حتى يحكموك فيما شجر بينهم ثم لا يجدوا في أنفسهم حرجا مما قضيت ويسلموا تسليما "Hayır, Rabbine yemin olsun ki, onlar aralarında çıkan ihtilafta seni (İslam şerîatını) hakem kabul etmedikleri ve sonra senin verdiğin hükümden dolayı kendilerinde bir sıkıntı duymadan ve tam teslimiyetle teslim olmadıkları müddetçe iman etmiş olmazlar." (Nisa 65)

Bu ayeti kerime, şer'î hükme bağlı olmayı imanın bir semeresi olduğunu gayet açık bir şekilde ifade etmektedir. Şu ayeti kerime de, Şer’îatın hükmü dışında bir hükme başvurmayı, ret etmekle emredilmiş olunan tağuta başvurmak olarak sayıp, tağuta başvurmanın iman iddiasını boşa çıkardığını bildirmektedir:

ألم تر إلى الذين يزعمون أنهم آمنوا بما أنزل إليك وما أنزل من قبلك يريدون أن يتحاكموا إلى الطاغوت وقد أمروا أن يكفروا به ويريد الشيطان أن يضلهم ضلالا بعيدا(60)وإذا قيل لهم تعالوا إلى ما أنزل الله وإلى الرسول رأيت المنافقين يصدون عنك صدودا "Sana ve senden önce indirilmiş bulunanlara iman ettiklerini iddia edenleri görmedin mi? Onlar, tağuta muhakeme olmak (yönetilmek)istiyorlar. Halbuki onlar tağutu inkar etmekle emrolunmuşlardı. Şeytan ise onları uzak bir sapıklığa saptırmak istiyor. Onlara Allah’ın indirdiğine ve Rasulüne gelin denildiği zaman, münafıkların senden büsbütün yüz çevirdiklerini görürsün." (Nisa 60-61)

وما اختلفتم فيه من شيء فحكمه إلى الله ذلكم الله ربي عليه توكلت وإليه أنيب "İhtilafa düştüğünüz herhangi bir şeyde hüküm vermek Allah’a mahsustur." (Şura 10)

وما آتاكم الرسول فخذوه وما نهاكم عنه فانتهوا واتقوا الله إن الله شديد العقاب "Rasul size ne getirdi ise onu alın, sizi neyden nehyetti ise ondan kaçının. Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah’ın cezası şiddetlidir." (Haşr 7)

Bu ayetler Şer'î hükümlere bağlanmanın farziyetine ve imanın semeresi olduğuna kesin olarak delalet etmektedir. Ayrıca buna delalet eden hadisi şerifler de vardır. Bunların bir kısmı şöyledir:"Sizden birinizin hevası (ve arzusu) benim getirdiğime tabi olmadıkça, o kişi iman etmiş olmaz."
"Kim bizim emrimize dayalı olmayan bir iş yaparsa, o ret olunur."(Müslim, Akdiyye,3243)
İşte bu ayet ve hadisler, Şer'î hükümlere bağlanmanın ne derece önemli bir farz ve imanın semeresi olduğuna gayet açık bir şekilde delalet etmektedirler.
Nitekim birçok hadisi şerif de bazı Şer'î hükümlerle ilgili amel ve vasıfların imandan olduğunu bildirmiştir: “Haya imandandır”, “temizlik imandandır”, “yol üzerinde bir taşı almak imandandır” gibi... İşte, böylesi ifadeler de Şer'î hükümlere bağlı olarak vuku bulan fiil ve vasıfların imanın semeresi, meyvesi olduğunu gayet somut, açık bir şekilde ortaya koymaktadırlar.
O halde Allah’a Rasulüne ve Rasulüne indirilene iman ettiğini söyleyen Müslümanların, Şer'î hükme bağlanmanın önemini iyice idrak etmeleri, bunu imanın semeresi olarak görmeleri, ferdi ve sosyal hayatlarının esası kılmaları ve öncelikle yapmak zorunda oldukları asli işleridir. Zira Şer'î hükümlere bağlanmak Allahu Teala’ya kulluğun ve Müslüman olmanın pratik ifadesidir.
Şer'î hükümlere bağlanmanın önemini en çarpıcı şekilde yukarıda da zikrettiğimiz Nisa suresi 65. ayeti kerime ortaya koymaktadır:

فلا وربك لا يؤمنون حتى يحكموك فيما شجر بينهم ثم لا يجدوا في أنفسهم حرجا مما قضيت ويسلموا تسليما "Hayır, Rabbine yemin olsun ki, onlar aralarında çıkan ihtilafta seni (İslam şeriatını) hakem kabul etmedikleri ve sonra senin verdiğin hükümden dolayı kendilerinde bir sıkıntı duymadan ve tam teslimiyetle teslim olmadıkları müddetçe iman etmiş olmazlar." (Nisa 65)

Rabbimiz "Fela” hitabı celilinde bu ibare ile dikkat çekerek başlıyor. Yani;"dikkat edin, önemli bir mesaj gelmektedir” anlamını içeriyor. "Ve rabbike" (Rabbine yemin olsun ki); bu sözün yeminle başlaması, o sözdeki mesajın önemini vurgular. Bu yemin Allahu Teala’nın zatı üzerine olursa, o mesajın daha ciddi, önemli olduğunu gösterir. Yemin eden bizzat Allahu Teala olup ve bizzat kendi zatı üzerine yemin ediyorsa, artık o mesajın öneminin ne kadar büyük olduğu iyice göze çarpar. "La yu minune" (iman etmiş olmazlar); Rabbimizin hitabı, bu kesin ifade ile devam ediyor. Meselenin, mesajın iman ile alakalı olduğu açıkça ortaya konmaktadır. Mümin için imandan önemli bir kıymet elbette ki yoktur. Peki kişiyi imansız, iman etmemiş duruma düşüren o önemli husus nedir? Onun; Şer'î hükümlere bağlanmamak, teslim olmamak olduğunu yüce Rabbimiz hitabının devamında şöyle izah etmektedir:

فلا وربك لا يؤمنون حتى يحكموك "Aralarında çıkan ihtilaflarda seni (yani Rasulullah’ı ve getirdiği şeriatı) hakem kılmadıkları müddetçe..." (Nisa 65)

Çıkan ihtilaflarda RasulullahSallallahu Aleyhi Vesellem’in hakem kılınması, elbette ki onun getirdiği Şerîatın ve hükümlerin hakem kılınması demektir. Bu ise Şer'î hükümlere başvurmayı imanın varlığının göstergesi kılmaktadır. Rabbimiz bununla da yetinmeyip Şer'î hükme içlerinde bir sıkıntı duymaksızın tam teslimiyetle teslim olmayı da iman için şart koşmaktadır. Şöyle devam etmektedir:

فيما شجر بينهم ثم لا يجدوا في أنفسهم حرجا مما قضيت ويسلموا تسليما … "Sonra senin verdiğin hükümden dolayı kendilerinde bir sıkıntı duymadan ve tam teslimiyetle teslim olmadıkları müddetçe..." (Nisa 65)

Şer'î hükümlere bağlanmanın hem de gönül huzuru ile, içtenlikle bağlanmanın önemini bundan daha çarpıcı bir şekilde ifade etmek, elbette ki mümkün değildir.
Şu halde, Müslümanların bunu mutlaka idrak edip hayatlarının esası kılmaları kaçınılmazdır. Günümüz Müslümanlarının ecdatları gibi; "Şeriatın kestiği parmak acımaz", "Şeriatın hükmü karşısında boynum kıldan incedir"sözleri ile ifade ettikleri Şer'î hükümlere teslimiyeti tekrar göstermeleri kaçınılmazdır. İşte bu teslimiyet onların imanlarının göstergesi, pratikteki semeresi olacaktır...
b- Şer'î hükümlere tabi olmakta izzet, hidayet, felah kurtuluş ve ondan uzak kalmakta ise zillet, dalalet, mihnet-sıkıntı vardır.
İzzet, hidayet ve felah-kurtuluş Müslümanların, İslâm ümmetinin asli vasıflarıdır. Ancak bu vasıflar (hidayet, rahmet, kurtuluş ve izzet) kaynağı olan Allah Subhânehu ve Teala’nın Şeriatına yani Şer'î hükümlere bağlanmak ile gelmektedir. Ondan uzaklaşınca elbette ki yerlerini ters vasıflar alacaktır. Zillet, dalalet, mihnet-sıkıntı, zulümat, sefalet gibi. Ne yazık ki, bugün Müslümanları bu vasıflar içerisinde görmekteyiz. İşte, Müslümanlar kendilerine yakışmayan bu vasıflardan kurtulmaları ve asli vasıflarına tekrar kavuşabilmeleri için öncelikle Şer'î hükümlere bağlanmanın önemini idrak edip, Şer'î hükümlerle mukayyet olmaları ve Şer'î hükümleri yani Şerîatın tamamını hayatlarına hakim kılmaları gerekir ki, Şer'î hükümlere bağlanmakla gelen izzet, hidayet ve felaha-kurtuluşa erişsinler.
Şer'î hükümlere bağlanmakta izzet, hidayet, felah ve ondan uzak kalmakta ise zillet, dalalet, mihnet ve sıkıntı var olduğunu şer'î naslar gayet açık bildirmektedir. Şöyle ki;

ولله العزة ولرسوله وللمؤمنين ولكن المنافقين لا يعلمون İzzet ancak Allah’ın, Rasulünün ve müminlerindir. (Münafikun 8)

قد جاءكم من الله نور وكتاب مبين(15)يهدي به الله من اتبع رضوانه سبل السلام ويخرجهم من الظلمات إلى النور بإذنه ويهديهم إلى صراط مستقيم "Gerçekten size Allah'tan bir nur, apaçık bir kitap geldi. Rızasını arayanı Allah onunla kurtuluş yollarına götürür ve onları izniyle zulümattan, karanlıklardan aydınlığa çıkarır, dosdoğru bir yola iletir." (Maide 15-16)

وما أصابكم من مصيبة فبما كسبت أيديكم "Başınıza gelen bir musibet kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir." (Şura 30)

Şu halde bugün Müslümanlara zillet, şaşkınlık, tağuti zulümat isabet etmiş ise bunun sebebi kendilerinin Allah Subhânehu ve Teala’nın şerîatına sırt çevirmiş olmaları, Allah’ın şerîatının hayatlarından uzak oluşuna suskun kalmalarındandır. Öyle ise, bu durumdan kurtulmaları için onlarda bu yönde bir değişikliğin olması kaçınılmazdır. Ta ki, Allah Subhânehu ve Teala onların halini değiştirsin. Zilletten, izzete, zulümattan nura kavuştursun. Zira Allahu Teala şöyle dedi:

ذلك بأن الله لم يك مغيرا نعمة أنعمها على قوم حتى يغيروا ما بأنفسهم وأن الله سميع عليم "Bir millet kendilerinde bulunanı değiştirinceye kadar Allah'ın onlara verdiği nimeti değiştirmeyeceğinden dolayıdır. Gerçekten Allah işitendir, bilendir." (Enfal 53)

إن الله لا يغير ما بقوم حتى يغيروا ما بأنفسهم "Bir toplum bünyesinde olanı değiştirmedikçe, Allah o toplumun halini değiştirmez." (Rad 11)

ياأيها الذين آمنوا إن تنصروا الله ينصركم ويثبت أقدامكم "Ey iman edenler! Eğer siz Allah’a(dinine ve onun hakim olmasına) yardım ederseniz, Allah da size yardım eder ve ayaklarınızı sabit kılar." (Muhammed 7)

Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem’de şöyle dedi: "Size öyle bir şey bıraktım ki, ona sarıldığınız müddetçe yolunuzu saptırmazsınız. Bunlar Allah’ın Kitabı ve benim Sünnetimdir." (Malik, Camia,1395)
Bütün bu deliller bize Şerîata tabi olmanın izzet, hidayet, nur getirdiğini ondan uzak kalmanın ise zillet, mihnet ve zulümat getirdiğini gayet açık olarak göstermektedirler. Buna binaen Müslümanlar Şer'î hükümlere bağlanmanın hem imanın semeresi hem de dünya ve ahirette kurtuluşun- felahın tek yolu olduğunu idrak etmeleri ve şerîatın hayatlarına hakim olması için gerekli çalışmaya koyulmaları gerekir.
Günlük yaşantılarında Şer'î hükümleri ihmal edenlerden, arasındaki ilişkilerde bunları hakim kılmayanlardan, günlük yaşantılarının dayandığı esasların yani Şer'î hükümlere bağlanmanın önemini hayatın esası kılmayanlardan ve bunun önemini iyice kavramayanlardan İslâm devletinin kurulmasını beklemek abes olur. Çünkü İslâm devleti ve onunla gelecek olan İslâm’i hayat, ancak Şer'î hükümler üzerine inşa olunur ve Şer'î hükümlere bağlılığın önemini koruması ile devam eder.

Bunun için, İslâm davetini yüklenenlerin İslâm hayatını yeniden başlatmak ve dünyaya İslâm davetini taşımak için çalışırken omuzları üzerine atılan en önemli şeyin, fertlere ait hayatın esasının Şer'î hükümlere bağlanmak olduğunu iyice izah etmeleri, sosyal ilişkilerde de şer'î hükümlere bağlanmanın esas olması gerektiği hususunda topluluklar arasında bir kamuoyu meydana getirmek, buna dayalı olan İslâm’i hayatın tekrar başlaması, bunu başlatacak olan ve yine Şer'î hükümlere dayanan Hilâfet Devletinin kurulması için yapılacak çalışmanın ehemmiyeti önemle vurgulanmalıdır. İşte bütün bunlar, ancak Şer'î hükümlere bağlanmayı, Müslümanlar arasında seciyelerden bir seciye, insanlara hakim olan tek bir fikir haline getirmek ve bağlanmakla mümkündür.

İSLÂM'DA DÜŞÜNCE METODU VE İSLÂMÎ ZİHNİYETİN TEMEL ÖĞELERİ


İSLÂM'DA DÜŞÜNCE METODU VE İSLÂMÎ ZİHNİYETİN TEMEL ÖĞELERİ

واعلموا أن فيكم رسول الله لو يطيعكم في كثير من الأمر لعنتم ولكن الله حبب إليكم الإيمان وزينه في قلوبكم وكره إليكم الكفر والفسوق والعصيان أولئك هم الراشدون "Fakat Allah size imanı sevdirmiş ve onu kalplerinize ziynet yapmıştır. Küfrü, fıskı ve isyanı da size kerih göstermiştir. İşte doğru yolda olanlar bunlardır " (Hucurat 7)

Allah Subhânehu Ve Teala böyle buyurduğu halde günümüzde Müslümanlar ne kadar küfür, isyan ve fısk varsa modernlik, çağdaşlık adlandırmaları ile onlara hayran kalıyor, onlardan kaçınmıyorlar ve onlara koşuyorlar.
- Domuz haramdır diyorlar ve ondan tiksiniyorlar. Faiz de haramdır ama ona koşuyorlar. Hâlbuki faizin en hafifi ‘kişinin annesi ile Kâbe'de zina etmesiolarak vasıflandırıldı. Onunla amil olanlar Allah ve Resulü ile savaşan olarak nitelendirildi.
- Demokrasi küfürdür, şirktir diyorlar. Fakat "söz artık halkındır" ve "bir gün değil her gün demokrasi olsun" diye övgüler düzen Müslümanlar var.
- Cumhuriyeti küfür saydıkları halde, ona “fazilettir” diye övgü yağdırıyorlar.
- Laiklik küfürdür, Allah'a kafa tutmaktır dedikleri halde “bu işe dini karıştırma” diyorlar.
- Münkeri gördüğünde değiştirmek gerekir inancına sahip olanlar; “zaman sana uymazsa sen zamana uy” diye çağrıda bulunuyorlar.
- Haramla Allah razı edilmediği halde, “gaye vasıtayı meşru kılar” diye makyavelizt düşünen Müslüman tipi türemiştir.
- Amellerin ölçüsü sevap günah olması gerekirken, “fayda ve zararı” ölçü alan pragmatik zihniyete sahip kişiler mevcut.
- Kadının korunması gereken, bir namus olduğu bilindiği halde karısının, bacısının açık saçık dolaşmasını savunan ve bundan zevk alanlar var.
- Allah'ın rızası için malından infakla mutlu olunması gerekirken bundan kaçınma ve sıkıntı çekilmektedir.
- Allah küfrü ve kafiri, müşrikleri pislik, murdar olarak vasıflandırırken; “küfre ve kâfire hoşgörülü ve sevgi ile yaklaşmalı” diyerek katılımcılığı savunarak diyalog kuruyorlar.
Böylesi örnekleri daha da çoğaltmak mümkündür. Bir Müslüman böyle durumlara nasıl düşer? Elbette ki, İslâm’î zihniyetten uzaklaşmak bütün problemlerin ana kaynağıdır.
Düşüncenin insan yaşamındaki yeri malumdur. Kişi ancak sağlıklı düşündüğü sürece insandır. Zira insanın hayvanlardan en bariz farkı düşünebilmesidir. Düşünmek yani akletmek ise, eşya ve olaylar hakkında zihinsel hüküm vermektir. İşte, kişi bu hükümlerine göre hareket ettiği sürece hayvanlardan farklı olmaktadır. Aksi halde o hayvanlar gibi sadece duygularının, arzularının peşinde koşar. İnsanların ekserisi de bu duruma düşmektedir. Yani genelde aklederek değil de arzu ve duygularının tatmini peşinde koşarak yaşamaktadır. Nitekim Allahu Teala bunu şu şekilde bildirmektedir:

أرأيت من اتخذ إلهه هواه أفأنت تكون عليه وكيلا(43)أم تحسب أن أكثرهم يسمعون أو يعقلون إن هم إلا كالأنعام بل هم أضل سبيلا "Hevasını kendisine ilah edineni gördün mü? Şimdi ona sen mi vekil olacaksın? Yoksa sen onların çoğunun gerçekten söz dinleyeceğini yahut akledeceğini mi sanıyorsun? Gerçekte onlar hayvanlar gibidir, hatta onlar daha şaşkın haldedirler." (Furkan 43-44)

Bu, genel olarak insan için düşüncenin önemini göstermektedir. Özel olarak Müslüman için önemine gelince; Müslüman herhangi bir insan değildir. O düşüncesinde, davranışlarında, arzu ve duygularında Rabb’isinin terbiye ve disiplinine teslim olan kişidir. İşte onun bu kişiliğine İslâm’i şahsiyet denir. Müslüman bu şahsiyette sebat etmelidir.
Herhangi bir kişide şahsiyet; zihniyetin ve nefsiyetin belli bir düşünce sistemi ile şekillenmesi ile oluşur. Zihniyet, düşünce yapısıdır. Nefsiyet ise, yaratılırken kendisine verilen yapısal özelliklerin dışa yansıması olan duygu ve arzularına bağlı olan eylemlerdir. İşte belirli bir şahsiyet, insanın düşünce yapısının belirli bir düşünce sistemine göre şekillenerek iyi-kötü, doğru-yanlış, güzel-çirkin değerlendirmelerini yapabilmesi, bu değerlendirmelerde kendisinde bir tutarlılığın olması ile zihniyetin teşekkülü neticesinde, buna ilaveten de duygu ve arzularının yani sevgi ve buğuzunun, hoşnut ve hoşnutsuzluğunun zihniyeti doğrultusunda şekillenerek belirli davranış biçimlerine dönüşmesi ile oluşur.
Buna göre, bir Müslüman'da İslâm’î şahsiyetin oluşması onun zihniyetinin İslâm akidesi ile şekillenmesi, yani İslâm akidesinin gereği olan Şer'î hükümlere bağlanması ile oluşur. Buna göre bir Müslüman için geçerli olan hayır-şer, güzel-çirkin, doğru-yanlış ölçüsü Şer'î hükümlerle belirlenir. Şeriatın hayır dediği hayırdır, şer dediği şerdir, güzel dediği güzeldir, çirkin dediği çirkindir, doğru dediği doğrudur, yanlış dediği yanlıştır. Müslüman'ın İslâm şahsiyetine sahip olmasının bir başka gereği de meyillerini oluşturan duygularının ve arzularının da Şer'î hükümlerle şekillenerek Allah Subhânehu Ve Teala'nın kerih gördüğünü kerih görmesi, hoşnut gördüğünü hoşnut görmesi, Allah Subhânehu Ve Teala'nın sevdiğini sevmesi, buğzettiğine buğzetmesi ile olur. Bu şekle girmiş duygularla ve arzularla zihniyeti doğrultusunda belirli davranış biçimlerine yani salih amellere sahip olarak İslâm’i şahsiyete haiz olur.
Nitekim Rasul Sallallahu Aleyhi Vesllem, İslâm şahsiyetinin bu zihniyet ve şahsiyet yönünün nasıl olması gerektiğini şöyle izah etmiştir: "Sizden biriniz iman etmiş olmaz, ta ki, akıl etmekte olduğu aklı, ben olasıya kadar."
"Sizden biriniz iman etmiş olmaz. Ta ki, onun hevası benim getirdiğime tabi olasıya kadar."
Allahu Teala şöyle buyurdu:

كتب عليكم القتال وهو كره لكم وعسى أن تكرهوا شيئا وهو خير لكم وعسى أن تحبوا شيئا وهو شر لكم والله يعلم وأنتم لا تعلمون "Hoşunuza gitmediği halde savaş size yazıldı. Siz bir şeyden hoşlanmayabilirsiniz, halbuki o hakkınızda hayırlı olabilir. Bir şeyden de hoşlanabilirsiniz, halbuki o hakkınızda şer olabilir. Siz bilmezsiniz Allah bilir." (Bakara 216)

Görüldüğü gibi Allah ve Resulü mü’minin düşüncesini ve duygularını terbiye edip İslâm akidesine bağlıyor. Böylelikle mü’minde belirli bir şahsiyetin yerleşmesi talep ediliyor. Mü’minlerin bu şahsiyetlerini söz ve fiillerinde tutarlı bir şekilde temsil etmeleri talep ediliyor. Mesela şöyle ikaz ediliyor:

ياأيها الذين آمنوا لم تقولون ما لا تفعلون(2)كبر مقتا عند الله أن تقولوا ما لا تفعلون "Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyi niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyi söylemeniz Allah katında şiddetli bir buğza sebep olur." (Saf 2-3)

Görüldüğü gibi mümin kimsede zihniyet ve nefsiyetin birbirleri ile çelişkili olmamasına yönelik ikaz var. Şu ayeti kerimelerde de Allah müminlerin diğer insanlar gibi olmamaları, belirli bir şahsiyete yani İslâm’i şahsiyete sahip olmaları gerektiğini bildiriyor:

ولا تكونوا كالذين تفرقوا واختلفوا من بعد ما جاءهم البينات وأولئك لهم عذاب عظيم "Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte onlar için çok büyük bir azap vardır." (Ali İmran 105)

ياأيها الذين آمنوا أطيعوا الله ورسوله ولا تولوا عنه وأنتم تسمعون(20)ولا تكونوا كالذين قالوا سمعنا وهم لا يسمعون"Ey iman edenler! Allah'a ve Resulüne itaat edin, işittiğiniz halde ondan yüz çevirmeyin. İşitmediğiniz halde işittik diyenler gibi olmayın." (Enfal 20-21)

Evet, Allahu Teala Müslümanlarda İslâm’i şahsiyetin sabit olmasını böylesi ikaz ve tembihlerle bildiriyor. O halde Müslümanlarda bu şahsiyet nasıl sabit olur?
Yukarıda genelde insan için, özelde Müslüman için düşüncenin önemine değindik. Düşünce sisteminin yani zihniyetin İslâm’i olmasının İslâm’i şahsiyetin oluşumundaki önemine de değindik. O halde İslâm'da düşünce metodunu ve İslâm’i zihniyetin temel öğelerini bilirsek yukarıdaki sorunun cevabına ulaşabiliriz.
Öncelikle belirtelim ki, İslâm farazi bir din değildir. Her hususta olduğu gibi düşünceye de bir metot getirmiştir. Zira metot, hedefe götüren değişmeyen sabit yola denir. Düşüncede de bir metot olmamış olsaydı ya da o metot insanlara terk edilmiş olsaydı zihniyette istikrar oluşmaz, Müslümanlar İslâm adına yola çıkıp çok farklı ve çelişkili düşüncelere, değerlendirmelere ulaşırdı. Ölçü ve tartılarda yani değerlendirmelerde istikrarsızlık, karışıklık yaygınlaşır, Müslümanlar arasında İslâm’i şahsiyet zail olurdu. Ne yazık ki, günümüzde görüldüğü gibi Müslümanlarda İslâm adına konuşurken bile sabit bir Şer'î ölçü yoktur. İslâm adına konuşurken bile gayri İslâm’i normlarla, ölçülerle ve zihniyetle konuştukları müşahede edilmekte. Her yeni olay ya da fikri akımın tesirinde kalınmakta. Hak ile batıl bazen farkında olunmadan sürekli karıştırılmaktadır. Berrak İslâm’i düşünce ve zihniyetten uzaklaşılmakta, beraberinde de temiz İslâm’i şahsiyetten yoksun kalınmaktadır. İşte, bu vahim duruma İslâm'da düşünce metodundan sapılması sonucu gelinmiştir. Bu sapma İslâm akidesini fikri kaide yani düşüncenin esası olmaktan çıkartıp Müslüman'da herhangi bir fikir konumuna getirmiştir.
İslâm akidesini Müslüman'ın İslâm’i şahsiyetinin esası ve bu şahsiyetin temel öğelerinin yani zihniyet ve nefsiyetinin esası kılan düşünce metodu nedir? diye bir soru sorulabilir. İslâm'ın düşünce için getirdiği o metot Kur’an, Sünnet, Sahabenin İcmaın'dan çıkartılır. Baktığımız zaman görürüz ki o metot şudur:
Karşılaşılan olay ve husus hakkındaki hükmü vermeden ve ona karşı tavrı belirlemeden önce;
1- O olay ve hususun hakikatini iyice anlamalı, ne olduğunu bilmeli,
2- Akidesinin gereği olarak o olay ve hüküm ile ilgili Şer'î nasları bulmalı,
3- O Şer'î nasları Kur’an ve Sünnet bütünlüğü içinde anlamalı,
4- Bu naslardan çıkan, Şer'î hükmü teslimiyetle benimseyip gerektirdiği tavrı ortaya koymalı.
İslâm'da düşünce metodunun böyle olduğu yukarıda da belirtildiği gibi Kur’an, Sünnet ve Sahabenin İcması ile ortaya konulmuştur. Kaynaklarımıza bakıldığında görüleceği gibi, ahkâm ayetleri hep olaylar vuku bulup, Müslümanlar için tavırlarını belirleyecekleri birer problem haline geldiğinde, mü’minler için şifa, rahmet, hidayet ve nur olarak iniyorlardı. Yine biliyoruz ki; sahabeler karşılaştıkları olaylar hakkında eğer Şer'î hükmü bilmiyorlar ise hemen Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem’e koşup Allah ve Resulünün hükmünün ne olduğunu soruyorlardı. Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'den sonra da o konuda Kur’an’a ve Rasulullah'ın sünnetine başvuruyorlardı. İşte, buradan çıkartılan İslâm'daki düşünce metodu ile bir İslâm’i zihniyet oluşur. Bu zihniyetin temel öğeleri ve hususiyetleri ise şunlardır:
1-Ubudiyet; Allah'a kulluk bilincinin yerleşmiş olması yani Allah'ın kulu olduğu hiç aklından çıkartılmamasıdır. Bu ise, şu şekilde davranışa dönüşür: Sevgi ve itaat. Bu herhangi bir itaat değil, içinde bir sıkıntı duymadan hoşnutlukla itaattir. Zira Allahu Teala bunu şöyle bildirmektedir:

فلا وربك لا يؤمنون حتى يحكموك فيما شجر بينهم ثم لا يجدوا في أنفسهم حرجا مما قضيت ويسلموا تسليما"Rabbine yemin olsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden (şer'î hükümden) dolayı içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın ona tam teslimiyetle teslim olmazlarsa iman etmiş olmazlar." (Nisa 65)

Teslimiyet; serbestiyetin olmaması demektir. Şu ayet de bunu açıkça ortaya koyuyor:

وما كان لمؤمن ولا مؤمنة إذا قضى الله ورسوله أمرا أن يكون لهم الخيرة من أمرهم ومن يعص الله ورسوله فقد ضل ضلالا مبينا "Allah ve Rasulü bir hususta hüküm verdiği zaman mümin bir erkek ve kadına o işte serbestiyet (o işi kendi isteklerine göre yapma)hakkı yoktur. Her kim Allah ve Rasulüne isyan ederse apaçık bir sapıklığa düşmüş olur." (Ahzab 36)

2- Bir hususta karar vermeden ve iş yapmadan önce onun şer'î hükmünü araştırmak. Bunu da şu ayeti kerimede açıkça görüyoruz:

ولا تقف ما ليس لك به علم إن السمع والبصر والفؤاد كل أولئك كان عنه مسئولا "Hakkında ilim sahibi olmadığın şeyin ardına düşme. Çünkü göz ve gönül, bunların hepsi yaptığından sorumludur." (İsra 36)

Onun için fakihler, yapacağı iş hakkındaki şer'î hükmü bilmesi Müslüman'afarz-ı ayındır demişlerdir.
Şu halde, bir Müslüman duygularından hareketle yada kendisindeki beşeri bilgilerden yani aklından hareketle bir iş yapmaz. Önce Şer'î hükmü öğrenir sonra o hükmün gereğince amel eder. Tersi değil. Yani, önce amel edip sonra da hüküm araştırmaya kalkmaz.
3- İşin neticesine daima ahiret boyutundan bakmalı. Yani o işin sonunda sevap mı, günah mı cennet mi, cehennem mi kazanacak bunu gözeterek amel etmelidir. Nitekim Allahu Teala şöyle diyor:

ياأيها الذين آمنوا اتقوا الله ولتنظر نفس ما قدمت لغد واتقوا الله إن الله خبير بما تعملون "Ey iman edenler! Allah'tan korkun (hükümlerine bağlanın) herkes yarın için ne hazırladığına baksın. Allah'tan korkun, çünkü Allah yaptıklarınızdan haberi olanınızdır." (Haşr 18)

Bu zihniyete sahip olan kimse artık Allahu Teala'nın hükmü karşısında; “öyle ama zor, zararlı oluruz, insanların hoşuna gitmez, nefsime ağır geliyor” gibi sıkıntılara düşerek o hükmün gerektirdiği tavrı ortaya koymaktan kaçınmaz. Allah Subhânehu ve Teala'nın hükümlerini yerine getirmekle, Allah'ı razı etmiş olmanın bilinciyle huzur içinde olur. İşte o kimse artık olgun bir İslâm’i şahsiyete sahip olur. Bu şahsiyet içerisindeki takvası ile de Rabb’i sinin katında kerim olur. Dünya ve ahirette kurtuluşa ve selamete erişir. Ne mutlu o insana!
ياأيها الذين آمنوا اتقوا الله وقولوا قولا سديدا(70)يصلح لكم أعمالكم ويغفر لكم ذنوبكم ومن يطع الله ورسوله فقد فاز فوزا عظيما "Ey iman edenler! Allah'tan korkun (hükümlerine bağlanın) ve doğru söz söyleyin. Böyle davranırsanız Allah işlerinizi düzeltir ve günahlarınızı bağışlar. Kim Allah ve Rasulüne itaat ederse büyük bir kurtuluşa ermiş olur." (Ahzab 70-71)

İSLÂM AKİDESİNİN ÖZELLİĞİ


İSLÂM AKİDESİNİN ÖZELLİĞİ

Fikri kaide oluşu:
Akide; insan, hayat ve kâinat hakkında, bunların öncesi ve bunların sonrası hakkında, bunlar ile öncesi arasındaki ve bunlar ile sonrası arasındaki münasebetler hakkında kapsamlı bir fikirdir. Bu, temel fikirdir. Çünkü, bütün fikirler kendisine tabi olan insanların hayat sürecinde yaşam şekline yön verir ve insanın hayata bakış açısını belirler. İnsan bütün olaylara onun penceresinden bakar. İslâm akidesi bu anlamda fikri kaidedir. Çünkü, İslâm akidesi yukarıda belirttiğimiz bakış açısına uygun olarak insan, hayat ve kâinat hakkında bir fikir ortaya koymuş ve bu üç olguyu birbiri ile ilişkilendirmiştir. Bu ilişkilendirme öyle bir nizam ve inceliğe sahiptir ki, insan aklını ikna eder ve kalbi mutmain eder. Bu hassaslığı ancak aydın bir bakış açısı ile yakalayabiliriz. İşte bu aydın bakışın bizi götürdüğü yer bu fikrin bir alternatifinin olmadığıdır. Düşünebilen aydın bakışlı şahsiyetin bu fikrin dışına çıkabilmesinin tek sebebi inadı olabilir. Bu yüzden İslâm akidesi fikri bir kaidedir. Düşünen ve doğruyu kabul etmeye hazır olan insanın bu fikrin dışında bir dünya görüşünü, hayat tasvirini kabul etmesi imkânsızdır. Bu imkânsızlığın sebebi İslâm akidesinin ortaya koyduğu fikrin reddedilebilir özellikte olmaması ve tek doğru fikri kaide oluşudur.
Ruhi siyasi akide oluşu:
Dünyada İslâm akidesi dışında iki akide türü daha vardır. Bunlardan birincisiHıristiyanlıktır. Akidesi sırf ruhani akidedir, kendisinden bir hayat nizamı çıkmaz, ancak ahiret ve bununla ilgili bazı fikirlere sahip olduğu için ruhani bir akide olarak kabul edilir. İkincisi ise kapitalist ve komünist akideler gibi sırf siyasi akidelerdir. Bu akideler ise, ruhani boyutu ya tam anlamıyla yok saymış ya da dünya hayatıyla ilişkisini kesmiştir. Bu sebeple yalnızca siyasi akide olarak kabul edilirler.
İslâm akidesi ise; bu iki akideden ayrılarak, her iki akide türünün özelliklerini bünyesinde bulundurur. Yani, siyasi aynı zamanda ruhani akidedir. Dünyada sadece İslâm akidesi böyledir. Çünkü, İslâm'daki hayat nizamı Allahu Teala tarafından indirilir. Bu akide her konuda Allahu Teala ile bağ kurmaktadır. Bundan dolayı ruhani siyasi bir akide olmuştur. Maddeyi ruh ile cezbeder. Çünkü İslâm'da işler Allahu Teala'nın emirlerine göre yürütülür. Nitekim siyaset; insanların dahili ve harici işlerini bir fikirle yürütmektir. İslâm siyaseti, kapitalist siyasetten ve komünist siyasetten farklıdır. İslâm siyaseti, insanların işlerini Allahu Teala'nın emirlerine göre yürütür. Diğer siyasetler ise, insanların işlerini akıl ve hevayı esas alarak yürütürler. İslâm dini diğer akidelerden farklıdır ve bu farkı onun akidesinden hayat nizamının çıkmasındandır. Diğer akideler Allah mefhumunu hayattan ve nizamlarından çıkarırlar.
"La İlahe İllallah" kelime-i tevhidi, İslâm'da temel fikirdir ve bu fikir siyasidir. Çünkü bunun manası "Allah'tan başka İlah yoktur" demektir.
"Muhammeden Rasulullah " demek; Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem'i Allah Subnahehu Ve Teala'nın elçisi kabul etmektir. Elçi; kendisini görevlendiren tarafından mesaj getirir. Öyleyse, Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem'i Rasul olarak kabul etmekle getirdiği mesajı da kabul etmiş sayılırız. İşte, İslâm'ın temel siyasi kitabı, ruhani boyuttaki Allah inancını siyasi boyuta çekerek, İslâm dininin ruhani siyasi akide oluşunu ortaya koyar. Ruhani boyuttan gelen emir ve yasaklar bizim dünyevi işlerimizi sınırlandırır ve bir nizama koyar. Bu hususla ilgili bazı ayetlerde şöyle geçmektedir:
إن الحكم إلا لله "Hüküm ancak Allah'ın dır." (Yusuf 40)
فاحكم بينهم بما أنزل الله"Allah'ın indirdikleriyle hükmet."(Maide 48)
ومن لم يحكم بما أنزل الله فأولئك هم الكافرون "Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyenler kafirlerdir."(Maide 44) gibi ayetler yönetimle ilgili siyasi fikirlerdir.
وأحل الله البيع وحرم الربا "Allah alışverişi helal ribayı kıldı." (Bakara 275)
وأوفوا الكيل إذا كلتم وزنوا بالقسطاس المستقيم "Ölçtüğünüz zaman ölçüyü tam yapın, doğru terazi ile tartın." (İsra 35) gibi ayetler iktisatla ilgili siyasi fikirlerdir.
ياأيها الذين آمنوا لا تتخذوا اليهود والنصارى أولياء بعضهم أولياء بعض "Ey iman edenler! Yahudileri ve Hıristiyanları dost ve yardımcı edinmeyin." (Maide 51)
ياأيها الذين آمنوا قاتلوا الذين يلونكم من الكفار "Size en yakın kafirlerle savaşın." (Tevbe 123)gibi ayetler dış siyasetli ilgili birer siyasi fikirlerdir.
وعاشروهن بالمعروف "Karılarınızla iyi geçinin." (Nisa 19)
ياأيها النبي قل لأزواجك وبناتك ونساء المؤمنين يدنين عليهن من جلابيبهن ذلك أدنى أن يعرفن فلا يؤذين وكان الله غفورا رحيما "Ey Nebi, hanımlarına, kızlarına ve müminlerin kadınlarına cilbablarını üstlerine almalarını söyle." (Ahzab 59) gibi ayetler içtimai hayatla (kadın erkek ilişkileriyle) ilgili birer siyasi fikirlerdir.
والسارق والسارقة فاقطعوا أيديهما جزاء بما كسبا نكالا من الله والله عزيز حكيم "Hırsız, erkek olsun, kadın olsun onun elini kesin." (Maide 38)
الزانية والزاني فاجلدوا كل واحد منهما مائة جلدة "Zina eden, kadın olsun, erkek olsun ona yüz değnek vurun." (Nur 2) gibi ayetler ceza kanunlarıyla ilgili siyasi fikirlerdir.
Buraya kadar anlattıklarımız, düşünen, hayatı ciddi anlamda gözden geçirmiş, aydın fikirle tespitlerde bulunmuş kimseleri bu akidenin fikri kaide oluşuna ve siyasi ruhani akide oluşuna ikna eder. Ancak kâfirler ise buna yanaşmamakta ısrar edeceklerdir. Kâfirin manası gerçeği örten olduğu için her gerçeği örttüğü gibi bu gerçeği de örtmek isteyecekleri aşikârdır. Bununla da yetinmeyip insanları aldatır ve yalan söylerler. Ne yazık ki, Müslümanların evlatlarını da aldatabildiler. Bu aldatma işi Adem Aleyhisselam ile Havva validemizi İblisin aldatmasından bu güne kadar devam etmiştir. Bu günkü söylemleri; "Dinin siyasetle alakası yoktur, İslâm da bir din, öyleyse İslâm'ın da siyasetle alakası yoktur" dediler. Halbuki İslâm dini, diğer dinlerden apayrı bir düşünsel yer tutmaktadır ve yeryüzünde de bir benzeri daha yoktur. Daha önce de bahsettiğimiz gibi bu akideden hayat nizamı fışkırır. Bu hayat nizamı, her problemin çözümü, bu çözümlerin uygulama metodu, akideyi koruma ve yayma metodundan ibarettir. Böylelikle İslâm ideolojisi, düşünce ve onun cinsinden bir metottan oluşur.
Görüldüğü gibi, İslâm'ın dünya hayatı ile ilgili siyaseti varolduğu gibi ahirette de alakalı siyaseti vardır. İslâm devleti bu iki siyaseti beraber yürütür. Dinini terk edeni öldürür, imanı yaymak için çalışır, ibadetlerin ikame edilmesini sağlar, hâlife namazı kıldırır, herkesi namazdan hesaba çeker, haccı yürütür ve haccın da emiridir. Nitekim İslâm'ın pratikte ilk uygulanışında da Allah Resulü Sallallahu Aleyhi Vesllem namazı kıldırıyor ve haccın da emiri oluyordu. Yine devlet zekâtı toplar ve dağıtırdı.

İşte, hâlife İslâm'daki yönetim nizamının başında bulunup yürüttüğü gibi, İslâm'daki iktisadi nizamı, içtimai nizamı, öğretim siyasetini, dış siyaseti de yürütür. Bu nizamların kanunlarına muhalefet edenlere İslâm'daki müeyyideleri uygular. Müslümanlar bunu iyi veya kötü 14 asır gibi bir süre uyguladılar. Böylece milyonlarca Müslüman, İslâm'ın yalnız ruhani bir akide olmayıp siyasi bir akide olduğunu idrak ettiler. Şu anda da birçok Müslüman onu tekrar kurmak için siyasi İslâm’i teşkilatları ile çalışmaktadırlar. Allah Subhânehu Ve Teala'nın izniyle Raşidi Hilâfet Devleti’ni kurduklarında İslâm akidesinin yalnız teorik değil pratik şekilde siyasi olduğunu tekrar göstereceklerdir.