2 Mayıs 2016 Pazartesi

KELİME-İ TEVHİDİN MANASI (Emr/Hüküm, İlah, Rab ve Melik)


KELİME-İ TEVHİDİN MANASI
(Emr/Hüküm, İlah, Rab ve Melik)

Tevhid; arapça bir kelime olup birleştirme, bir, tek bilme anlamlarına gelir. İslâm ıstılahında; Allah Subhenehû ve Teala'nın zatını ve sıfatlarını zihinlerde tasavvur olunan, vehimlerde ve hayallerde tahayyül edilen (düşlenen) her şeyden tecrit etmektir. Bu yönüyle Allah'ın zatı ve sıfatlarıyla bir tek olduğunu bilmek ve inanmaktır. Allah Subhenehû ve Teala'yı böyle tanıyan ve inanan kişiye de Muvahhid denir.
Bu konuya açıklık getirmek için Allah Resulünün onu ilk getirdiği ana dönmemiz uygun olacaktır. Mekke müşriklerinin putperest ve dolayısıyla yüzlerce puta sahip idiler. Ancak onların inançlarının dayanağı olan bu putlar, sahip oldukları putların sadece bir kısmını teşkil etmekteydi. Çünkü Arap toplumunda (özellikle de Mekke halkında) kabilelere, ailelere ve hatta fertlere ait özel putlar da bulunmaktaydı ve bunların sayısı oldukça çoktu. Ayrıca geçici bir süre için kabul edilip inanılan, kendisine sığınılan putlar da mevcuttu. Yolculuklar sırasında edinilen ve yolculuk bittiğinde terk edilen putlar gibi. Bu bilgiler bize, Mekke müşriklerinin putperestlikte hemfikir olmalarına karşılık, inançlarının temelini oluşturan putlarda hemfikir olmadıklarını gösteriyor. Örneğin bir kabile veya ailenin putu, başka kabile ya da aileler tarafından kabul görmeyebiliyordu. Bu durumda şu sorular sorulabilir: O kadar çok putun bulunduğu ve herkesin hepsini kabul etmediği bir ortamda, bazılarının ayrı bir inanca sahip olmaları niçin problemlere neden olsun? Halbuki bizzat o toplumda, farklı putlara inanmak normal bir durum değil midir?
Problemin ayrı bir inanca sahip olmaktan değil de, putlara hakaret edilmesinden ve onların aşağılanmasından kaynaklandığı düşünülecek olursa, bunun da müşrikler açısından probleme yol açacak bir durum olmadığı kesindir. Zira bu, bizzat kendilerinin her zaman yapa geldikleri bir özellikti. Putlarına karşı hiçte iyi düşünce ve davranışlara sahip olmayanların Mekke müşrikleri arasında azımsanmayacak kadar çok olduğu, sahip olduğu biliniyordu. Bununla ilgili olarak, müşrikler arasında, putlarına ayırdıkları yiyecekleri veya undan yapılmış putlarını yiyenlerin, putlarına bağışlanmış eşyayı çalanların, Yaûk isimli putu karşısında; "Bu dünyada yaratan kimine iyilik, kimine kötülük yapar. Yeûk ise ne iyilik, ne kötülük yapabilir"diyen şair Malik el-Hamdani gibilerinin, putuna adadığı koyun yerine daha küçük ve bakımsız bir hayvanı kurban edip; "Bir taş parçası böyle şeylerin farkına varmaz" diyenlerin veya Sa'd isimli putu karşısında; "Biz Sa'd'a bizi birleştirsin diye geldik, fakat Sa'd bizi darmadağın etti, öyle ise biz Sa'd'dan değiliz. Sa'd artık çöldeki kayadan başka bir şey değildir! Ona ne eğri için ne de doğru için dua edilir" diyerek puttan korkarak dağılan sürüsünü kızgınlık içerisinde toplamaya çalışanların hiç eksik olmadığı gelen rivayetler arasındadır. Üstelik bütün bunlar, Mekke toplumunda her zaman karşılaşılan özelliklerden olup, hiçbir tepki görmeyen durumlardı. Ayrıca, müşriklerin Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'e davasından vazgeçmesi şartıyla sundukları teklifleri de inançlarına karşı samimiyetsizliklerinin en önemli belgesidir.
Mekke müşriklerinin "Yaratan" anlayışı putlarında somutlaştığı, bu nedenle gaip olan, görmedikleri bir ilaha çağrı tepki nedeni olarak düşünülebilir. Ancak, araştırıldığında anlaşılmaktadır ki, bunun da gerçekle bir ilgisi bulunmamaktadır. Çünkü onların ilah, hatta daha önemlisi "Allah" inancına sahip olduklarına bizzat Kur’an ayetleri şahitlik etmektedir. Ayetlerde bildirildiğine göre onlar Allah adına yemin edip, gökleri yaratanın ayı ve güneşi kontrol edenin, yağmuru yağdıranın, kendilerini yaratanın ve her şeyin Rabb'inin Allah olduğuna inanıyor ve sorulduğu zaman da bunu açıkça söylüyorlardı. Hatta onlar Kâbe'yi ziyaretleri sırasında; "Buyur Allah'ım buyur, buyur senin ortağın yoktur, ancak bir ortağın vardır o da senin hükmündedir," sözleriyle Allah'a olan inançlarını dile getiriyorlardı. Zaten onların putlara olan inançları da, Allah'a olan inançlarının bir uzantısından başka bir şey değildi. Putları, kendileri ile Allah arasında aracı olarak düşünüyor ve bu nedenle putların Allah karşısındaki aşağılığını ve acziyetini kabul ediyorlardı. Onlar Allah'a inandıkları, fakat bazı konularda Allah'ın ortakları veya benzerleri olduğunu zannettikleri için müşrik idiler. Eğer Allah'a inanmıyor olsalardı müşrik olmazlardı. Hatta daha da önemlisi Mekke müşrikleri sadece Allah'a inandıkları ve putları reddettikleri bir döneme de sahip olmuşlardı. Bu dönem unutulacak kadar çok eskilerde de değildi. Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in de çocukluk yıllarına rastlıyordu.
Tarihi kaynakların bildirdiğine göre onlar, Kâbe'yi yıkmak için gelen Ebrehe'nin ordusu karşısında çaresizliklerini fark edince, bütün putlarını dışlayıp, sadece ve doğrudan Allah'a yönelerek dua etmişlerdi. Ebrehe'nin ve ordusunun ilahi bir azapla hezimete uğratıldığını görünce de sadece Allah'a olan yönelişlerini birkaç yıl daha devam ettirdiler. Dolayısıyla onlar için Allah inancı, yabancı olmadıkları bir inançtı.
Bütün bunlar da gösteriyor ki, "La İlahe İllallah" çağrısına karşı çıkanların bizzat kendileri Allah inancına sahiptiler ve üstü örtülü de olsa Allah inancını devam ettiriyorlardı. Diyelim ki; bunların dışında müşriklerin gelenek ölçüleri kabul edilmediği için tepkide bulundular. Ancak Mekke müşriklerinin bizzat kendilerinin, gelenekleri karşısında lakayt insanlar olduklarına yönelik de oldukça çok bilgi bulunmaktadır. Bizzat kendileri sürekli geleneksel değerlerini çiğneyen kişiler durumundaydılar. Geleneği aşağılayıp, çiğneyen kişiler olmalarına rağmen Mekke'de rahat şekilde hayatlarını devam ettiren Hanif'lerin durumu ise konumuz açısından ayrıca bir öneme sahiptir.
Bilinmektedir ki, isimleri Hanif olan ve gelenek ölçülerini kabul etmeyen, daha da önemlisi, Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in tebliğ ettiği Allah inancına çok yakın inanca sahip olanlar Mekke'de mevcuttu ve onlar hiçbir tepki ile karşılaşmıyorlardı. Bunlardan Zeyd ibn Amr bin Nufeyl, Hıristiyanları tanıdığında; "Bizim milletimizin şirki ile bunların şirki arasında herhangi bir fark yoktur" veya; "Ey Rabb! Sen şahidim ol, ben İbrahim'in dinine bağlıyım." diyecek kadar akla dayalı bir Tevhid inancına sahip olan ve Mekke müşriklerinin geleneksel birçok uygulamalarına karşı çıkan birisi idi. Varaka bin Nevfel, Sırma bin Enes, Amr bin Abese, Adiyy, Ümeyye bin Ebi's-Salt ise diğer Haniflerden bazıları idi. Ve onlar Mekke toplumunda hakim olan şirke bulaşmadan, şirke karşı çıkarak yaşantılarını devam ettiriyorlardı. Açıkçası, Haniflerin statükoyu reddetmelerinin bir tepkiye neden olmaması, buna karşılık Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in tepki görmesi, bir çifte standart olarak görünmektedir.
Haniflerle ilgili bilgiler şunu gösteriyor ki; Mekke müşriklerinin Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'e tepkilerinin nedeni, geleneklerinin aşağılandığı konusu olamaz. Bunların dışında acaba Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'e karşı güven duymadıkları, davasını devam ettirmesi durumunda, hâkimiyeti ele geçirmesinden ve böylelikle bir despot, zalim olmasından korkuyor olmaları ve önceki gerekçelerini de buna bağlı olarak ifade ettikleri düşünülebilir mi? Olabilir ancak bu, onların dahi ifade etmek gereği duymadıkları bir durumdur. Zira onların, Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'e "Emin" sıfatıyla anacak kadar güvendikleri, onun dürüstlük ve doğruluğundan hiç şüphe duymadıkları, hakkında olumsuz kanaatlere sahip olmadıkları gayet açık olarak bilinmektedir. Onlar; "Senin yalan söylediğine hiç şahit olmadık" diyerek Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'e olan güvenlerini her fırsatta tekrarlamışlardır. Bundan dolayıdır ki; yabancıların onunla görüşmesini engellemek için neler yapabileceklerini düşünüp, tartıştıkları zaman dahi, onun hakkında yalancı olduğu veya kötü niyetler taşıdığı vs. iddialarını dile getirememişlerdir. Üstelik onların Resulullah'ın hakimiyeti (yönetimi) ele geçirmesi gibi bir kuşku ve korkuları da söz konusu değildi. Eğer öyle olsaydı, bizzat kendileri sadece birkaç taraftarı bulunan Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem’e krallık, zenginlik tekliflerini tekrarlayıp durmazlardı. Şu tekliflerde olduğu gibi: "Eğer bu davayı mal elde etmek kaygısıyla ortaya attınsa, sana mal verelim, en zenginimiz ol. Şeref ve mevki istiyorsan kral yapalım. Sana gelen bu şeyi cin getiriyorsa ve onun sana galip geldiğine inanıyorsan seni iyileştirmek, sağlığına kavuşturmak, tedavi ettirmek için bütün malımızı sarf ederiz."
Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'e; "Sen asla yalan söylemedin, senin söylediğin her şeye inanırız." demelerine rağmen ona tepkiyi zorunlu gören müşrikler; "La İlahe İllallah" çağrısını kabulleri durumunda korkacakları şeylerle karşılaşacaklarını düşünüyor ve bunu açıkça ifade de ediyorlardı; "Ya Muhammed! Vallahi sen bize hiç yalan söylemedin. Velâkin sana uyarsak yerimizden olacağız. Bundan dolayı iman etmiyoruz."
Onlar bu sözleriyle korkularını dile getirirlerken, önceki peygamberlerin dönemlerindeki seleflerinin korkularını da yenilemekten başka bir şey yapmıyorlardı. Örneğin; hiçbir siyasi, ekonomik, askeri güce sahip olmayan Hz. Musa ve kardeşinin; "Ya Fir'avn! Ben alemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir elçiyim" ve "La İlahe İllallah"'a inanmaya, söylemeye davet etmeleri karşısında, Mısır gibi zamanının en güçlü ve büyük bir devletinin yöneticisi olan Fir'avn ve yardımcısının; "Sen bizi babalarımızı üzerinde bulduğumuz şeyden çeviresin de yeryüzünde büyüklük ikinize kalsın diye mi bize geldin?" demeleri anlamlı ve üzerinde düşünülmesi gereken önemli bir durumdur.
Peki, bütün bunlar niçin olmaktadır? Müşrikler "La İlahe İllallah" çağrısı karşısında niçin bu derece şaşkına dönüp, korkuya kapılmaktadırlar? Bütün bu ve benzeri sorular, müşriklerin söz konusu ettiğimiz gerekçelerini aşan ve nedenini başka şeylerde aramamızı gerektiren sorulardır.
Biliyoruz ki; tepkiler "La İlahe İllallah" çağrısı ile başlamış ve onun üzerinde yoğunlaşmıştır. O halde tepki ve çatışmaların nedenini bulmak için tarihi bilgiler bir yana, tepkilerin kaynağı ve hedefi olan söze yönelmemiz, söz konusu sorulara cevap bulmada inandırıcı, güvenilir ve geçerli tek yol olarak gözükmektedir. Bu durumda da "La İlahe İllallah"'ın bu insanlara neler düşündürttüğünü tespit etmek, bulmaya çalıştığımız cevap açısından zorunlu görünüyor. Öyle de olmalı. Çünkü müşrikler düşmanlıklarının merkezini bizzat kendileri de değişik vesilelerle ifade ederek; "Biz seni değil, senin getirdiğin şeyi yalanlıyoruz" demişlerdir. Onlar aslında gerekçelerinde dile getirdikleri nedenler dolayısıyla şaşkına dönmedikleri, zulmü, işkenceyi, baskıyı bu nedenlerle yapmadıkları, kendilerinin bu ifadelerinden anlaşılmaktadır. Yani müşrikler açısından asıl problem "Resullulah'ın getirdiği şey"dedir. Diğer bir ifade ile problem o sözden anladıklarındaydı. Çünkü onlar "La İlahe İllallah"'tan bugün de çoğu zaman anlaşılan ve anlatılan; "Allah'tan başka Yaratan yoktur" gibi bir anlamın ötesinde başka şeyler anlıyor olmalıydılar. Eğer onlar bu sözden "Allah'tan başka Yaratan yok" biçiminde şeyler anlamış olsalardı açıkladığımız nedenlerden dolayı tepkide bulunmaları gerekmeyecekti. Ayrıca onların "La İlahe İllallah"'tan her ne anlıyorlarsa o anladıklarının, Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in kastettiği anlam olduğu da açıktır. Çünkü onlar, "La İlahe İllallah"'tan doğru şeyler anlamış olmalılar ki, hiçbir şekilde ilgili sözden yanlış anlamlar, bu sözle aslında başka şeyler kastedildiği türünden Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in bir düzeltmesiyle karşılaşmamışlardır.
Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in Mekkelilerden, "La İlahe İllallah"çağrısını kabul edenlere o günün iki süper devleti olan Doğu Roma (Bizans) ve Fars hazinelerini vaat etmesi de, ilgili sözün Allah Subhânehu Ve Teala'dan başka ilah/yaratan olmadığı anlamının çok dışında şeyleri ifade ettiğini açıkça göstermektedir. Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem kavmine şöyle seslenir;"Ey Kureyş cemaati! Bana itaat edin ki kıyamete kadar bütün insanlar da sizin ardınızdan yürüsün" ve "Benimle birlikte "La İlahe İllallah" deyiniz. Bütün Araplar size boyun eğeceği gibi, Arap olmayanlar da size cizye ödeyecektir. Allah'a yemin ederim, Kisra'nın ve Kayser'in hazinelerini Allah yolunda harcayacaksınız."
Burada düşünmek gerek. Eğer "La İlahe İllallah" bütün putları reddedip ilah/yaratan olarak sadece Allah'a inanmak anlamına gelmiş olsaydı, müşrikler yurtlarından atılmaktan niçin korkma gereği duysunlar? Yaratan olarak Allah'a inanmanın Doğu Roma ve Fars hazinelerine sahip olmakla ne ilgisi vardı? Akabe'de "La İlahe İllallah"'ı kabul ettiklerini bildirip Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'i himayelerine aldıklarını açıklayan Medineli gençlerin bu tavırları bizzat kendileri tarafından "dünyaya meydan okumak" olarak izah ediliyordu. "La İlahe İllallah"'ı söyleyip, küçük bir şehir devletinin dışladığı bir insanı yanlarına almanın dünyaya meydan okumakla ne ilgisi vardı? Örnekleri daha da çoğaltmak mümkün ve bütün bunlar "La İlahe İllallah"'ın sadece bir yaratan bulunduğu anlamının dışında başka anlamlar taşıdığının önemli ipuçlarıdır. Peki, nedir bunlar?
Ebu Cehil, Resulullah'ın getirdiklerini kabul etmekle bazı yetkilerini kaybedeceği korkusunu açıkça ifade ettiği gibi; "Ben senin bu dinini kabul edip, sana tabi olur ve Yaratan seni muhaliflerine üstün kılarsa sen öldükten sonra hâkimiyet bize kalır mı?" diyenler de eksik değildi. Onlar bu söz ve teklifleriyle Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'e düşmanlıklarının asıl nedenini göstermektedirler. Yani sosyal, siyasi, ekonomik, hukuki konularda yetkilerinin "La İlahe İllallah" çağrısı ile sona erdirilmek istendiği ve bunu kabul edemeyeceklerini bildirmiş olurlar. Kur’an'dan öğreniyoruz ki, söz konusu tavırlar ve sözler, önceki peygamberlerin kavimleri tarafından da ifade edilmiştir. Örneğin Medyen halkı; "La İlahe İllallah" çağrısına uydukları takdirde siyasi ve ekonomik yetkilerini kaybetmekten korkmuşlardır. Firavun da siyasi, askeri dolayısıyla ekonomik gücünün kaybolacağını düşünmüştür. Bundan dolayı Hz. Musa Aleyhisselam'a; "Sen bizi büyünle yurdumuzdan çıkarasın diye mi geldin ey Musa?" demekten kendisini alamaz.
Böylece anlıyoruz ki, müşriklerin asıl tepkilerinin nedeni, "La İlahe İllallah"sözündedir. Bu nedenle müşrikleri korkutup şaşkına döndüren ve tepkide bulunmalarına neden olan "La İlahe İllallah" kelimesinin ortaya koyduğuemr/hüküm (hakimiyet) konusunu değinmek gerekir.
Komuta ve hâkimiyet gücünün söz konusu olduğu emrhükme oranla kısmen farklı anlamlara sahiptir. Fark, sebep-sonuç ilişkisine benzetilebilir. Buna göre emr sebep, hüküm ise emrin gereği, sonucudur. Yani hükümde bulunabilmek için onun dayanağı olan emretme gücünün bulunması gerekir. Ancak ikisi arasındaki ince anlam farklılıklarına girmeden ve Kur’an'da da daha çok kullanılan hüküm kavramı çerçevesinde konuya değinecek olursak; Ha-Ke-Me fiilinin mastarı olan hüküm (hükm) karar verme, güç, tahakküm gibi anlamları ve bunlara bağlı olarak da yönetme, idare etme anlamlarını kapsar. Hükm, bugün Türkçe de kullanılan hâkimiyet/egemenlik kavramlarının eş anlamlısı olup, üzerinde hiçbir şekilde daha güçlünün, yetkilinin bulunmadığı irade ve yetki sahibini ifade eder. Buna göre hüküm sahibi, hükmün gerektirdiği itaatle kendisi zorunlu olmayan ve kendisi dışındakilerin itaatini isteyendir. Kendisi itaatle sorumlu değildir, çünkü belirttiğimiz gibi kendisinin üstünde daha büyük irade sahibi, dolayısıyla hüküm sahibi yoktur.
Müşrikler hükümden pay isterken aslında hükmetme yetkisi istiyorlardı. İsteklerine göre, hükmün hiç değilse bir kısmı kendilerine ait olmalıydı. Hükümden, yani bir şey hakkında, onun doğru-yanlış, iyi-kötü, güzel-çirkin, hak-batıl, yasak-serbest, olduğu konusunda karar verme, dolayısıyla bir şeyi yasaklama veya serbest kılma yetkisinden pay istiyorlardı. Bu isteğin dayandığı yetkinin, bireysel konuları olduğu kadar, toplumsal konuları da kapsadığı açıktır. Onların bu isteğine verilen cevap gayet açıktır. Allahu Teala şöyle buyurdu:
إن الحكم إلا لله "Hüküm yalnız Allah'ındır." (Yusuf 40)
ولا يشرك في حكمه أحدا "O kendi hükmüne kimseyi ortak etmez." (Kehf 26)
Ancak buna rağmen hüküm konusunda kendisini yetkili görenler çıkar ve hükmetmeye kalkışırlarsa, onlar Allah Subhânehu Ve Teala'nın indirdiğiyle (hükmüyle) hükmetmedikleri için kâfirdirler, zalimdirler, fasıktırlar. Allah'ın, konuyla ilgili olarak Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'e verdiği talimat ise bu çerçevede ayrı bir önem kazanmaktadır:
وأن احكم بينهم بما أنزل الله ولا تتبع أهواءهم واحذرهم أن يفتنوك عن بعض ما أنزل الله إليك فإن تولوا فاعلم أنما يريد الله أن يصيبهم ببعض ذنوبهم وإن كثيرا من الناس لفاسقون(49)أفحكم الجاهلية يبغون ومن أحسن من الله حكما لقوم يوقنون"Aralarında Allah'ın indirdiğiyle hükmet, onların keyiflerine uyma ve onların Allah'ın indirdiği şeylerin bir kısmından seni şaşırtmalarından sakın! Eğer dönerlerse bil ki Allah, bazı günahları yüzünden onları felakete uğratmak istiyordur. Zaten insanlardan çoğu, yoldan çıkmışlardır. Yoksa cahiliye hükmünü mü arıyorlar? İyice bilen bir toplum için Allah'tan daha güzel hüküm veren kim olabilir? (Maide 49-50)
Ayetlerle, insanın hükmeden değil, Allah Subhânehu Ve Teala'nın hükümlerinin uygulayıcısı olduğu (olması gerektiği) açıklanır. Kısacası Hüküm Allah'ındır ve insanlar O'nun hükümlerine uymak zorundadırlar. İnsanlar için başka bir hak veya yetki söz konusu değildir. Hüküm Allah'a ait olup, insanların böyle bir yetkiye sahip olmamalarının nedeni de yine ayetlerde ayrıntılı şekilde açıklanır. Allah Subhânehu Ve Teala yaratandır, yoktan var edendir, alemlerin Rabb’idir, yerdekilerin ve göktekilerin mutlak sahibidir, O'nun her şeye gücü yeter, mutlak galiptir, hiçbir şeye muhtaç değildir, her işi yönetip kontrol eder, her şeyi bilir, bilgisi mutlaktır, O, başkasının hükmüne muhtaç ve uymak zorunda olmayacak kadar yüce ve her türlü eksiklikten münezzehtir. O halde tüm bu sıfatların en layıkıyla sahibi olan birisi, hükümde de tektir ve buna sahip olan sadece Allah'tır. Kur’an'da emr/hüküm konusuna açıklık getirildikten sonra insanın bunlar karşısındaki konumu da açıklanır. Böylelikle insanın yaratılış gayesi de açıklanmış olur:
وما خلقت الجن والإنس إلا ليعبدوني "Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım." (Zariyat 56)
Kulluğun ise rasgele şeylere ve rasgele şekilde olamayacağı, belirli esaslara göre olması gerektiği açıklanır. Bütün bunlara bağlı olarak da konu özetlenir:
أيحسب الإنسان أن يترك سدى "İnsan başıboş bırakılacağını mı sanıyor?" (Kıyamet 36)
İmam Şafiî, ayette geçen başıboş (südâ) ifadesinin emir ve yasak anlamına geldiğini, dolayısıyla ayetin anlamının; "Emir ve nehy olunmayacağını mı zanneder?" olduğunu belirtir.
Bu noktada şöyle bir soru sorulabilir: Mekke müşrikleri niçin "La İlahe İllallah" çağrısı karşısında emr'den payları olup-olmadığı konusunu gündeme getirdiler? Çağrıldıkları ve kabul etmeleri istenen söz ile emr arasında ilgiyi nasıl kurdular? İşte, peygamberlerin Tevhid'i tebliğleri sırasında en önemli nokta burada açığa çıkar ve benzeri soruların cevabı, Tevhid hakikatinin bütün anlamıyla açığa çıkmasını sağlar niteliktedir. Şöyle ki; Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in müşrikleri öncelikle inanıp, söylemeye çağırdığı söz Allah Subhânehu Ve Teala'nın varlığı ve varlık olarak birliği olmayıp tek ilah olduğu konusuydu. Yani "La İlahe İllallah". Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem onlara öncelikle; "Allah'tan başka Yaratan yok" gibi bir sözü kabule değil,"Allah'tan başka İlah" olmadığını kabule çağırıyordu. Müşriklerin akıllarını başlarından alan, şaşkına çeviren, korkutan da bu "İlah" konusuydu. Ve bütün problem buradan kaynaklanıyordu. Zaten ayetlerle de Mekke müşriklerinin Allah'la ilgili inançlarındaki yanlışlar tashih edilerek, Allah'ın tek ilah olduğu açıklanır. Yoksa onlara hiç haberleri-bilgileri olmadığı bir Allah inancından bahsedilmez. Böylece anlaşılmaktadır ki, "La İlahe İllallah"'tan Allah'tan başka yaratan yok anlamının veya Allah'tan başka ilah yok anlamının çıkarılması birbirinden oldukça farklı boyutlarda şeyler ifade eder. İkisinin arasında büyük fark vardır. Bu nedenledir ki birincisini müşrikler büyük oranda kabul ediyor, hatta bu biçimde kabul edenlere de (Hanifler) tepki göstermiyorlardı. Ancak ilahın sadece Allah olduğu ve bu nedenle O’ndan başka ilah olmadığı esasına gelince o zaman durum değişiyordu. Çünkü ilah konusu, en azından müşrikleri şaşkına çevirecek kadar çok şeyler ifade ediyordu.
E-Le(Li)-He fiilinden gelen ilah; kulluk etmek, yöneltmek, yönetmek, hareket tarzı ve davranış biçimi tayin etmek, kurallar koymak gibi anlamları içerir. Dolayısıyla ilah, insan bireyinin ve toplumunun hayat tarzını, hareket biçimini belirleyen, yönetip kontrol edendir.
Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem’in tebliğ ettiği davanın Mekke müşrikleri için büyük bir problem olduğu açıktır. Çünkü "La İlahe İllallah"çağrısını işittikleri zaman, bu sözle ilahlığın sadece Allah'a ait olduğunun ilanını görüyorlardı. Bu ilanın ise bireysel yaşantıdan, sosyal hayata ve inanç esaslarına kadar insanı ilgilendiren, bütün alanlarda statükodan oldukça farklı, yepyeni bir yapıyı önerdiğini anlıyorlardı. Bu nedenle "La İlahe İllallah"çağrısının statükoyu tamamıyla değiştireceğini anlayan Mekke ileri gelenleri, haksız menfaatlerinin devamı açısından tepkide bulunmayı zorunlu bulurlar. Her yeni gelen ayetle de korktuklarının başlarına geldiğini açıkça görür ve tepkilerini de buna bağlı olarak artırdıkça artırırlar. Ayetlerde açıklandığı şekliyle Allah; Meliku'n-nas/insanların hükümdarı, din gününün sahibi, hakiki hükümdar, her türlü eksikliklerden uzak hükümdar, sûr'a üflenecek günün hakimi, ahiretin hakimidir. Bunlar şunu ifade etmektedir; Allah'ın razı olduğu tek din olan İslâm, bireysel ve toplumsal bütün alanları kapsayan bir hukuk sistemidir. Bu hukukun kaynağı ise sadece Allah'tır. Allah'ın hukuku/hükmü dışındaki hukuklar ise Allah Subhânehu Ve Teala’dan olmadığı için meşru değildir. Dolayısıyla o meşru olmayan hukukları uygulayan yöneticiler de meşru değildir. Diğer bir ifadeyle din ve şeriat koymak, çıkışı ve uygulanışı ile nehiyde bulunmak uluhiyet sıfatlarından olup, bu sıfatta sadece Allah'a ait olduğu için Allah’tan gelen sosyal, siyasi, ekonomik vs. sistemi meşru, onun dışındakiler ise zulmün tezahürleri olan cahiliye sistemleridir. Bütün cahili sistemler ise yok olmaya mahkumdur.
Mekke müşriklerinin "La İlahe İllallah" çağrısı üzerine tepkide bulunmaları sadece ilah kavramı çerçevesinde de kalmıyordu. Onlar çok iyi biliyorlardı ki, ilah kavramı rabb ve melik kavramlarını da içermektedir. Yani ilah olan aynı zamanda rabb ve meliktir de. "La İlahe İllallah" çağrısı ile de ilahlığın (ulûhiyetin) yanı sıra rabb'lık (rububiyet) ve melik'lik (mülûkiyyet) sıfatlarının da insanlara değil, sadece Allah'a ait kılındığı açıkça anlaşılıyordu. Bu durum müşriklerin kin ve baskılarını daha da artırır. Zira müşrikler, "La İlahe İllallah" çağrısı ile sosyal statü ve yetkilerinin meşru olmadığının ilan edildiğini, bu statü ve yetkilerinin tamamıyla ellerinden alınacağını iyice anlarlar. Çünkü, ilah kavramına göre daha özel anlamlar içeren rabb'ın, bu durumu açıkça ifade ettiğini görüyorlardı.
Rabb'ın anlamına gelince; o, asıl anlamıyla terbiyeyi ifade eder. Bunun içerisinde ıslah etmek, tasarrufta bulunmak, kemale erdirmek, kefil olmak, efendi olmak, sorumluluklara sahip olmak, toplamak-yığmak, başkanlık yapmak, sahip olmak gibi anlamları yüklenir. Ayetlerde ve Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in kullanımındaki anlamın dışında Mekke müşriklerinin kullanımındaki rabb, ağırlıklı olarak üç anlamı ifade ediyordu: Tapınma, kulluk ve boyun eğme. Bunların ifade ettiği ortak anlam ise, yetki ve gücü elinde bulundurana itaat etmektir.
Bütün zamanlardaki küfrün ileri gelenleri, kendilerinin rabb olduğuna inandıklarındandır ki, yöntemleri altındaki insanlar için kanun yapma, onları bu kanunlarla yönetme hakkının kendileri için tabii bir hak olduğuna kesinlikle inanmış ve savunmuşlardır. Mekke müşriklerinin ileri gelenleri için de durum değişmez ve onlar da rabb olarak kendilerini kabul ederler. Ancak Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'e peş peşe gelen ayetler ise rabb'ın sadece Allah olduğu bildirilir. Ayetlerde Mekke müşriklerini şaşkına çevirecek şekilde Allah'ın rabb oluşuyla ilgili ayrıntılı bilgiler verilir. Bu ayetlerden bazılarına göre; Allah doğunun ve batının, insanların, sabahın, Şir'a yıldızının (bu yıldız müşriklerden bazılarının putu idi), Kâbe'nin, yüce arşın, göklerin ve yerin, doğuların, yerin ve ikisi arasındakilerin, Mekkelilerin ve atalarının, kısacası Allah her şeyin rabb'idir. Bu ise kendilerinin rabb olduğu gibi bir iddiayı ileri sürerek, sadece bir bölgenin hâkimiyetini elinde bulundurmaya çalışan kişilerin (tağutların) aksine Allah'ın bütün alemlerin rabb'i olduğu ve yöneticilerin, zenginlerin vs. ancak Allah'ın hükümleriyle hükmetmeleri durumunda meşru olabileceklerini ilan ise, kendi hükümleriyle Mısır veya Mekke'yi yöneten, Firavun veya Mekke aristokratlarının bütün fonksiyonlarını geçersiz kılar. Onlar, menfaatlerini korumak ve devam ettirmek için rabb sıfatının sadece Allah'a ait olmasını kabul etmezler.
"La İlahe İllallah"'ın müşriklere düşündürtüp, tepkilerine neden olan diğer bir özelliği de, ilah kavramının melik kavramını da kapsıyor olmasıdır. Melik; sahip olmak, tasarrufta bulunmak, insanlar üzerinde tasarrufta bulunmak, insanları yönetip kontrol etmek anlamlarını içeren melik ve onunla aynı mastardan olan mülk, malik, milk kavramları idari konularda, yönetimle ilgili alanlarda ele alındığı zaman otorite ve hükmetme anlamlarındadır. Mekke aristokratları ilah olarak (insanların bireysel ve sosyal hayatlarını ilgilendiren konularda) kendilerini niteledikleri için, rabb sıfatında olduğu gibi melik oluşu da yine aynı şekilde, bir yönüyle kendilerine ait kılıyorlardı. Zira Mekke müşrikleri çok iyi biliyorlardı ki, ilah olan aynı zamanda rabb ve melikti de. Firavun'da Mekke'deki halefleri gibi düşünüp, inandığını görüyoruz. O, kavmine hitaben; "Mısır mülkü ve şu altımdan akıp giden ırmaklar benim değil mi?" derken, sahip olduklarını istediği gibi yönetip kontrol etmek ve harcamak vs. hakkında da sadece kendisine ait olduğunu ifade etmiş oluyordu. Bu durum, kendilerine peygamber gönderilen diğer kavimlerde de aynı biçimde açığa çıkar. Örneğin; Hz. Şuayb'e karşı gelen Medyen'liler, sahip oldukları mallarının isimlerini sıralayıp, onları istedikleri gibi kullanabileceklerini, kimsenin kendilerine karışamayacağını ifade ederler. Mekke müşrikleri açısından da değişen bir şey yoktur. Mademki Mekke onlarındır, o halde Mekke de (sahip oldukları beldede, mülklerinde) istedikleri gibi hareket tarzına sahiptiler. Çünkü bu mülkün malikidirler.
Ancak "La İlahe İllallah", bütün müşrikler açısından her şeyi altüst eder. Zira Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem bu söz ile Allah Subhânehu Ve Teala’dan başka melik olmadığını, dolayısıyla insanlardan hiç kimsenin istediği gibi hareket tarzına sahip olamayacağını ve mallarını da istedikleri biçimde kullanma hakkına sahip olmadıklarını açıklamış olmaktadır. Diğer bir ifadeyle;"La İlahe İllallah" çağrısı, insanların bir kısmı bazı şeylere malik olduklarını ve bu mülkleri üzerinde istedikleri gibi tasarrufta bulunabileceklerini söylüyorlarsa da, insanlara böyle bir yetki verilmemiştir anlamına geliyordu. Çünkü mülk üzerinde tasarrufta bulunma yetkisi, belirli sıfatlara sahip olmayı gerektirir ve bu sıfatlardan en önemlisine göre melik olmak beşeri değil, ilahi olmayı gerektirir. Dolayısıyla sadece Allah Meliktir. İnsanlar için geçerli olabilecek tek şey ise göklerin ve yerin mülkünün sahibi olan ve bu mülkünde hiçbir ortağı olmayan Allah'ın emirlerine uymaktır. Ancak bu esaslar doğrultusunda, Allah'ın mülkünü kullanma yetkisi insana verilmiştir. Fakat bu kullanma yetkisi de sınırsız değil, Allah'ın hükümleriyle kayıtlıdır. Bütün bunlar insanın emir sahibi (ilah) olmaması nedeniyledir. Zira emir, ilah oluşu nedeniyle sadece Allah'a aittir.

"La İlahe İllallah"'ın sadece benimsenen bir söz olarak ifade edilmesinin ise, Tevhid ile hiçbir ilgisi yoktur. Elbette ki, "La İlahe İllallah" bir sözdür. Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem insanların bu sözü söylemelerinin Cennete vesile olacağını açıklar. Ancak bu, onu hiçbir anlam ifade etmeyen veya anlamı tam olarak bilinmeyen bir söz olarak da söyleseniz olur anlamına gelmez. Eğer böyle olsaydı, onun, Mekke müşriklerinin hiç tereddüt etmeden söyleyecekleri bir söz olacağı kesindi. Konuyla ilgili birçok örnekten sadece birisi dahi bu tespitimizi doğrular niteliktedir. Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem, Mekke müşriklerini bu sözü söylemeye davet ettiği zaman Ebu Leheb; "Sana bir söz değil, on söz söyleriz" mukabelesinde bulunur ve Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'den kendilerinin söylemesini istediği sözü sorar. Söz; "La İlahe İllallah"'dır. Şaşkına dönerler birbirlerine bakıp;"Yürüyün putlarınıza bağlılığa devam edin, doğrusu arzu edilecek sadece budur" diyerek oradan uzaklaşırlar. Çünkü onlar muhtevasını çok iyi anladıkları bu sözün, kendilerinin kabul ettikleri Tevhidî unsurların eksik olduğunu, kabul etmekten kaçındıkları ulûhiyet konusunu da Tevhid'in kapsamına aldığını bilirler. Bunun ise sadece bir söz olarak söylenmekle bir anlam ifade etmeyeceğini, onun öncelikle bireysel ve sosyal yaşantıda açığa çıkması gereken hayat tarzı olduğunu anlarlar. Bu yönüyle de Tevhid'in bir defa değil, on defa dahi söyleseler, bir söz olarak kaldığı sürece bir anlam ifade etmediğini, Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem 'in de bir söz söylemekle sadece söylemeyi kastetmediğini bilirler.

DÜNYA HAYATININ DEĞERİ VE HAYAT TASVİRİ


DÜNYA HAYATININ DEĞERİ VE HAYAT TASVİRİ

Allah Subhenehû ve Teala’nın Resulü şöyle buyurmaktadır:
"Ümmetler ve milletler (din mensupları) birbirlerini sofraya davet ettikleri gibi birbirlerini sizin üzerinize davet edecekler ve üzerinize üşüşecekler." Bu sözü duyanlardan birisi: Bizim azlığımızdan mı? diye sorar. Resulullah; "Hayır! Aksine siz o gün çok olacaksınız. Fakat sizin çokluğunuz tıpkı selin önüne katıp sürüklediği çer çöp gibi olacaktır. Allah düşmanlarınızın kalbinden size karşı duydukları korkuyu kaldıracak ve sizin kalbinize vehn bırakacak." buyurur. Yine bu sözü duyanlardan birisi: Ya Rasulullah! Vehn nedir? diye sordu. Resulullah;"Ölüme karşı isteksizlik ve dünya sevgisidir." dedi.
Bu hadiste, Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem 14 asır önce yaptığı bir tasvirle adeta günümüz Müslümanlarının durumunu ortaya koymaktadır. Hadisin sonunda yer alan; “Ölüme karşı isteksizlik ve dünya sevgisi”ifadeleri gerçekten bugün karşı karşıya kaldığımız sorunlardan birisidir. Günümüzün Müslümanları olarak bizler dünya hayatına ne kadar değer verip-vermemiz gerektiği hususunda şaşkın bir hale geldik. Müslümanlar sahip oldukları inançlarından kaynaklanan düşüncelerden vazgeçip batı fikirlerini benimsemekle dünya hayatına bakışları değişti.
Kafirler nezdinde dünya hayatı; Allah Subhenehû ve Teala'ya ve Resulüne inanmayan, Allah'ın dinini tek din olarak kabul etmeyen kişilerin yaşamında, nimetlerinden sınırsız bir şekilde, en üst düzeyde faydalanılması gereken bir yer olarak algılanmaktadır. Çünkü, kafirlerin bir kısmı ahiret hayatına kesinlikle inanmamakta ve ahiret inançları şekli olmaktan öteye geçmemektedir. Onlar için yaşanabilecek tek hayat bu dünya hayatıdır. Onların ahiretteki nasipleri ise ancak cehennemdir.
Evet, gerçekten bu dünya hayatı kâfirlere süslü gösterilmiş bir hayattır. Onların bu hayata sahip olmak için yapamayacakları hiçbir şeyleri yoktur. Çünkü onlar ahirette hüsran içerisinde olacaklardır. Müslüman ise, kâfirler veya müşrikler gibi değildir. Müslümanlar için ahirette içinde ebedi kalmak üzere hazırlanmış Cennet vardır. Dolayısıyla Müslüman'ın dünya hayatına bakışı da kâfirlerin bakışından farklı olmalıdır. Müslüman'ın gözünde dünya hayatı, ne pahasına olursa olsun her şeyiyle kaçırılmaması gereken bir hayat değil bir imtihan dünyası olarak değerlendirilmelidir. Çünkü insanların tamamı bu dünyaya imtihan için gelmişlerdir. Bu konuyla ilgili bir ayette şöyle buyrulmaktadır:
الذي خلق الموت والحياة ليبلوكم أيكم أحسن عملا وهو العزيز الغفور "Hanginizin daha iyi iş işleyeceğini imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratan O'dur." (Mülk 2)
Tüm insanlar, özellikle de Müslümanlar bu dünya hayatında imtihan için bulunduklarının bilincinde olmalıdırlar ve dünya hayatına da ona göre değer vermelidirler. Müslüman'ın gayesi her ne olursa olsun dünyayı kazanmak değil ahireti kazanmak, Allah'ın rızasını elde etmek olmalıdır. Dünya hayatı yalnızca ahireti kazanmak için hazırlanmış bir tarla konumundadır.
Allah Subhenehû ve Teala'nın kitabında kendilerinden övgü ile bahsettiği, razı olduğunu bildirdiği Sahabelerin (Allah onlardan razı olsun) hayatlarına bir bakalım. Acaba onların yaşadıkları dönemin "asrı saadet" olarak isimlendirilmesinin nedeni sahip oldukları dünya zenginliklerinden mi yoksa bundan çok daha değerli şeylere sahip olmalarından mı kaynaklanıyordu?
- Aişe Radiyallahu Anhuma'dan gelen bir rivayete göre şöyle denmektedir:"Üzerinden üç hilal geçerdi de Allah Resulü’nün evlerinde ateş yanmazdı." Yani iki ay üst üste Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in evlerinde sıcak yemek pişmezdi. Sahabelerden birçoğu yiyecek bulamadıkları için günlerce aç gezerlerdi, günlerini oruçla geçirirlerdi.
- Suheyb er-Rumi Mekke'den Medine'ye hicret ederken yolunu kesip Mekke'de kaldığı süre içerisinde sahip olduğu mal varlığını almak isteyen müşriklere, Medine'ye hicretine engel olmamaları koşuluyla malının tamamını bırakmıştır. Medine'ye geldiğinde ise Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem;"Suheyb kazandı. Suheyb kazandı" diyerek yaptığı işi tasvip etmiştir.
- Ebu Bekir Radiyallahu Anha Mekke'de iken sahip olduğu 40.000 ukiyelik mal varlığının 34.000 ukiyelik kısmını Allah Subhenehû ve Teala için harcamış, Müslüman köleleri alıp âzad etmiştir. Müslüman olmadan önce yaptığı ticari seyahatlerin hepsini iptal ederek yalnızca Mekke içerisinde ticaret yapmakla yetinmiştir.
- Tebük savaşına gidecek ordunun hazırlanması için Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem Müslümanların tasaddukta bulunmalarını istediğinde malının tamamını getirmesi üzerine Ömer Radiyallahu Anha; Bu sefer de Ebu Bekir'i geçemedim’ diyerek kendi kendine hayıflanmış ve Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem’e; “Ya Resulullah Ebu Bekir evinde çocuklarına hiçbir şey bırakmadı” dediğinde Ebu Bekir Radiyallahu Anha şöyle cevap vermiştir: “Getirdiklerimden daha hayırlısını bıraktım.” Ne bıraktın? “Allah ve Resulünü bıraktım.”
- Ömer Radiyallahu Anha'nın Hilâfeti zamanında yapılan fetihler sonucunda İslâm Devleti’ne bol miktarda ganimet gelmeye başlamıştı. Ömer Radiyallahu Anha bir yandan önünde yığılı olarak durmakta olan altınlara bakıyor bir yandan da hüngür hüngür ağlayarak şöyle diyordu: "Allah biliyor ya, bunu peygamberinden ve Ebu Bekir'den sakındırdı da bana verdi. Bununla hayır mı yoksa şer mi diledi?" Yani Ömer Radiyallahu Anha önünde yığılı bir halde bulunan altınlara sevineceği yerde bunun kendisi için bir imtihan olduğunu düşünerek, imtihanı kaybetmekten korkuyordu.
Gerçekten de Sahabe dünya hayatına gerektiğinden fazla önem vermiyorlardı. Onların dünyaya bakışlarının temel esaslarını Allah Subhenehû ve Teala'nın şu ayetleri oluşturuyordu:
أولئك الذين اشتروا الحياة الدنيا بالآخرة فلا يخفف عنهم العذاب ولا هم ينصرون “İşte onlar, ahirete karşılık dünya hayatını satın alan kimselerdir. Bu yüzden ne azapları hafifletilecek ne de kendilerine yardım edilecektir.” (Bakara 86)
كل نفس ذائقة الموت وإنما توفون أجوركم يوم القيامة فمن زحزح عن النار وأدخل الجنة فقد فاز وما الحياة الدنيا إلا متاع الغرور “Her canlı ölümü tadacaktır. Ve ancak kıyamet günü yaptıklarınızın karşılığı size tastamam verilecektir. Kim cehennemden uzaklaştırılıp cennete konursa o, gerçekten kurtuluşa ermiştir. Bu dünya hayatı ise aldatma metâından başka bir şey değildir.” (Ali imran 185)
من كان يريد حرث الآخرة نزد له في حرثه ومن كان يريد حرث الدنيا نؤته منها وما له في الآخرة من نصيب “Kim ahiret kazancını istiyorsa, onun kazancını arttırırız. Kim de dünya kârını istiyorsa ona da dünyadan bir şeyler veririz. Fakat onun ahirette bir nasibi olmaz.” (Şura 20)
Evet, Sahabe-i kiramı ve dünya hayatına bakışlarını bir kısmını yazdığımız bu ayetler şekillendiriyordu. Onların gayeleri dünyayı, dünyanın geçici nimetlerini kazanmak değil alemlerin Rabbi olan Allah Subhenehû ve Teala'nın rızasını kazanmaktı. Temel düşünceleri bu nokta üzerinde yoğunlaşıyordu. Ahiret yurdunu kazanabilmek için sahip oldukları dünya varlıklarının tamamını feda etmeye her zaman için hazır kimselerdi. Çünkü onlar Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in şu hadislerini kendilerine şiar edinmişlerdi:
Ebu Hureyre'den Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem şöyle dedi: "AllahSubhenehû ve Tealabuyuruyor ki; Salih kullarım için gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve herhangi bir insanın hatırından dahi geçmeyen (nimetler) hazırladım. Dilerseniz şu ayeti okuyunuz: “Yaptıklarına karşılık olarak, onlar için ne mutluluklar saklandığını hiç kimse bilemez.” Cennette bir atlının gölgesinde yüz yıl boyunca gideceği ancak yine de aşamayacağı büyüklükte bir ağaç vardır. Dilerseniz şu ayeti okuyunuz: “Uzamış gölgeler” Sizin Cennetteki bir kamçı kadar yeriniz, dünyadan ve dünyadakilerden daha hayırlıdır." Dilerseniz şu ayeti okuyunuz: “Kim Cehennemden uzaklaştırılıp Cennete konursa o, gerçekten kurtuluşa ermiştir. Bu dünya hayatı ise aldatma metâından başka bir şey değildir.” (Tirmizi,K. Tefsiri'l Kur’an, 3214; Secde 17, Vakıa 30, Ali imran 185)
"Allah'a and olsun ki ahirete göre dünyanın durumu birinizin denize parmağını daldırması gibidir. Baksın bakalım parmağı ona denizden ne getiriyor.” (Ahmet b. Hanbel, Müs. Şamiyyin, 17326)
Aişe Radiyallahu Anha'dan gelen bir rivayette Resülullah Sallallahu Aleyhi Vesellem şöyle buyurmaktadır: "Dünya yurdu olmayanın yurdu, malı olmayanın malıdır. Aklı olmayan kimse dünya için biriktirir." (Ahmet b. Hanbel, Baki Müs. Ensar, 23283)
Ebu Musa el-Eşari'den Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem şöyle buyurdu:“Kim dünyasını severse ahiretine zarar verir. Kim de ahiretini severse dünyasına zarar verir. Baki kalanı (ahireti) yok olana tercih ediniz."(Ahmet b. Hanbel, Müs. Kufiyyin, 18866)
Sahabeler, Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in dünya hayatına asla değer vermediğini, Allah Subhenehû ve Teala'nın razısı uğrunda her türlü sıkıntıya katlanmaya hazır olduğunu, dünyanın her türlü nimetlerini elinin tersi ile ittiğini gösteren şu ifadelerini görüyorlar ve aynen onun peşinden gidiyorlardı:
Mekke'de müşriklere karşı mücadelesini yürütürken, davasından vazgeçmesini, putlarına, Mekke'nin liderlerine, yöneticilerine, sosyal hayatlarına ve ticari ilişkilerine çatmamasına karşılık kendisini başlarına lider yapacakları, Mekke'nin en güzel kızı ile evlendirecekleri veya istediği kadar para verecekleri teklifini amcası aracılığı ile gönderdiklerinde amcasına şöyle diyordu:"Allah'a yemin olsun ki ey amcacığım. Bu işten vazgeçmem için onlar bir elime ayı bir elime de güneşi verseler ben yine bu davadan vazgeçmem. Bu baş bu vücuttan ayrılıncaya ya da bu din hakim oluncaya kadar mücadelemi sürdüreceğim."
Amcası Ebu Talib'in ve eşi Hatice Radiyallahu Anha'nın vefatından sonra davet amacıyla gittiği Taif'te ve dönüşünde karşılaştığı kötü muamele karşısında ellerini kaldırarak şöyle diyordu: "Allah'ım! Gücümün azlığını, çaresizliğimi ve insanların bana yaptıklarını, beni hakir görmelerini yalnızca sana şikâyet ediyorum. Ey merhametlilerin en merhametlisi. Sen güçsüzlerin, hor ve hakir görülenlerin Rabb’isin. Benim de Rabbimsin. Beni kime bırakıyorsun? Kötü sözlü, kütü yüzlü uzak kimselere mi? Yoksa işlerimi eline bıraktığın bir düşmana mı? Eğer bana karşı öfkeli değilsen ben bunların hiç birisine aldırmam. Senin af ve merhametin bana bunları da göstermeyecek kadar geniştir. Senin gazabına uğramaktan, ilahi rızandan uzak kalmaktan sana, senin o karanlıkları aydınlatan dünya ve ahiret işlerini yoluna koyan ilahi nuruna sığınırım. Allah'ım! Sen hoşnut oluncaya kadar affını dilerim. Allah'ım kuvvet ve kudret ancak senin elindedir."
Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem, Taiflilerden gördüğü bunca hakarete, dönüş yolunda taşa tutulmasına rağmen Allah'ı razı etmekten başka hiçbir şeyi hedeflemiyordu. Mekke müşriklerinin kendisine teklif ettikleri dünyalıklara hiçbir şekilde tenezzül etmiyordu. Allah Subhenehû ve Teala'nın rızasını kazandıracak olan Allah Subhenehû ve Teala'nın dinini yeryüzüne hakim kılma görevini yerine getirmekten başka hiçbir şeyi kendisine dert edinmiyordu. Onun ne dünyada ne de dünya malında gözü yoktu. Ruhunu Allah'a teslim etmesinden kısa bir süre önce söylediği şu ifadelerle, dünyaya bakışını net olarak ortaya koyarak ashabına ve onlardan sonra kıyamete kadar gelecek tüm İslâm ümmetine en güzel bir örnek olma özelliğini koruyordu.
Abdullah b. Amr, Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in kölesi Ebu Müveyhibe'den rivayet ediyor. Bir gece yarısı Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem beni uyandırdı ve bana şöyle dedi: "Ey Eba Müveyhibe! Ben, Baki kabristandakilere mağfirette bulunmakla emrolundum, haydi birlikte gidelim.” Ben de onunla birlikte yola çıktım. Oraya vardığımızda onların aralarında durarak şöyle seslendi: “Allah'ın selamı üzerinize olsun ey kabir halkı sizin şu andaki haliniz insanların içerisinde bulundukları halden daha iyidir. Allah’ın sizi kurtardığı şeyleri(tehlikeleri) ah bir bilseniz. Sonra gelen öncekinden daha kötü olan karanlık geceler gibi peş peşe gelen fitneler olacaktır.” Sonra bana yöneldi ve şöyle dedi: “Ey Eba Müveyhibe! Bana, dünya hazinelerinin anahtarları ve dünyada sonsuza kadar kalmak ve cennet vadedildi. Bunlarla, Rabbime ve cennete kavuşma tercihlerinden birisini seçmek arasında serbest bırakıldım.” Dedim ki; Anam, babam sana feda olsun. Keşke dünya hazinelerinin anahtarlarını, içinde sonsuza kadar kalmayı sonra da cenneti tercih etseydin. “Allah’a yemin olsun ki hayır, ey Eba Müveyhibe. Ben Allah Azze ve Celle’ye kavuşmayı ve Cenneti seçtim.” Sonra Baki kabristanda bulunanlara istiğfarda bulundu, oradan da evine gitti.” (Ahmet b. Hanbel, Müs. Mekkiyyin, 15425)
Yeryüzünde yaratılmışların en şereflisi, Allah nezdinde insanların en değerlisi, peygamberlerin sonuncusu, tüm insanlara uyarıcı ve müjdeci olarak gönderilen, rahmet Peygamberi Rasul Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem; dünyada sonsuza kadar kalma, dünya hazinelerinin anahtarlarına sahip olma teklifini elinin tersi ile iterek, ebedi olanı, bunlardan çok daha değerli olanı, Alemlerin Rabbine kavuşmayı tercih etmiştir.
Kerim Resulün yolundan giden Sahabe de aynı şekilde dünyayı değil ahireti kazanmayı kendilerine düstur edinmişlerdir. Allah Subhenehû ve Teala'nın rızasını kazanmak, dinini dünyanın en ücra köşelerine taşımak için cepheden cepheye koşmuşlardır. Dünyanın peşinden koşmamışlar dünyayı peşlerinden koşturmuşlardır. Allah'a, Resulüne, dinine ve Müslümanlara düşmanlık edenlerden korkmamışlar, aksine onların kalplerine korku salmışlardır.
Allah'ın dinini hakim kılmak için Cebelitarık Boğazını geçerek İspanya kıyılarına varmasının ardından tüm gemileri yaktıran Tarık b. Ziyad askerlerine şöyle sesleniyordu: İşte arkanızda koskoca ordu gibi bir derya, önünüzde de derya gibi bir ordu bulunmaktadır. Ya Allah yolunda, önünüzdeki derya gibi ordu ile karşılaşır öldürülüp şehadet şerbetini içer veya Allah tarafından zafere eriştirilirsiniz ya da geri dönmeyi arzular arkanızdaki derya ile boğuşursunuz. Tercih sizindir. Bu konuşmanın ardından Tarık b. Ziyad komutasındaki İslâm ordusu iki saat içerisinde Tulaytıla'nın sarayına girerek tüm hazineleri ganimet olarak ele geçiriyor ve Tarık b. Ziyad ayağını Tulaytıla'nın hazinelerine basarak şöyle diyordu: Ey Tarık! Bir zamanlar para ile alınıp satılabilen bir köle idin, şu anda ise Tulaytıla'nın hazineleri ayaklarının altında durmaktadır.
Evet, Tarık b. Ziyad İspanya'yı dünya malına sahip olmak, batı dünyasında olduğu gibi sömürgecilik için feth etmemişti. Tarık b. Ziyad ve onun dışındaki tüm İslâm komutanları, sultanları ancak Allah'ın dinin dünyaya taşımak, hakim kılmak için cihad etmişlerdir. Dünyanın peşinde koşmadan dünyayı kendi peşlerinden koşturmuşlardır. Allah'ın rızasını talep için çalışırlarken aynı zamanda Allah Subhenehû ve Teala, dünyanın tüm nimetlerini onların ayakları altına sermiştir.
Halid b. Velid'ler, Tarık b. Ziyad'lar, Selahaddin Eyyubi'ler, Halife Mutasım'lar, Fatihler, Yavuzlar ve daha nice kahraman ve cesur İslâm komutanları Allah'tan başka hiç kimseden korkmadan, yalnızca Allah'ın dinini tüm dünyaya hakim kılmayı ve Allah yolunda şehit olmayı arzulayarak hareket etmişlerdir. Onların kalplerinde günümüzün komutanlarında olduğu gibi dünya sevgisi değil, cennet özlemi vardı. Onlar İslâm düşmanlarından değil İslâm düşmanları onlardan korkuyorlardı. Ölümden kaçmıyorlar koşarak, seve seve ölüme gidiyorlardı. Çünkü onlar bu dünyayı değil cenneti istiyorlardı. Onların hayata bakış açılarını; fayda-zarar, iyi kötü veya çıkarcılık değil, Allah ve Resulü’nden gelen Şer'i hükümler, helaller ve haramlar şekillendiriyordu. Bunun için her şeye bakışları farklıydı. Başları dimdik, tok sesli, cesur, uyanık, dünya sınırlarını aşarak ahireti ve Cenneti kuşatan bir ufka sahip ileri görüşlü kimselerdi.
Geçmişte olduğu gibi bugün de İslâm ümmeti içerisinden böylesi komutanları çıkartmaya elbette ki muktedirdir. Ümmet, öncekilerdeki üstün özelliklere sahip kişileri en yakın zamanda görmeyi arzulamaktadır. Başlarında; Allah’a, Resulü’ne, İslâm’a ve Müslümanlara düşmanlık yapmayan, korkaklardan korkmayacak kahraman ve cesur komutanları, yöneticileri görmek istemektedirler. Haçlıların egemenliği altındaki Kudüs'ü fethetmeden rahat bir uyku uyuyamayan ve gülmeyen Selahaddin Eyyubileri arzulamaktadırlar. Resulün hadisinde belirttiği müjdeye nail olabilmek için gece gündüz İstanbul'u fethetme hazırlıklarını sürdüren ve planlar yapan Fatihleri beklemektedirler. Filistin'de, Suriye'de, Bosna'da Azerbaycan'da, Özbekistan'da, Türkiye'de ve Kosova'da, Irak’ta ve daha birçok bölgede Müslüman kızlarımızın, annelerimizin ve kız kardeşlerimizin namuslarına, başörtülerine el uzatanlara haddini bildirecek Halife Mutasım gibi komutanların çıkmasının özlemini çekmektedirler.
Allah Subhenehû ve Teala şöyle buyurdu:

أم حسبتم أن تدخلوا الجنة ولما يأتكم مثل الذين خلوا من قبلكم مستهم البأساء والضراء وزلزلوا حتى يقول الرسول والذين آمنوا معه متى نصر الله ألا إن نصر الله قريب "Sizden öncekilerin başlarına gelenler sizin başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi zannettiniz? Peygamberler ve onunla beraber bulunan müminler: Allah'ın yardımı ne zaman? diyecek kadar darlığa ve sıkıntıya uğramışlar ve sarsılmışlardı. İyi bilin ki Allah'ın yardımı şüphesiz yakındır." (Bakara 214)

LA İLAHE İLLALLAH MUHAMMEDURRASULULLAH


LA İLAHE İLLALLAH MUHAMMEDURRASULULLAH

Allah’ın rızasını kazanasın, hüsrana uğramayasın. Aksini yaparsan o mahkemede “eyvah!” dersin, pişman olursun ama o pişmanlık fayda vermez. Esasen Allahu Teala insanlığın ilk atasını yeryüzüne gönderirken şöyle buyurmuştu:

قلنا اهبطوا منها جميعا فإما يأتينكم مني هدى فمن تبع هداي فلا خوف عليهم ولا هم يحزنون(38)والذين كفروا وكذبوا بآياتنا أولئك أصحاب النار هم فيها خالدون “Dedik ki: Hepiniz cennetten inin! Eğer benden size bir hidayet gelir de her kim hidayetime tâbi olursa onlar için herhangi bir korku yoktur ve onlar üzüntü çekmezler. İnkâr edip âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, onlar cehennemliktir, onlar orada ebedî kalırlar.” (Bakara 38-39)

Allah ve Resulüne iman edip salih amel işleyenlerin, Şer’i hükme tabi olanların yeri Cennet olacaktır. Bu kişiler Allah Subhenehû ve Teala’nın rızasına nail olmuşlardır. İnkâr edenlerin yeri ise Cehennemdir. Bunlarda Allah’ın gazabına uğrayacaklardır.
Burada ince bir noktayı da ayırmak gereklidir. Efendimiz Sallallahu Aleyhi Vesellem bir Hadis-i Şerifinde şöyle buyuruyor:
“Hiçbir kimse ameline güvenerek Cennete gireceğini sanmasın.Sahabe; ‘Ya Rasulullah sen demi?’ deyince, ‘Ben de’ buyurdu. ‘Şu kadar ki Allah bana kendinden bir Rahmet ile yetişir.” (Müslim)
Allah Subhenehû ve Teala şöyle buyuruyor:

قل إنما أنا بشر مثلكم يوحى إلي أنما إلهكم إله واحد فمن كان يرجوا لقاء ربه فليعمل عملا صالحا ولا يشرك بعبادة ربه أحدا“De ki: Ben, yalnızca sizin gibi bir beşerim. (Şu var ki) bana, İlâhınızın, sadece bir İlâh olduğu vahiy olunuyor. Artık her kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, iyi iş yapsın ve Rabbine ibadette hiçbir şeyi ortak koşmasın.” (Kehf 110)

Bu ayette, yapılan bir işin Allah Subhenehû ve Teala katında makbuliyeti için iki şart koşulmuştur:
1. Yaptığı ibadeti Şer’i hükme uygun ve işi yalnızca Allah Subhenehû ve Teala için yapmalı.
2. Allah Subhenehû ve Teala için yaptığı salih ameli Şer’i hükmün sınırları içinde yapmalı ve yukarıdaki Hadis-i Şerifi de göz önüne alarak bu ibadetin Allah Subhenehû ve Teala katında kabulünü ummalıdır.
Böylece ne ameline güvenip dengesini sarsmalı, ne de amel etmekten geri durmalı. Yani korku ile ümit arasında olmalı ki amellerinde devamlılık olsun, hesap gününü gözetsin, Şer’i hükme uygun amel işlesin, yaptığı ibadette hiç kimseyi O’na ortak etmesin. Bu durumda o kişi dünya hayatında kulluğun kâmil manada gerçekleşmesi için çalışır. Bu düşünce onu kâmil manada kulluğu yapmayı engelleyen nedenleri araştırıp, bulup, bu noktada Şerîatın ona ne yükümlülük yüklediğine karar vermeye, varılan sonucu tahkik ettirmek için hareket etmeye sürükler. Bu sonuç ise, dinin diğer dinler üzerine hâkim olmasını gerekli kılar. Aksi takdirde Allah Subhenehû ve Teala’nın hükmü yerine getirilmiş olmaz. Dinin diğer dinler üzerine hâkim olmasının yolu ise Kur’an ve Sünnette belirlenmiştir.
Şer’i hükmün belirlediği yol ise kitlesel, siyasi bir hizip ile çalışmaktır. O hizbin, Şer’iata uygun bir metodu, hedefi ve o hizipte kişileri birbirlerine bağlayan fikri rabıta ve İslam kardeşliği olmalıdır. Bu hizip, toplumda var olan fikir ve fikrin tezahürü, sevgi ve nefret, nizamların değişmesi, nefislerde ve toplumda olan şeylerin değişmesi için var gücü ile çalışmalıdır.
Bilelim ki; ölüm bizim için bir kaledir ve her nefis ölümü tadacaktır. Ancak iman eden mü’minlerin iman esaslarından biri öldükten sonra diriliş ve hesaba çekiliştir. Âhirette dünya yaşadığımız müddet içerisinde iman ve şeriata uyup uymadığımız hakkında hesaba çekileceğiz. Muhakemenin sonu ceza veya mükâfattır.
Mükâfatı istiyorsak; ‘ya Hilafet ya Şahadet’ parolası ile yürüyelim. Bilelim ki; sebep ve sonuç Allah Subhenehû ve Teala'nın yanındadır, yardım da Allah’ın yanındadır.
Eğer iman eder, dinin ve şeriatın hayata hâkimiyeti için hareket edersek Allah Subhenehû ve Teala’nın yardımı ulaşacak ve vaadi mutlaka bir gün gerçekleşecektir. Eğer bu uğurda şahadete ulaşırsak bu bizim için kurtuluştur. Bu kurtuluş ise, kul hakkı hariç Allah’ın üzerimizdeki kulluk hakkından kurtuluştur.
Haydi! Ey Müslüman!.. 100 yıldır yattığın uykundan uyan! 13 asır dünyaya nuru ve hidayeti götüren ümmetin çocukları gelin hayırda yarışalım, iyiliği emredip kötülüğü nehyedelim. Allah ve Resulünün bize hayat verdiği şeye (Kur’an ve Sünnete) koşalım. Hilafeti en kısa zamanda nasbedelim. Allah Subhenehû ve Teala şöyle buyuruyor:

تلك حدود الله ومن يطع الله ورسوله يدخله جنات تجري من تحتها الأنهار خالدين فيها وذلك الفوز العظيم(13)ومن يعص الله ورسوله ويتعد حدوده يدخله نارا خالدا فيها وله عذاب مهين “Bunlar, Allah'ın sınırlardır. Kim Allah'a ve Peygamberine itaat ederse Allah onu, zemininden ırmaklar akan cennetlere koyacaktır; orada devamlı kalıcıdırlar; işte büyük kurtuluş budur. Kim Allah'a ve Peygamberine karşı isyan eder ve sınırlarını aşarsa Allah onu, devamlı kalacağı bir ateşe sokar ve onun için alçaltıcı bir azap vardır.” (Nisa 13-14)
Bu ayetlerde dünya hayatının Ahiret ile bağlantısı ortaya konuyor.

Dünya hayatının kıymeti:
Daha önce de değindiğimiz gibi, dünya hayatı başlangıcı ve sonu belli olan, içerisinde insanların, hayvanların ve daha başka canlı cansız birçok varlığın bulunduğu bir hayattır. Bu dünya hayatında var olan her yaratık Alemlerin Rabbi olan Allah Subhenehû ve Teala tarafından kendileri için tayin edilen sınırlar çerçevesinde hareket etmekle sorumludurlar. Her birinin belirlenmiş bir yaratılış gayesi ve amacı vardır. Bu konuya işaretten alemlerin Rabbi olan Allah Subhenehû ve Teala bize şöyle seslenmektedir:

ألم ترى أن الله يسبح له من في السماوات والأرض والطير صافات كل قد علم صلاته وتسبيحه والله عليم بما يفعلون"Görmedin mi ki göklerde ve yerde bulunanlar, saf saf uçan kuşlar Allah'ı tesbih etmektedirler. Her biri kendi duasını tesbihini bilir. Allah, onların yaptıklarını hakkıyla bilendir." (Nur 41)

Ayetlere baktığımızda, konu ile ilgili olarak insanların ve cinlerin dışında kâinatta bulunan tüm varlıkların yaratılış amaçlarına uygun olarak hareket ettiklerini görürüz. Hayvanlar, diğer canlı-cansız varlıklar, hem Allah'ı tesbih ederler hem de Mülk suresi 15. ayette belirtildiği üzere insanların hizmetine hazır halde bulunurlar. Kesinlikle bunun tersine hareket etmezler. Ancak insanların kâinatta var olan eşyalardan yararlanabilmeleri için Allah Subhenehû ve Teala tarafından her bir madde ve eşya ile ilgili özellikleri keşfetmeleri ve buna uygun olarak hareket etmeleri gereklidir. İnsanlar bu özellikleri keşfettikleri zaman bu eşyalar Sünnetullaha aykırı tavır takınmazlar. Çünkü, onların yaratılış gayeleri içerisinde hem Allah'ın kendilerine öğrettiği şekilde O’nu tesbih etmek, hem de yaratılış özellikleri çerçevesinde insanlara hizmet etmek yer almaktadır. Kâinatta var olan cansız varlıkların birtakım sorumluluk taşımakla karşı karşıya kaldıklarının bir başka delili de Allah Subhenehû ve Teala'nın şu sözüdür:

إنا عرضنا الأمانة على السماوات والأرض والجبال فأبين أن يحملنها وأشفقن منها وحملها الإنسان إنه كان ظلوما جهولا"Gerçekte biz emaneti göklere, yeryüzüne ve dağlara sundukta onlar bunu yüklenmekten çekindiler ve korkup titrediler. Onu insan yüklendi. Doğrusu insan pek zalim ve pek cahil oldu." (Ahzap 72)

Kâinatta var olan mahlûklar içerisinde insanların ve cinlerin dışında kalanların yaratılış gayeleri ve sorumlulukları ile ilgili durum budur. İnsanların ve cinlerin yaratılış gayeleri ise ayette şöyle belirtilmektedir:

وما خلقت الجن والإنس إلا ليعبدوني "İnsanları ve cinleri ancak bana kulluk etmeleri için yarattım." (Zariyat 56)

Ancak, cinler meselesi konumuzla alakalı olmadığı için onlarla ilgili durumu burada ele almaya gerek duymuyoruz. İnsan olmamız hasebiyle bizim asıl konumuz insan dairesi çerçevesindedir. Dolayısıyla ciddi bir şekilde ele alınması ve hakkında çözümler ortaya konulması gereken varlık da insandır. Zira cinlerin nasıl bir varlık olduklarını ve detaylıca özelliklerini bilmediğimiz için onlar hakkında birtakım değerlendirmelerde bulunmamız kesinlikle doğru olmaz. İnsanların ve cinlerin dışında kalan diğer canlı ve cansız varlıklarla ilgili çok kısa ve net olarak söylenebilecekleri ise yukarıda belirtmiştik. Öyleyse dünya hayatının değeri ve hayat tasviri konusunu insanla ilgili boyutuyla ele almak gerekmektedir.
Zariyat suresi 56. ayette de belirtildiği üzere insanların yaratılış gayeleri; insanı, hayatı ve kâinatı yaratmış olan Yüce Yaratıcıya hakkıyla kullukta bulunmaktır. İnsanların bu kulluk görevlerini layıkıyla yerine getirebilmeleri için ise yine, âlemlerin Rabb’inden gelen emir ve yasaklara kulak vermeleri mutlak surette gereklidir.
Ne yazıktır ki, Osmanlı Hilâfet Devleti'nin yıkılmasının ardından İslâm'ın pratik olarak tüm insanların hayatından silinmesiyle birlikte Müslümanlar pusulalarını şaşırdılar ve kendilerine kendi dinlerinden olmayan kimseleri rehber edinmeye başladılar. Sahip oldukları İslâmi düşünceleri yanlış, küfür fikirlerini ise doğru fikirler olarak algılamaya başladılar. İslâm'ın kesin nassıyla bilinen apaçık ve net hükümlerini bırakarak küfür fikirlerine uymaya başladılar. Kendileri uyduğu gibi hükümleri de küfür düşüncelerine uydurmaya çalışmaktadırlar. Delaleti ve sübutu kati naslarla her türlüsünün haram kılındığı faize cevaz verdiler. Hayata bakış açılarını ve hayat tasvirlerini İslâm'ın istediği şeklin dışında, demokratik normlara göre değerlendirdiler. Hayatlarında yapacakları işlerin doğruluğunu veya yanlışlığını şer'i hükümlere göre belirlemek yerine batı düşüncesinde olduğu gibi akla göre, fayda veya zarar kavramlarına göre belirlemeye başladılar. Allah Subhenehû ve Teala'nın kalplerine yerleştirmiş olduğu imanın gücüne ve üstünlüğüne güvenmek yerine makama, mevkie, zenginliğe güvenmeye ve değer vermeye başladılar. Güçlü-kuvvetli olabilmek, bu türden unsurları elde etmek için uğraşırken yaptıkları işlerin Şer'i hükümlere uygunluğunu veya uygunsuzluğunu kesinlikle hesaba katmadılar. Böyle bir şeye gereksinim duydukları zaman ise; ya karşılaştıkları Şer'i hükümleri akıllarına göre yorumlama, ya da Şer'i usullere uygun olmayan çıkarımları kullanarak getirdikleri delillerle ispatlama yoluna gittiler.
Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in Medine'ye hicret etmesiyle başlayıp Osmanlı Hilâfet Devleti'nin yıkılmasına kadar 13 asır boyunca yeryüzünde hâkim olan İslâm Devletinin ve İslâm hükümlerinin, hayatın her alanından uzaklaştırılmasının ardından Müslümanların karşı karşıya kaldıkları sıkıntıların, problemlerin ve hatalı davranışlarının nedenlerini ve çözüm yollarını ortaya konması gerekir.

İNSANIN HAYATA BAKIŞI NASIL OLMALIDIR?


İNSANIN HAYATA BAKIŞI NASIL OLMALIDIR?

İnsanın hayata bakış açıİman kelimesi şeksiz, şüphesiz emin olma anlamına gelir.
sı, onun yaşamı açısından çok önemlidir. Çünkü süreceği yaşam onun hayat hakkındaki anlayışına göre şekil alır. Temel dinamik ve kişinin hayat hakkında kabul ettiği temel fikir ne olursa, süreceği yaşam da onun üzerine bina edilecektir. Kişi hayatiyet taşıyan ‘nasıl yaratıldığı’ gibi soruları kendisine sormalı, cevap verirken de insaflı davranmalı, cevaplarda kesinlik ve katiyet aramalıdır. Bu kesinlik ve katiyet onda imanı meydana getirecektir. 
İslâm'ın hayat hakkında ortaya koyduğu fikir, her şeyin öncesinde bir yaratıcının varlığına iman ki o da; Allahu Teala'dır. Hayat sonrasına da iman etmek gerekir ki o da; Ahiret günüdür.
Hayat ile hayat öncesi arasındaki münasebet iki konuyu kapsar:
1-Yaratıcı, yaratık ilişkisi,
2-Allah'ın emirleri.
Hayat ile hayat sonrası arasındaki münasebet de iki şeyi kapsar:
1-Ölümden sonra dirilme,
2-Haşr-u neşr ve insanın dünyada yaptığı fiillerinden sorulması.
Allah'a İman:
Allah'a iman; yani onun varlığına iman, bizler için atalarımızdan kalma geleneksel bir iman olmaktan çıkıp, daha delilli ve tahkiki olmalıdır. Yani insan, Allah'a iman etmesi gerektiğini araştırma, incelemeler sonunda ikna olarak anlamalı ve bundan emin olmalıdır. Aksi takdirde kişinin Müslüman anne ve babadan doğması bir avantaj kabul edilebilir. Kişi tahkiki imanı gerçekleştirdiği takdirde Yahudi bir anne babadan veya dinsiz bir anne babadan olması onu etkilemeyecektir. Çünkü o araştırması sonucu Allahu Teala'yı tespit edecektir. Geleneksel olarak iman eden kişi Hıristiyan bir anne babadan doğdu ise Hıristiyan, Yahudi anne babadansa Yahudi ve dinsiz anne babadan doğdu ise dinsiz olur. Çünkü o kişide taklitçilik mevcuttur. Bu anlamda Müslüman Allah'a olan inancını delilleriyle, kanıtlarıyla tahkiki olarak kabul etmesi gerekir.
Allahu Teala'nın varlığını şu üç yolla bulabiliriz:
1-İnsanoğlu aciz bir varlıktır. Bu sebeple aciz olmayana yönelir.
2-İnsanoğlunda mevcut olan içgüdülerden tapınma içgüdüsü onu bir yaratıcıya kulluk etmeye zorlar.
3-Eşyayı kontrol ettiğinde ve onu incelediğinde (asi olan insan haricinde) her şeyin görevini harfiyen yerine getirdiğini ve insanın müdahalesi olmadığı sürece tabiatın müthiş bir düzene sahip olduğunu görür. Bu düzenin içindeki varlık birbiri ile ilişkili ve birbirine bağımlıdır. Bu da göz önünde bulundurulduğunda kendiliğinden oluşması imkânsızdır. Sonuç itibariyle mutlak yaratıcıya ihtiyaç vardır. Bazı ideolojiler varoluşu tesadüflere bağlamışlardır. Bazıları için ise, var oluşun sebebinin yaratılmışlık veya tesadüfilik olmasının o kadar da önemli olmadığı kanaatini taşımaktadır. Müslümanlar için, yukarıda saydığımız şıklar esaslar önem arzeder. Çünkü temel budur. Baştan söylediğimiz gibi temel sağlam ise bina sağlam olur, temel bozuk ise bina ihtişamına rağmen yıkılmaya mahkûmdur.
Yukarıda bahsedilen maddeleri örneklerle açıklayacak olursak:
İnsanın acizliği:
İnsan, belli bir mesafeye kadar görebilir, belli bir mesafeden ses işitebilir, belli bir mesafeye sesini ulaştırabilir, belli bir hızda koşabilir ve yaşam süresini kendisi belirleyemez. Bu saydıklarımız dışında örnekler daha da arttırılabilir. Bu sebeple zaafa düştüğü, aciz kaldığı zamanlar ve muhtaç olduğu zamanlar çoktur. İşte, bu zamanlarda kendisini düştüğü bu çıkmazdan kurtaracak bir güç arar veya hayatın devamını sağladığını zannettiği bir güce yönelerek onu ilah edinir. Bu aynı zamanda onda mevcut olan tapınma içgüdüsünün tecellisidir. Çevresini aydın bir bakışa sahip olmadan incelediğinde şöyle bir tespit yapabilir: Güneş suyun buharlaşmasını, bu da yağmur bulutlarının meydana gelmesini, bunun sonucu olarak da yağan yağmurla nebatın meydana geldiğini, aynı zamanda güneşin olmaması halinde bunların meydana gelmeyeceğini düşünerek güneşi yaratan edinebilir. Nitekim, geçmişte bu şekilde yaşamış, buna benzer birçok toplumlar vardır. Onların ilahları kâinat içindeki varlıklardan oluşmaktadır. İşte bu problemin esasını teşkil etmektedir. Çünkü, insan duyu organlarıyla algıladıklarını sınıflandırırsa karşısına kâinat, bu kâinatta bulunan canlı, cansız varlığın yaşam süreci, kâinatın içinde bulunmasına rağmen onlardan düşünme yetisi ve karar verme yetisiyle ayrılan insan gerçeğiyle karşılaşacaktır. Bu algıladıklarının hepsi insanın kendisi gibi acizdir ve sınırlıdır. O halde bu aşamada bu aciz ve muhtaç varlık âleminin öncesinde ne vardır? sorusu akla gelmektedir. Çünkü aciz ve muhtaç olanın, aciz ve muhtaç olmayan bir düzenleyiciye/yaratana ihtiyacı vardır ki, bu da her şeyi yoktan var eden Allahu Teala'dır.
Bu gelinen aşamadan sonra şu sorular insanın aklını kurcalayabilir: Yaratıcı yarattı, peki ben yaratıcımla nasıl alaka kuracağım ve Yaratıcının yaratmasındaki maksat nedir?
İşte, bu sorunun akabinde devreye peygamberler girmektedir. Yani Allah'ın elçileri. Onlar Yaratan tarafından aramızdan seçilmişler ve Allahu Teala'nın yaratmasındaki maksadını bizlere bildirmişlerdir. Bu maksat Kur’an’da şöyle zikredilmektedir:

وما خلقت الجن والإنس إلا ليعبدوني "Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım." (Zariyat 56)

Buraya kadar yaratıcının varlığı ve yaratılış gayemizin ne olduğu açıklandığına göre sınırlı olan bu kâinatın yok oluşundan sonra ne var?sorusu akla gelir ki, bu da Âhirette imanla bağlantılı bir husustur.
Âhirete iman:
Yeniden dirilme ve hesap gününe iman, Cennet ve Cehenneme iman gibi hususlar hayata bakışın esası ve açısı olmalı. İslâm akidesinin ve ona imanın önemi, ayrıca hayatla bağlantısı kavranmalıdır.
İster Mü’min, ister kafir olsun bütün insanlar bu hayatın bir sonunun olduğunu kabul etmektedir. Ancak ölümün varlığını kabul etmek bizi kurtarmaz. Düşünen insan, ölümden sonra ne var? sorusunu kendisine sormalıdır. Bu soruya işaretle Allahu Teala Kur’an’ı Kerim de şöyle buyurmaktadır:

الذي خلق الموت والحياة ليبلوكم أيكم أحسن عملا وهو العزيز الغفور “O ki, hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır. O, mutlak galiptir, çok bağışlayıcıdır.” (Mülk 2)

Bu ayet gösteriyor ki; hayatın sonunda ölüm vardır, hayata gelişin gayesi kulluktur. Öldükten sonra ise diriliş, hesaba çekiliş, ceza ve mükâfat vardır. Dinimiz bu konuyu iki ana kaynakta detayları ile işlemiştir. İnsan, hayat, kâinat ve bunlara ait düzenlerin yok olacağını, bozulacağını Allahu Teala şöyle bildirmektedir:

فإذا نفخ في الصور نفخة واحدة(13)وحملت الأرض والجبال فدكتا دكة واحدة(14)فيومئذ وقعت الواقعة(15)وانشقت السماء فهي يومئذ واهية(16)والملك على أرجائها ويحمل عرش ربك فوقهم يومئذ ثمانية “Sur’a bir üfürüş üfürüldüğü, yer ve dağlar kaldırılıp bir vuruşla birbirine çarpıldığı zaman, işte o gün olacak olur, kıyamet kopar. Gök yarılır, o gün düzeni bozulur. Melekler onun çevresindedirler, o gün Rabbinin arşını onlardan başka sekiz tanesi yüklenir.” (Hakka 13-17)

İçinde bulunduğumuz kâinatın, mevcut olan düzenin nasıl yok olacağını ise:

إذا الشمس كورت(1)وإذا النجوم انكدرت(2)وإذا الجبال سيرت(3)وإذا العشار عطلت(4)وإذا الوحوش حشرت(5)وإذا البحار سجرت(6)وإذا النفوس زوجت(7)وإذا الموءودة سئلت(8)بأي ذنب قتلت(9)وإذا الصحف نشرت(10)وإذا السماء كشطت(11)وإذا الجحيم سعرت(12)وإذا الجنة أزلفت(13 علمت نفس ما أحضرت “Güneş dürülüp ışığı kalmadığı zaman. Yıldızlar düşüp, söndüğü zaman. Dağlar yürütüldüğü zaman. Doğurması yaklaşmış develer başıboş bırakıldığı zaman. Yabani hayvanlar bir araya toplatıldığı zaman. Denizler kaynaştırıldığı zaman. Canlar bedenlerle birleştirildiği zaman. Kız çocuğunun hangi suçtan ötürü öldürüldüğü kendisine sorulduğu zaman. Amel defterleri açıldığı zaman. Gök yerinden oynatıldığı zaman. Cehennem alevlendirildiği zaman Cennet yaklaştırıldığı zaman. İnsanoğlu önceden ne hazırladığını görecektir.” (Tekvir 1-14)

Kıyametin anını Rabbimiz şöyle bildirmiştir:

يوم ترونها تذهل كل مرضعة عما أرضعت وتضع كل ذات حمل حملها وترى الناس سكارى وما هم بسكارى ولكن عذاب الله شديد Kıyameti gören her emzikli kadın emzirdiğini unutur, her hamile kadın çocuğunu düşürür. İnsanları sarhoş gibi görürsün, oysa sarhoş değillerdir, fakat bu sadece Allah’ın azabının çetin olmasındandır.”(Hac 2)

ما ينظرون إلا صيحة واحدة تأخذهم وهم يخصمون “Çekişip dururlarken kendilerini yakalayacak bir tek çığlık beklerler.” (Yasin 49)

Bu ayet önce sur’un üfürüleceğinden bahsetmektedir. Böylece insanların tamamı ölür.

ونفخ في الصور فإذا هم من الأجداث إلى ربهم ينسلون “Sur’a üflenince, kabirlerinden Rablerine koşarak çıkarlar.” (Yasin 51)

Bu ayet sur’a ikinci defa üfürülüşte insanların mezarlarından kalkarak Rablerine gideceklerini bildirmektedir.

إن كانت إلا صيحة واحدة فإذا هم جميع لدينا محضرون “Tek bir çığlık kopar, hepsi hemen huzurumuza getirilmiş olur.” (Yasin 53)

Böylece insanlar Allahu Teala’nın huzuruna getirilirler ve daha sonra;

وأشرقت الأرض بنور ربها ووضع الكتاب وجيء بالنبيين والشهداء وقضي بينهم بالحق وهم لا يظلمون “Yeryüzü Rabbinin nuruyla aydınlanır, kitap açılır, peygamber ve şahitler getirilir ve onlara haksızlık yapılmadan, aralarında adaletle hüküm verilir.” (Zümer 69)

Hesap günü Resule gelen Risalete iman edip etmediğimiz, Şer’i hükme bağlı kalıp kalmadığımız hususunda hesaba çekileceğiz. Efendimiz Sallallahu Aleyhi Vesellem muhakeme ile ilgili olarak şöyle buyurmuştur:
“Kişi… şu beş değişik şahitler ile mahkemeye gelir. Bir ameli işlerken yeryüzü, onun lehine ve aleyhine şahittir, vücudundaki bütün uzuvlar onun lehine aleyhine şahittir, amel defterleri onun lehine aleyhine şahittir, yazıcı melekler onun lehine aleyhine şahittir ve her şeyi bilen Allah Subhenehû ve Teala onun lehine aleyhine hüküm verir.”
Yukarıda geçen şahitlik hususunda Rabbimiz Kitab-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır:

وقال الإنسان ما لها(3)يومئذ تحدث أخبارها(4)بأن ربك أوحى لها “İnsanın; ‘Buna ne oluyor?’ dediği zaman; İşte o gün, yer, Rabbinin ona vahiy etmesiyle kendi haberlerini anlatır.” (Zilzal 3-5)

وجاءت كل نفس معها سائق وشهيد “Her can, kendisiyle beraber bir sürücü ve şahit bulunduğu halde gelir.” (Kaf 21)

Buraya kadar yapılan açıklamalardan şu anlaşılmaktadır ki Kur’an ve Sünnet, dünya hayatında yaptığımız bir işten, söylediğimiz bir sözden dolayı hesap günü beş değişik şahidin şahitliğinde, muhakeme olacağımızı bildirmektedir. Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem şöyle buyurdu:

Aişe Radıyallahu Anhuma hesap günü insanların durumunu sorar. Efendimiz; ‘Ya Aişe insanlar kıyamet günü yalın ayak, sünnetsiz olarak, çırılçıplak anadan doğma bir şekilde haşr olacak.’ dedi. Aişe; “Ben utanırım Ya Rasulullah’ dedi. Efendimiz; ‘Ya Aişe, durum senin anladığın gibi değil, o gün her insan kendi nefsinin kurtuluşu derdine düşecek, o yanındakinin cinsiyetine bakmadan daha büyük bir işle karşı karşıya kalacak.” buyurdu.” (Müslim 1193)

Aişe Radıyallahu Anhuma annemiz sordu:
‘Ey Rasulullah, kıyamet günü ehlini bizlere hatırlatır mısın?’Efendimiz; ‘Ey Aişe, amel defteri insanlara verilirken sağdan mı verilecek yoksa soldan veya arkadan mı verilecek, bu an hiçbir kimse hiçbir kimseyi hatırlamaz. Amel defteri Mizan adlı terazinin kefesine konulduğunda terazinin sağ kefesi mi yoksa sol kefesi mi ağır basacak, bu an gerçekleşinceye kadar kimse kimseyi hatırlamaz. Sırat köprüsünden geçme veya geçmeme hali bitinceye kadar hiçbir kimse hiçbir kimseyi hatırlamaz.” buyurdu.
Rabbimiz bu anları Kur’an’ı Kerim de şöyle açıklıyor:
يوم يفر المرء من أخيه(34)وأمه وأبيه(35)وصاحبته وبنيه “O gün, kişi kardeşinden, annesinden, babasından, karısından ve oğullarından kaçar. O gün, herkesin kendine yeter derdi vardır.” (Abese 34-36)
Evet, bu mahkemeden sonra insanlar Cennet veya Cehenneme doldurulurlar. Bu anı Rabbimiz şöyle bildiriyor:
إذا ألقوا فيها سمعوا لها شهيقا وهي تفور “Oraya atıldıklarında, onun kaynarken çıkardığı uğultuyu işitirler.” (Mülk7)
فاعترفوا بذنبهم فسحقا لأصحاب السعير “Böylece günahlarını itiraf ederler. Çılgın alevli Cehennemlikler yok olsunlar!” (Mülk-11)
Bu ve buna benzer diğer ayeti kerimelerde, kendilerine gelen peygamberi inkâr edip, onu dinlemeyerek onun getirdiklerine uymayanların gideceği yerin korkunçluğu bir şekilde bize anlatmaktadır. Kâfirleri gerçekten çok kötü bir akıbet beklemektedir. İbni Abbas’tan Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem şöyle buyurdu:
ياأيها الذين آمنوا اتقوا الله حق تقاته ولا تموتن إلا وأنتم مسلمون “Ey inananlar! Allah’tan sakınılması gerektiği gibi sakının, sizler, ancak Müslümanlar olarak can verin.” (Ali İmran-102) ayetini okuyup şöyle buyurdu: “Eğer zakkumdan bir damla yere damlatılmış olsaydı o damla dünyadaki canlıların geçim vesilesi/gıda maddelerini bozardı. Artık zakkumdan başka yiyeceği olmayanın (Cehennem halkının) hali nasıldır?” (İbni Mace 4325)
إن الذين كفروا بآياتنا سوف نصليهم نارا كلما نضجت جلودهم بدلناهم جلودا غيرها ليذوقوا العذاب إن الله كان عزيزا حكيما“Doğrusu ayetlerimizi inkar edenleri ateşe sokacağız, derilerinin her yanışında, azabı tatmaları için onları başka derilerle değiştireceğiz. Allah güçlüdür, hâkimdir.” (Nisa 56)
Hasan-ı Basri bu ayeti şöyle tefsir etmiştir: Ateş onları her gün yetmiş bin defa yiyip bitirir. Onları her bitirdikçe onlara, ‘eski halinize dönün denir.’ Onlar eski hallerine dönerler.
Buraya kadar naklettiğimiz ayetler kâfirler, iman etmeyenler, AllahSubhenehû ve Teala’ya eş koşanlar, tagutlar, münafıklar, hainler ve bazıları da günahkâr mü’minler hakkındadır. Ancak günahkâr mü’min iman sahibi olduğu için ebedi olarak Cehennemde kalmayacaktır. Allahu Teala şöyle buyurdu:
خالدين فيها ما دامت السماوات والأرض إلا ما شاء ربك إن ربك فعال لما يريد “Rabbinin dilediği hariç,(onlar) gökler ve yer durdukça o ateşte ebedi kalacaklardır. Çünkü Rabbin, istediğini hakkıyla yapandır.” (Hûd 107)
Bu ayetlerdeki vasfedilen kişilerin dünya hayatlarına bakıldığında iman etmedikleri, Peygamberi tanımadıkları, vahyi dünya hayatlarına hakem kılmadıkları görülür ve bundan dolayı da kötü son ile karşılaşacak, ebedi bu hal üzere kalacaklardır. Rabbimiz, iman etmeyenlerin dünya hayatındaki amellerinin hiç bir değerinin olmadığını yüce kitabında şöyle bildiriyor:
والذين كفروا أعمالهم كسراب بقيعة يحسبه الظمآن ماء حتى إذا جاءه لم يجده شيئا ووجد الله عنده فوفاه حسابه والله سريع الحساب “İnkâr edenlere gelince, onların amelleri, ıssız çöllerdeki serap gibidir ki susayan onu su zanneder; nihayet ona vardığında orada herhangi bir şey bulamamış, üstelik yanı başında da (inanmadığı, kendisinden sakınmadığı) Allah'ı bulmuştur; Allah ise, onun hesabını tastamam görmüştür. Allah hesabı çok çabuk görür.” (Nur 39)
Bir topluluk vardır ki, samimi olmalarına rağmen farz sınırlarını gözetmeyerek bazı önderlerin arkasından gitmişlerdir. Bunların da kötü bir sona ulaşacaklarını Rabb’imiz kitabında şöyle bildirdi:
يوم تقلب وجوههم في النار يقولون ياليتنا أطعنا الله وأطعنا الرسول(66)وقالوا ربنا إنا أطعنا سادتنا وكبراءنا فأضلونا السبيل(67)ربنا آتهم ضعفين من العذاب والعنهم لعنا كبيرا “Yüzleri ateşte evirilip çevrildiği gün: Eyvah bize! Keşke Allah'a itaat etseydik, Peygambere de itaat etseydik! derler. Ey Rabbimiz! Biz reislerimize ve büyüklerimize uyduk da onlar bizi yoldan saptırdılar, derler. Rabbimiz! Onlara iki kat azap ver ve onları büyük bir lânetle rahmetinden kov.” (Ahzap 66-68)
ويوم يعض الظالم على يديه يقول ياليتني اتخذت مع الرسول سبيلا(27)ياويلتي ليتني لم أتخذ فلانا خليلا“Rabbimiz! Onlara iki kat azap ver ve onları büyük bir lânetle rahmetinden kov. Yazık bana! Keşke falancayı (batıl yolcusunu) dost edinmeseydim!” (Furkan 27-28)
Bu ayetlerden anlaşılıyor ki; kişi kimi takip ediyorsa, hangi kitle ile çalışıyorsa, nasıl bir devlete ve idareciye tabii ise, kimi yardımcı edindiyse, kimi dost seçiyorsa onlarla beraber haşrolunacaktır. Eğer Kur’an ve Sünnet ölçü alınıp marufu emreden, münkerden sakındıranlarla beraber olunduğu takdirde Allah Subhenehû ve Teala’nın rızasına nail olabiliriz. Aksi takdirde sonuç, ayetlerde belirtildiği gibi hüsran ile bitebilir.
Rabb’imizin, akıbeti kötü olanlar için Kur’an da verdiği misal gerçekten akıllara durgunluk verecek derecededir. Şöyle buyuruyor:
انطلقوا إلى ما كنتم به تكذبون(29)انطلقوا إلى ظل ذي ثلاث شعب(30)لا ظليل ولا يغني من اللهب(31)إنها ترمي بشرر كالقصر(32)كأنه جمالة صفر(33)ويل يومئذ للمكذبين “İnkarcılara o gün şöyle denir; Yalanlayıp durduğunuz şeye gidin. Gölge yapmayan ve ateşten de korumayan Cehennem dumanının üç kollu gölgesine gidin. O gölgenin saldığı her bir kıvılcım sanki birer sarı devedir, konak gibide büyüktür. Yalanlamış olanların o gün vay haline.” (Mürselat 29-34)
Efendimiz Sallallahu Aleyhi Vesellem Cehennem ateşinin ısısını şöyle anlatıyor: “Allahu Teala, Cehennemin bin sene yanmasını emir buyurdu. Ta ki ateşi kıpkızıl kesildi. Sonra bin sene daha yakıldı. Ta ki ateş bembeyaz kesildi. Sonra bin sene daha yakıldı. Ta ki ateşi simsiyah kesildi. Binaenaleyh Cehennem simsiyah ve karanlıktır.”(Tirmizi)
Ahiret gününde ne kadar korkunç bir son ile karşı karşıya kalabileceğimizin hesabını şimdiden yapmalı ve kendimize bir çeki-düzen vermeliyiz. Allah ve Resulüne teslim olmalıyız.
Efendimiz Sallallahu Aleyhi Vesellem şöyle buyurmuştur: “İman etmeyenlerin içinde en hafif azabı amcam Ebu Talib’e çektirilir ki, onun ayağına bir terlik giydirilir ve Cehennemin bir katmanında gezdirilir. Ayağından aldığı ısıdan dolayı beyni kaynar. Diğer taraftan azılı kâfirler ateş içinde cezalandırılırken ateşin sıcaklığından dolayı su ister ona bir kâse içinde su verilir, onun içinde kan, irin karışımı vardır. O kâseyi içmek için ağzına yaklaştırdığında, kâsenin içindeki su karışımının sıcaklığından dolayı yüzünün deri ve etleri kâseye dökülür, böyle olmasına rağmen o kişi bu suyu içer çünkü içinde bulunduğu ateş daha sıcaktır.”
Şu bir gerçektir ki, Cennet ve Cehennem hakkındaki bütün deliller akla hitap eder ve de her akıl sahibi bu delilleri anlayabilir, ona göre de kendisine bir istikamet seçebilir.
Dünya hayatında iman eden ve salih amel işleyenlerin durumu, yukarıda anlatmaya çalıştığımız isyan ehlinin durumundan çok farklıdır. Bu durumu Rabb’imiz mü’minler için nur ve hidayet kaynağı olan Kur’an’ı Kerim de şöyle anlatır:
فأما من أوتي كتابه بيمينه فيقول هاؤم اقرءوا كتابي(19)إني ظننت أني ملاق حسابي(20)فهو في عيشة راضية(21)في جنة عالية(22)قطوفها دانية(23)كلوا واشربوا هنيئا بما أسلفتم في الأيام الخالية “Kitabı sağından verilen; Alın kitabımı okuyun, doğrusu bir hesaplama ile karşılaşacağımı umuyordum, der. Artık o meyveleri sarkmış, yüksek bir bahçede, hoş bir yaşayış içindedir. Onlara şöyle denir; Geçmiş günlerde, peşinen işlediklerinize karşılık afiyetle yiyiniz içiniz.” (Hakka 19-24)
والذين آمنوا وعملوا الصالحات سندخلهم جنات تجري من تحتها الأنهار خالدين فيها أبدا لهم فيها أزواج مطهرة وندخلهم ظلا ظليلا “İnanıp yararlı iş işleyenleri, içinde temelli ve ebedi kalacakları, içlerinden ırmaklar akan Cennetlere koyacağız. Onlara orada tertemiz eşler vardır. Onları en koyu gölgeliklere yerleştireceğiz.” (Nisa 57)
Enes İbn-i Malik’den Peygamber Sallallahu Aleyhi Vesellem şöyle dedi: “Pak ve yüce olan Allah Cehennemliklerin en hafif azaplısına ‘Dünya ve dünyadaki her şey senin olsa şu azaptan kurtulmak için onu fidye eder miydin? buyurur.’ O kul; ‘Evet fidye ederdim.’ der. Allah; ‘Sen ademin sülbünde iken ben senden bu fedakârlıktan daha ehven bir şey istemiştim. Bu bana ortak koşmamandı. (Ravi şöyle dediğini de zannediyorum dedi.) Ben de seni ateşe katmayacaktım. Fakat sen(dünyaya gelince tevhitten) imtina ettin de şirkten ayrılmadın, buyurdu.”
Enes İbn-i Malik’den rivayetle Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem şöyle buyurdu: “Cehennemliklerden dünya ehlinin en nimetli ve refahlısı olan kimse kıyamet gününde getirilir ve ateşe bir daldırılış daldırılır. Sonra ‘Ya Âdemoğlu, sen hiçbir hayır gördün mü? Sana herhangi bir nimet uğradı mı? diye sorulur. O kul; ‘Hayır vallahi ya Rab, der. Cennet ehlinden olup da en çetin ve meşakkatli hayat süren bir kişi getirilir ve Cennete bir daldırılış ile daldırılır. Müteakiben ona da; ‘Ey Âdemoğlu, sen hiçbir çetinlik ve sıkıntı gördün mü? Sana herhangi bir sıkıntı ve zorluk uğradı mı? diye sorulur. O da; Hayır vallahi ya Rab. Bana asla şiddetli fakirlik ve ihtiyaçtan dolayı fena bir hal arız olmamıştır. Ben asla bir hayat çetinliği ve zorluğu görmedim, der.”(Müslim 2807)
İmam Malik İbn-İ Enes, Zeyd İbn-i Estem’den, o da Ata İbn-i Yesar’dan, o da Ebu Said Hudri’den tahsis etti ki, Efendimiz Sallallahu Aleyhi Vesellem şöyle demiştir: “Allah, Cennet ahalisine; ‘Ey Cennet ahalisi’ diye buyurur. Onlar; Ey Rabbimiz ferman buyur, emrini ifaya her zaman hazır ve kullukta daimiz. Hayır, senin iki elindedir’ derler. Allah; ‘Nasıl bu halinizden razı mısınız?’ buyurur. Kullar; ‘Ya Rab nasıl razı olmayalım? Sen bize mahlûkatından hiçbir kimseye vermediğin bunca nimetleri ihsan buyurdun’ derler. Allah; ‘Ben sizlere muhakkak bunlardan daha faziletli ve daha şerefli bir nimet vereceğim’ buyurur. Kullar; ‘Ey Rabbimiz bu nimetlerden daha faziletli ve daha kıymetli hangi nimet vardır ki?’ derler. Bunun üzerine Allah; ‘Ben sizin üzerinize Rıdvan’ımı(Razı ve hoşnut olmamı) indiriyorum ve artık bundan sonra sizlere ebediyen darılmayacağım’ buyurur.” (Müslim 2892)
Bu gün ümmet nasıl da topuklarının üzerine dönmüştür! Hiç şüphesiz buna en büyük neden Hilafetin yıkılması ve Şer’i hükmün hayat sahasından kaldırılması ile olmuştur. Ne yazık ki ümmet, İslam’ın öngörmediği işleri yapmakta ve küfür nizamlarından kaynaklanan birçok şeylere itikat eder olmuşlardır. Bunlar; demokrasi, laiklik, kapitalist ideolojiyi, komünizm, tasavvuf, körü körüne şahıslara bağlanma ve onları hüküm koyucu konumuna yükseltme, mantık, felsefe, atalar dini, fayda-zarar, kolay-zor, menfaatçilik, tedricilik, milliyetçilik, vatancılık, heva ve nefsi hüküm koyucu edinme vs. dir. Bunlara daha sonra detaylı olarak değineceğiz.
Cennet ve Cehennem hakkında Ebu Said’ten rivayetle Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem şöyle buyurdu: “Kıyamet günü Cennet ehli Cennete, Cehennem ehli Cehenneme ayrıldıktan sonra, ölüm aklı, karalı alaca bir koyun suretinde getirilir. Cennet ile Cehennem arasında durdurulur. Müteakiben, Ey Cennet ahalisi! ‘sizler bunu tanıyor musunuz’ denilir. Cennetlikler hemen boyunlarını uzatıp başlarını ona doğru kaldırırlar ve ona bakarlar. Ardından; ‘evet tanıyoruz bu ölümdür’ derler. Sonra, Ey Cehennem ahalisi! ‘sizler bunu tanıyor musunuz’ diye sorulur. Onlar da başlarını kaldırıp bakarlar ve ‘evet tanıyoruz bu ölümdür’ derler. Bunu takiben koyun suretindeki ölümün Cennet ile Cehennem arasında kesilmesi emrolunur ve derhal boğazlanır. Bundan sonra Ey Cennet halkı! ‘Cennette ebedi yaşayacaksınız artık ölüm yoktur. Ve Cehennem halkı sizler de karargâhınızda ebedisiniz, artık ölüm yoktur’ denilir.”
Bundan sonra Efendimiz Sallallahu Aleyhi Vesellem şu ayeti okudu:
وأنذرهم يوم الحسرة إذ قضي الأمر وهم في غفلة وهم لا يؤمنون(39)إنا نحن نرث الأرض ومن عليها وإلينا يرجعون“Ey Muhammed! Hala gaflet içinde bulundukları ve hala inanmayanları, onları, işin bitmiş olacağı o haslet günü ile uyar. Şüphesiz biz bütün yeryüzüne ve üzerinde bulunanlara varis olacağız. Onlar bize döneceklerdir.” (Meryem-39-40) Efendimiz bu ayeti okurken eliyle dünyaya işaret etmiştir. (Müslim 2849)
ونادى أصحاب النار أصحاب الجنة أن أفيضوا علينا من الماء أو مما رزقكم الله قالوا إن الله حرمهما على الكافرينCehennem ehli, cennet ehline: Suyunuzdan veya Allah'ın size verdiği rızktan biraz da bize verin! diye seslenirler. Onlar da: Allah bunları dinlerini alay ve eğlenceye alan, dünya hayatına aldanan inkârcılara ikisini de haram kılmıştır, derler.” (Araf 50)
Buraya kadar aktardıklarımızdan da anlaşılacağı gibi Ahiret günü hesap, haşru neşr’in gerçekten çok çetin geçeceğidir. Rabb’imiz şöyle buyurmuştur:
ألا يظن أولئك أنهم مبعوثون(4)ليوم عظيم(5)يوم يقوم الناس لرب العالمين “Bunlar, büyük bir günde tekrar dirileceklerini sanmıyorlar mı? O gün insanlar âlemlerin Rabbinin huzurunda dururlar.” (Mutaffifin 4-6)
ياأيها الناس إن وعد الله حق فلا تغرنكم الحياة الدنيا ولا يغرنكم بالله الغرور “Ey insanlar! Allah'ın vadi gerçektir, sakın dünya hayatı sizi aldatmasın. Allah’ın affına güvendirerek sizi ayartmasın!” (Fatır 5)
“Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve herkes, yarına ne hazırladığına baksın. Allah'tan korkun, çünkü Allah, yaptıklarınızdan haberdardır. Allah'ı unutan ve bu yüzden Allah'ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkan kimselerdir. Cehennem ehliyle cennet ehli bir olmaz. Cennet ehli, kurtuluşa erişenlerdir.” (Haşr 18-20)
Ey Âdemoğlu!
Öyle bir mahkemeden geçeceksin ki orada torpil yok, aracı yok, rüşvet yok, Allah Subhenehû ve Teala izin vermezse şefaatçi yok, her yönden çepeçevre kuşatılmışsın, yaptığın her iş ve sözde, beş ayrı şahit ile Yüceler Yücesi Allahu Teala’nın mahkemesine geleceksin. Gel yol yakınken, yaşarken, kendi kendini muhakeme et... Yol yakınken hidayete tabi ol, kalıcı olan nimetlere bağlan, talep et... Allah Subhenehû ve Teala katında hayırlı olan nimetlere bağlan. Allah’a ve Allah’tan gelen iman ve yaşam esaslarına sımsıkı sarıl, akideni yeniden gözden geçir, kontrol et, amellerinin ölçüsünü nereden alıyorsun ona bir bak, yanlışsa o ölçüleri terk et, tövbe et. Böylece ahiret gününde yüzleri ağıranlardan ol, yüzleri kararanlardan değil.
Şunu bil ki; Allah Subhenehû ve Teala’yı asla kandıramazsın. Sözünde özünde dosdoğru ol. “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol” ilahi emrine Efendimiz Sallallahu Aleyhi Vesellem sımsıkı sarılmıştı sende rehberini takip et, ona uy.